Mehpare Hanım,


Günlerin birbirleri ardına böyle dizilişi hakkında ne düşünüyorsunuz bilmem, fakat ben, ancak çok acı bir şeyi izleyen bir insanın gözleriyle izliyorum her gün doğan ve batan güneşi. Geceler de en az gündüzler kadar boğucu, can yakıcı ve gürültülü geliyor artık. Bilir misiniz, o gecenin derin sessizliğinin içinde yatan ve huzurlu uykularında olan dingin insanların nefes seslerine karışan korkunç gürültüleri? Kafamın en içinde, hiç dokunamadığım bir yerde öyle çok uğuldaşırlar ki; ne yapacağımı, geceyi nasıl sessizleştireceğimi bilemem. Çöküp kaldığım pencere önlerinde hayatta olan her şey; bütün duygular, tebessümler, kaçıp gitmeler, kendine kalmalar gözlerimin önüne serilir. Ben kendimi kirli, çok kirli hissederim. Çıkışımın olmadığını düşündüğüm bu dünyanın içinde düşüncelerle, hislerle, diğer insanlar gibi olamayışlarımla korkunç hissederim kendimi. Diğer insanlar… Bilmem, nasıl yaşarlar? Gündüzleri nasıldır mesela onların, gece gelip de üzerlerine çöktüğünde nasıl uyurlar, başlarını koydukları yastıkları yumuşak mıdır? Nasıl yaşarlar? Soruyorum, çünkü ben, öyle sanıyorum ki yaşamak ve mutlu olmak konusunda hiçbir şey bilmiyorum. Sınırları çoktan belirlenmiş ve önüme bırakılmış bu hayatta hiç kaybolmadan, hiç bulanmadan yürüyüp gidiyorum. Fakat ben kendi içimde kayboldum. Ezbere bildiğim, içinde tek bir tane belirsizliğin bile olmadığı bu hayatta ayaklarım nereye gideceğini biliyor, elbette biliyor, küçücük bir dünyada hep aynı yere çıkan taşlı bir yolda kaybolmanız mümkün değildir. Fakat ruhum… Mehpare Hanım, benliğinizin sizden sıyrılıp başına buyruk giderken yollarda düştüğünü, ağaçların dallarına takılıp çizildiğini, kendini kan içinde bıraktığı halde yine de size dönmediğini hissettiniz mi? Yoksa ben, sahiden de tuhaf şeyler mi söylüyorum? Baktığım her yüzde gördüğüm anlamsızlık, çatılan kaşlar, boşalan bakışlar bana, her defasında sahip olduğum tek dünyanın işte sığındığım bu sessizlik olduğunu söylüyor. Öyle ki Mehpare Hanım, siz bile sessizsiniz. İşte siz bile bunca sessizsiniz.


Her insanın bir heybesi var Mehpare Hanım, sırtında taşıdığı, yanında sürüklediği, ağzını sımsıkı örttüğü bir heybesi var. Yaşamın içinde varlığını unuttuğu, başka yollara saptığı, aydınlıklara çıktığı, sonra dönüp onunla beraber karanlıklara daldığı bu heybesini gün geliyor herkes bir kaldırım kenarında tek başına otururken kucaklıyor, iplerini çözüyor. Bana öyle geliyor ki işte bu heybeler, işte içindekiler dışarı çıkmasın diye ağzını sımsıkı örttüğümüz, unuttuğumuz ancak sırtımızdan atamadığımız bu heybeler bizim gerçekliklerimizdir. Kabullenemediğimiz, yok saydığımız, yolumuzu oradan söküp başka bir yöne çevirmek için didinip durduğumuz gerçekliklerimizdir ve muhakkak her biri bir gün karşımıza dikilir. Yahut biz isteriz. Biz isteriz onları Mehpare Hanım. Kısık seslerini içten içe işitiriz, katlanarak büyürler. Biz unuttuk sanırız, onlar seslerini gürleştirmek için didinir dururlar. Sonra bir an gelir. Bir an Mehpare Hanım, önemsiz, vakitsiz, kısacık bir an gelir, aklımıza düşer heybemiz. Bunca zaman ne uğruna çırpındığımızı bile belki sormayız kendimize, ay üzerimize vururken avuçlarımızı -ne çok yanarlar- kendi gerçeklerimize, heybemize, örttüklerimize basarız. Hani, gerçekler örtülmez derler ya. Ne çok severler bu sözü. Kimileri masumiyetlerinin kanıtlanacağına olan inançlarıyla, coşkuyla, bağıra bağıra söylerler ya hani. Mehpare Hanım, içimizde üstlerini örttüğümüz gerçeklerimiz de bir gün muhakkak gün yüzüne çıkar, görmezler. 


