- Nerede gördün?
- Bahçenin kapsının önünde.
- Kimdi, gördün mü?
- Hayır, sadece kırmızı bir kamyon gördüm.
- Niye görmedin, kör müsün?
- Uzaktaydım, arkadaşlarımla oynuyordum.
- Ne zaman gördün?
- Bir saat önce.
- Kimdi peki, görmedin mi?
Bu ânı daha öne yaşadım mı acaba? Yoksa zihnim mi arada bir bana, o ânı hatırlatıyor, her kırmızı kamyon gördüğümde?
Oynadığımız mahalle maçlarında boyum kısa olmasına rağmen kaleye tıkılmaya alışmıştım artık. Kaleyi, kendi kişisel alanımı koruyor gibi koruyordum. Her şeyin gerisinde kalmış gibi hissediyordum kendimi. Mahallenin en iyi kalecisi olmuş çıkmıştım. Vallahi aynen söylediğim gibi. Kaleye hep beni koydukları için mahallenin en iyi kalecisi olmuştum, yoksa en iyi kaleci ben olacağım diye bir hırsım yoktu. Geleceğimi kollar gibi arkamda kalan kaleyi kolluyordum. Sadece bunu yapıyordum. Topun nerden gelip nereye gideceğini çok hızlı tahmin ediyordum. Kendime şaşırıyordum ben de bazen. Uçan, hayalet de olsa tutacakmışım gibi manyak bir his fırlıyordu içimden. Vücuduma toplar değe değe, artık değmesin diye elimden gelenin en iyisini yapar hâle gelmiştim zamanla. Bunca maruz kaldığım şeyi yaşadığım yetmiyormuş gibi, bendeki tesirini ölçüp biçmeye de kafa yoruyordum. Bunlara kafa yoracağıma, kaleye girmemek ve o toplara maruz kalmamak için çabalasam daha iyi olmaz mıydı? Neden böyleyim ben? Kendimle savaşmam yetmiyormuş gibi bir de bunlar çıkıyor başıma. Keşke her şeyi, gelip bana çapmadan önce görebilme yeteneğim olsa.
Mahalle maçından çıkmış, bastıkça rengârenk yanan lambalı ayakkabımın aydınlattığı yerlere baka baka eve doğru ilerliyordum. Bir ara başımı kaldırdım, yol kenarında bizim evin kapısının hizasında, kırmızı bir kamyon durmuştu. Kim ola ki? Taşınıyoruz da haberim mi yok? Bizim sokağa dönen viraja geldiğimde, kamyonun kapısından kıvırcık erkek saçı gördüm. Koştum hemen, sadece başını gördüğüm bu kişiyi iyice merak ettim. Ben virajı bitirene kadar, kamyon hızla arka sokağa saptı gitti. Kimdi ki? Ne işi var bu saatte bizim kapıda? Üstelik kaçar gibi apar topar ayrıldı kapıdan. Kapıya vardığımda ilk hissettiğim, açlık oldu. Kalabalık evdeki avantajlardan biri de seni hızlı olmaya teşvik etmesi. Kalabalık ailede en çok lokmayı yiyenin kilo alacağım mı derdi olmuyor, tam tersine ertesi güne kadar açlık derdi kalmıyor. Bu akşamlık aç kalmama derdimi halletmem lazım diye düşünürken kamyon neyin nesiydi ki diye düşündüm. Bahçe kapısına geldim; tekerlek izleri, yolun kenarındaki çamurda belli oluyordu. Evet, doğruydu; kamyon bizim kapıda durmuştu, kesin emin oldum artık. İçeri girdim. Yengemin mavi entarisinin, odasının kapısından hızla içeriye geçtiğini gördüm. Evin erkekleri henüz gelmemişti işten. Topumu yine her zamanki gibi itinayla yıkayıp salona, çekyatın arkasına sakladım. Annem mutfakta yemek yapıyordu. Amcalarım ve babam da işten gelince yemeğe başlayacaktık. Çok acıkmıştım. Evin dört odasının da kapısının açıldığı tam merkezi noktaya, salonumuzun orta yerine sofra kuruldu, nihayet yemeğe oturduk. Annem yağda biber kızartmıştı. Yarışa hazır bir şekilde tüm aile sofrada hazır bekliyorduk. Keşke tek başıma olsam da bütün yemekleri uzanarak yesem. Ağzımın tadıyla dilime de bir gevşeklik gelmiş olacak ki, bir müddet sonra "Kamyon niye geldi kapıya yenge?", deyiverdim.
Amcam sofranın başında, ben buradayım dercesine biber yağından kayganlaşmış ağzından, "Hangi kamyon?" diye bir ses çıkardı bana doğru. Ben de soruyu asıl sahibine sormuş, yemeğimi rahatça yerim havasıyla gözüme kestirdiğim kızarmış biberi ağzıma götürdüm. İkinci biberi almamla başımın ortasına çatal darbesi almam bir oldu. Bir metreden çatal, hedefi sapmadan bana denk gelmişti. Ben etrafıma bakındım, çatalın asıl uğraması gereken yer neresiydi diye. Herkes bana bakıyordu. Ne dedim ben? Yoğun bakış bombardımanından sonra, ne dediğimi unuttum. Ne olacak şimdi diye düşünmekten başka bir şey tekrarlamıyordu beynim. İkinci bir tam hedefe isabet darbe daha geldi. Bu seferki kaşıktı. Herkesin yüzünü masmavi görüyordum; yengemin entarisinin rengi ile aynı maviydi. Ne işim var benim burada? Keşke şu an dışarıda arkadaşlarımla oynasaydım, kalede olsaydım gün boyu.
