Kalktı kucağından Mecnun'un ve “hadi” dedi “gidelim”. Tuttu elinden kızın, diğer eli cebinde usulca yürümeye başladı. Mutluluk yabancı bir histi onun için. Kendi çölüne hapsolmaya öyle alışıktı ki dibinden kalktıkları sandal, yürüdükleri kumsal mutlu etmeye yetersizdi Mecnun'u. Ambiyans bir yana kızın kendisi dahi mutlu edemiyordu. Çölünde yaşamaya mahkumdu, sonu toprak değil kumdu. Eriyip gidecekti. Kimse farkında değildi ama her Allah’ın günü içine doğru devrilerek geçerdi insanların arasından. Umurunda olmazdı kimsenin. İlgilenmezlerdi onlar Mecnun'la. Ne kadınların ne babasının en sevdiği değildi. Kimsenin hiçbir şeyi değildi aslında. Vardı hepsi buydu. Maalesef vardı ve buna bir çare yoktu. Daima hiç olmayı dilerdi ama faydasız yakarıştan öteye gidemezdi bu. Yok olana kadar var olmayı sürdürecekti. Ve muhtemeldir hiç yaşamadan ölüp gidecekti. Victor Hugo der ki; “Ölmek bir şey değil asıl yaşayamamak fena.” Aynen öyleydi. Ölecekti Mecnun diğer herkes gibi ama yine muhtemeldir yaşayamadan. İçinin sıcaklığıyla dışarının soğukluğu yüzünden ağzından buhar çıkarak konuştu kız, “ne kadar seviyorsun beni?” “Çok” dedi Mecnun, “Şu yerdeki kum tanelerinin sayısı kadar çok”. “Ben seni sevmiyorum ama gönül eğlendiriyorum seninle farkındasın değil mi?” dedi kız Mecnun'un elini daha gevşek tutarak. “Biliyorum” dedi Mecnun, “hadi daha hızlı yürü geç kalacağız.” Ellerini bıraktı kızın çıkardı cebinden bir sigara yaktı. Çekti bir duman ama derin ama okkalı. Bıraktı dumanı dışarı. Konuşmadı, sustu varacakları yere kadar. Mecnun ekseriyetle geç kalırdı gideceği yerlere ve yine ekseriyetle hızlı yürürdü. Bu sefer geç kalmadılar, tam zamanında yetiştiler iş görüşmesine. Neden beraber gelmişlerdi iş görüşmesine? Çünkü sonrasında bara gideceklerdi. Ayaküstü uğramışlardı ve Mecnun için bu işi almak pek de önemli değildi. Kafenin müdürüyle konuştu, kablosuz kulaklığı vardı işletme müdürünün, bir yandan telefonla konuşuyordu. Dünyanın en önemli insanı imajı çizmeye çalışıyordu. Bütün küçük dağları kendisi yaratmış da büyükleri Allah'a bırakmış gibiydi. Kendini bu kadar beğenebilirdi bir insan. Mecnun bir süre telefon konuşmasının sonunun gelmesini bekledi. Sonra dayanamayıp kalktı masadan, kızın elini tutup çıktı dışarı. “Ne oldu?” diye sordu kız. “Bir şey olmadı eleman aramıyorlarmış” dedi Mecnun. Üstelemedi kız, “peki” deyip geçiştirdi. Doğruca bara gittiler. Yolda sokak köpeklerinin başlarını okşadılar, arkalarından kuyruk salladı köpekler. İnsanlara duymak istediğini söylemek ve onları memnun etmek Mecnun'a babasından miras işlevsel bir özellikti, bu özelliğin genetiksel aktarımla ona geçtiğini düşünürdü. Hani bazı insanlarda şeytan tüyü olur, ekmeklerini dilleriyle kazanırlar ya o misal fakat bu özelliğini ticarete dökmekten kaçınıyordu Mecnun nedendir bilinmez. Bir çeşit manipülasyon yeteneğinden bahsediyorum nabza göre şerbet vermek de denebilir. Sabah uyandı, doğruca markete girip iki kırmızı Tuborg aldı Mecnun ve kızla seviştikleri sandala gitti. Üst üste oturdukları yerde bir kedi cesediyle karşılaştı. Açtı birayı bir yudum aldı. Cesede bakakaldı. İstemsiz ölmeyi düşündü. Hayatı yaşanası kılan yegane şeyin ölüm olduğunu düşündü. Ölüm olmasa çivisi çıkardı yaşamanın. Her canlı ölümü tadıyordu ve tatmalıydı da. Hayatla ölümün iç içeliği derin düşüncelere soktu Mecnun'u. İşte yine yalnızdı, işte yine bir başına. İşte yine doğumdaydı, işte yine ölümde. O gün orda tüm özürlerini o cesetten diledi. O gün orda yine bir dağ devrilir gibi içine devrildi. O gün orda o cesetle bir farkının olmadığını anladı…