Mehpare Hanım,


Günler takip edemediğim bir hızla peşi sıra giderken kimi zaman kendimi yakalayabiliyor kimi zaman ise büsbütün kaybediyorum. Hayatın hengâmesi, karmaşası düşüncelerime galip geldiğinde biraz olsun zihnimden uzaklaşabildiğim için sevinmeli mi yoksa önüme çıkan bütün karmaşalar arasında anlık da olsa yittiğim için üzülmeli miyim, bilmiyorum inanın. Hayat, her zaman bütün çıkmazlarıyla, yokuşlarıyla, yürümek için mi yoksa sadece bakıp iç çekmek için mi orada olduğunu bilmediğim yollarıyla karşıma dikilirken ben, bedeni bu köyün içinde, zihni dünyanın sınırlarında dolaşan ben, kendiyle konuşmaktan öte çıkış yolu bulamayan ben Mehpare Hanım, incecik bacaklarıyla ayakta durmaya çalışan bir ceylan yavrusu gibi titriyorum. Zihnimin içinde dönen dünya, konuşan insanlar, bakışlar ve susuşlar gözümün gördüğü dünyaya ait değil. Şu yüzümdeki yuvarlak çukurlar bir tanıdığını karşılar gibi açılıyor değil.


Ben, bu dünyayı, kafamı içine daldığım kitaptan kaldırdıktan sonra nerede olduğumu anlayamadığım gözlerle izlemek isterdim; koşan çocuklara, bağrışan kadınlara şefkatle bakmak, yüzümde biraz huzurlu biraz sersemlemiş bir tebessümle yerimden kalkmak ve hayatın içine karışmak isterdim. Dünya benim için, biraz canımı sıksa da, en nihayetinde içinde var olduğum için huzur duyabildiğim bir yer olsaydı şayet, belki de kelimeler benim için önemini ve hayatımdaki konumunu yitirirdi. Doğayı, insanları ve hayatını içinde bulunduğu sıkıntılara rağmen göğsünde tıkanmayan bir nefesle izleyen bir kimse olmayı, perdesini aralayıp açık kalmış tek tük ışıklara, ayın ve yıldızların bu karanlık kara parçasını aydınlatmak için biçare çırpınışlarına bakan bir insan olmaya yeğlerdim elbette. Fakat ne yazık ki -çok yazık ki- Mehpare Hanım, ben ayın adım adım gökyüzünü terk edişine şahit tutulmuş bir insanım. Duygularımı her yokladığımda içimde bulduğum pişmanlığın, bunca pişmanlığın, beni seslerden koparıp susuşların önüne koyan pişmanlığın sebebi ayın şekillerini, gelişlerini ve gidişlerini, gökyüzünün devamlı değişen renklerini biliyor olmaktan dolayı değil. Ben sadece hayatı sorgulayan zihnimi neden susturmadığımı, sanki başka bir dünyadan buraya düşmüşüm gibi yabancı bakan gözlerimi neden umursadığımı düşünüyorum. Dünyanın akışını insanları bir yere ulaştırmak için değil de, dönüp duran dişleri arasında onları yokluk sınırına getirmek için uğraşan çarklarını, insanların zihinlerinde kuluçkaya yatmış, dehşetin ve vahşetin beslediği fikirlerini düşünmekte bunca övülecek ne vardı da ayaklarımı bir saniye olsun pedallardan çekmeyip kendimi böyle yokuşlara bıraktım ve ısrar ettim hızımda, bilmiyorum. İnanın.


İşte, benim pişmanlığım tıpkı diğer insanlar gibi önüme koyulan çarkların içine girmediğim için. Bir zamanlar pedalları çevirmek için kullandığım ayaklarımı şimdi bu sefil düşüncenin ardında durmak için kullanışıma üzgün olmalıyım, belki öfkeli. Fakat ben sadece pişmanım Mehpare Hanım. Çoktan düşünmekle bir yere varamadığım şeyleri düşündüm, çoktan öğrenmenin sırtımda bir kambur olmasından başka hiçbir işe yaramadığı hisleri, fikirleri öğrendim ve sorulmaması gereken soruları zihnime sordum. Şimdi ne zamanı geri alabilirim ne de zihnimi tersine çevirip öğrendiklerimi öğrenmemişim gibi yaşayabilirim… Düşündüm bazı şeyleri ve ne yazık ki -çok yazık ki- Mehpare Hanım, bunun geri dönüşü yok. Oysa ben bu dünyada hayatın bir anlamı olup olmadığı sorusuyla bir an olsun ilgilenmeden gelen ve öyle sessiz, izsiz geçip giden bir insan olmak isterdim.


Sanki Mehpare Hanım, var olmanın övülecek nesi var? Hangi yolda yürüdüğümün çoktan anlamını yitirdiği hayatımda adımladığım her yere kırıntılar serpmenin ne önemi var?