- Nerede gördün?
- Bahçenin kapsının önünde.
- Kimdi, gördün mü?
- Hayır, sadece kırmızı bir kamyon gördüm.
- Niye görmedin, kör müsün?
- Uzaktaydım, arkadaşlarımla oynuyordum.
- Ne zaman gördün?
- Bir saat önce.
- Kimdi peki, görmedin mi?
Amcamla sorgu seansımız bittikten sonra, başka kim gelecek diye bekliyordum. Annem, durumu anlamaya çalışıyordu. Babam geldi. Göz göze geldik. Cinayet sırını çözecek gibi bir bana, bir de ev halkına bakıyordu.
- Niye yalan söylüyorsun? Bilip bilmeden ne konuşuyorsun?, dedi bana; sesini kulağımın içine sokmak istercesine.
Yerdeki halı desenlerini inceliyordum ben. Başımı kaldırıp yüzüne bakamıyordum. İftira atılmış gibi hissetim kendimi o an. "Bir şey bilmiyorum ben, sadece gördüğümü söyledim" demek geliyordu içimden, çığlık atarak. Çığlık atsam ne işe yarayacak ki, kimse duymayacak beni düşüncesi ile halı desenlerini incelemeye devam ettim. Babaannem babamı aldı, öbür odaya götürdü; gittikçe yükseliyordu babam, maazallah elinden bir kaza çıkmasın. Babaannem sonra demir kapıyı açtı, bahçeden etrafı kolaçan etti, komşular falan duymasın aile sırrımızı diye. Yengem öbür odaya götürmek için tuttu kolumdan, bir yandan da tuttuğu kolumu cimcikliyordu. Salonun ortasındaki sofranın üstünden cirit atar gibi bir şeyler fırlatıyorlardı bana sürekli. Kimi ağzı ile kimi elleri ile fırlatıyordu. Kendimi bir saat sonra evde, istenmeyen ve sürekli tekmelenen kedi gibi hissetmeye başlamıştım.
Bana hesap sormaya gelenler, birbirleriyle nedense hiç konuşmuyorlardı. Herkesin bildiği şeyi, bana doğru öfke ile kusunca durum ortadan kaybolacaktı sanki. Yüzleşmek istemedikleri durumu benim yüzüme vuruyorlardı öfkeyle. Bu tespiti yapmak için çok da zeki olamaya gerek yoktu. Ayrıca sorgulanırken kendimi mal gibi hissediyordum. Mal hâlimle bile gördüğüm şeyi söyledim ama herkes, öfkesini bana yönlendirerek zihninde başka şey görmek istiyordu. Saat gecenin yarısı olmuştu, hâlâ tüm gözleri üstümde hissediyordum. Bitsin artık bu üstümdeki ağırlık. Hafifleyip kuş gibi olmak için daha ne yapmam lazım diye, kafamın zonklaması eşliğinde düşünmeye başladım. Ertesi gün okul vardı. Elindeki sopayla ödevini yapmayanları döven Kasım Hoca geliyordu aklıma. Parmak uçlarıma sopa yemeğe razıyım ben. Yeter ki sabah olsun bir an önce. Herkes gece yarısından sonra, salona açılan kapılarından odalarına geçti bir bir. Salonda, sobanın yanındaki mindere usulca oturdum. Hepsinin öfkesi direkt salona açılan kapılar gibi ruhuma açılıyordu. Uykusuzluktan bir an evvel kapanmak istiyordu gözlerim. Kalp atışımın hızlı ritimlerine kulak asarak uyuya kalmışım.
Dar boğazlı kazağımın içinde terlemiştim uyandığımda. Etraf sakindi, güneş demir kapının anahtar deliğinden salona sızıyordu. Kazağımın beni dar boğaz etmesine rağmen içimde tuhaf bir huzur vardı. Sessizce üstümü giyip okula gitmek istiyordum. Anneme görünmeden bahçe kapısından yola çıktım. Kamyonun tekerlek izleri hâlâ duruyordu yol kenarında. Dün gece, sobanın arkasında uyuya kalınca gördüğüm rüyayı hatırladım. Yengemin mavi entarisinin üstüne sıcak su dökülmüştü. Herkes salonun ortasında ters ters onun mavi entarisine bakıyordu. Yol kenarında bekleyen kırmızı kamyonda korna çalıyordu. Kimse dışarı çıkıp "Çalma!" demiyordu. Yengem de kırmızı kamyona binmiş, kamyonun camından başını çıkartarak kahkaha atıyordu, son sürat gidiyorlardı. Kamyonu kim kullanıyordu acaba; eski belalısı mıydı? Aman, kim olursa olsun, bana ne...