Şayet kafamı kaldırdığımda gördüğüm dünya sesimi kesen dünya olmasaydı, kim bilir, belki ben de geçtiğim yolları kaybetmek istemezdim. Ya da bir çıkışım olsaydı, inancım olsaydı Mehpare Hanım, bilseydim ki sağlam bastığım adımlarım bu yorucu yürüyüşün ardından beni, içime derin bir nefes çektiren yerlere çıkartacak; elbette kaybolmak istemezdim. Oysa şimdi, gözümde, yürüdüğüm yolların da gördüğüm hayatların da hiçbir önemi yok. Hayat, düşünmeyi ve hissetmeyi reddedenler için ne kadar yaşanılası bir yer! Bütün gökler onlar için masmavi seriliyor. Bazen ben de öyle istiyorum ki sıyırıp atayım üstümdeki bütün hisleri, gözümün gördüğü bütün hayatları ve zihnimde dönen çıkmaz düşünceleri söküp alayım kendimden. Bir zamanlar beni ben yapsın diye sahiplendiğim bütün acı tecrübeleri, gerçekleri, benliğimi yani, bir yol kenarına bırakıp gideyim. Hiç bana ait olmamış gibi… Artık anlıyorum ki, insan, düşünmekle hiçbir yere varamıyor. Yani Mehpare Hanım, ben düşündüm diye şu bozuk lamba tamir olup da ışık vermiyor. Bense yönümü bulayım diye lambaları tamir etmekten yoruldum. Ben tek başıma tamir etmeye çalışırken her gün bambaşka kişilerin bozduğu lambalarıma ellerimi uzatmaktan yoruldum. İnsan, sayısızca gelen karanlıklara karşı tek başına ışığını korumaya çalışırken yoruluyor. Yorgunum Mehpare Hanım. Anlayın beni. Benim tekliğim bilinirken onların çokluğu bilinmiyor. Hudutsuzca üzerime gelen bu hayata karşı ayaklarımı ne kadar derine saplarsam saplayayım ben hep kayıyorum. Bacaklarım ince, bacaklarım titrek, ben çoktan kayıp gitmeye meyletmişim, diyorum, Mehpare Hanım. Diyorum ki, tutun beni.


Her gün gözümün önüne astıkları tablolara bakmaktan yorgun düşüyorum. Etrafımdaki bunca kalabalık, bütün insanlar yani, gördüğüm, görmediğim ama aynı yöne sorgusuzca gittiğini bildiğim bunca kalabalık, bana, buraya aitsin, diyor. Oysa ben kendimi hiç var olmayan bir yerde, hiç ses geçirmeyen bir fanusun içinde hissediyorum, anlıyorsunuz ya. Anlayın beni. Aidiyetsizlik hissiyle kuşanmışken her gün dünyanın bir başka yeri zihnimdeki anlamını yitiriyor. Kafamın içindeki sözlük boşluklarla dolu, bir bir silindi manalar. Kelimeler var fakat karşılıkları yok. Anlıyorsunuz ya Mehpare Hanım, bulutsuz bir gök gibi, köpüksüz bir deniz gibi dupduruyum, boşum. Dolduramıyorum içimdeki boşlukları.


Beni anlayın Mehpare Hanım, ne olur. İnsanı tüketen şey ne yabancılık ne sessizlik. İnsanı tüketen şey anlaşılmamak. Saatlerce konuştuğum bir insanın gözlerinde gördüğüm boşluk beni tüketen. Beni tüketen, dopdolu gittiğim komşu kızlarından ellerime sardığım çaresizliklerle dönüşüm. Üzerimdeki yalnız anlaşılmamanın çaresizliği. Boşluklara düşüyorum Mehpare Hanım; insanların boş bakan gözlerine, anlamayan bakışlarına, duyan ama dinlemeyen, bakan ama görmeyen uzaklıklarına düşüyorum. Kime dönsem yüzümü kapı hep duvar. Ellerim havada kalıyor. O yüzden anlayın beni, içine düştüğüm bu sessiz dünyadaki çırpınışlarımı anlayın. Benim çığlık çığlığa geçirdiğim geceleri bir kişi dahi bilmeyecekse ben niçin bunca duvarlara bakıp bunca düşünüyorum... Bir şahide, yani size ihtiyacım var. Uzakta olan bir kimsenin kelimelerimin ve hislerimin şahidi oluşuna ihtiyacım var. İnsansak şayet duyulmaya ihtiyacımız var. Öyleyse duyun beni. Çünkü ben size bir çığlık gibi yazıyorum. Amansız bir arayış, ufacık bir ışık; sesini duyurmaya çalışan bir kazazede gibi sesleniyorum. Göçük altındayım.

Diyorum ki Mehpare Hanım, ne olur duyun beni.