İşte benim gözümde dünya ancak budur. Uzun koşup, uzun yorulduktan sonra yıkık dökük oturduğum bir kaldırım taşında, ay ışığında avuçlarımı bastığım, yıllar yılı kaçtığım o heybedir. Ve hiç sormam kendime, hani kaçtıklarım, tutunduklarım, inançlarım, inatlarım, bunca bağırışlarım, çırpınışlarım hani nerede diye hiç sormam kendime. O an geldiğinde kabullenmek de kolaydır belki, insan hep içten içe bilir, gerçekler örtülmez, bazı anlar ertelenmez. Belki ben de içten içe her zaman bana doğru yaklaşan o sessizlikleri, kimsesizlikleri, ay ışığının altında bu defterin başında oturduğum geceleri biliyordum. Uzaktı ama her gün sabırla, inatla bana yaklaşıyordu. Hissediyordum. Şimdi kızgın değilim. İnanın ki, içimde kızgınlıktan bir parça dahi yok. Sadece duru, dupduru hissediyorum kendimi. İçimde çalkalananlar, kafamdaki onca gürültü gömüldü gitti. Şimdi kızgın değilim. Belki küskünüm, belki korkak ama inanın ki kimselere dokunma isteğinde değilim. Şu dışarıdaki hayat, gülüşen insanlar, şatafatlar, havaya yükselen kahkahalar elbette, elbette çarpıyor gözlerime; kulaklarımda sesler, hep o gülüşler, hani, hani o insanların üzerine silinmemecesine yazılmış güzellikler hepsi kulaklarımda. Ama inanın, ben o dünyadan çok uzaktayım. Bütün benliğimde hissediyorum bunu. Baktığımda gördüğüm dünya, içimdeki suskunluklara merhem olan dünya değil. Benim toprağım burası değil Mehpare Hanım. Ben burada ne büyüyebiliyorum ne de güzelleşebiliyorum. Solgun değilim belki, belki kopmadım hayattan ama anlayın, dilimden “Ben buraya aitim.” cümleleri dökülmüyor. Bunca zaman dokunmaya çalıştığım bu hayatlarda, girmeye çalıştığım bu dünyanın evlerinde ellerim yandı, ayaklarım çok yorgun. Büyümüş değilim belki ama anlayın Mehpare Hanım, çok uzun yürüdüm. Gördüğünüz bütün evleri bir bir dolaştım, artık yorgunum.


Beklediğim, baktığım aynalarda kendimi görmek değildi. Ben, kendimi değil, bana yaklaştığını hissettiğim sessizliği kıracakları görmeyi arzulamıştım. Şimdi yalnızca ben varım. Bütün aynaları dolapların içlerine sakladım.


İşte benim dünyam ve işte hayatım. Şimdi arzuladığım tek şey bu kırık ve sahici dünyamda, bu uzaklıkta sessizce yürümek. Yürümek ve beklememek. Bilmem anlar mısınız, artık anlayın beni diyemiyorum, beklemekle yorgunum. Bakan gözler, anlayan bakışlar, yumuşakça seslenişler aramaktan yorgunum. Şimdi sadece sahip olduğum göğümü kalkıp kendim mavilere boyamak istiyorum. İnsan, konuşmadan da yaşar. Muhakkak yaşar. Biliyorum Mehpare Hanım, biliyorum konuşamam kimseyle. Anlaşılmaz, tuhaf şeyler söylüyorum. Gözlerim artık anlaşılmakta değil, ellerden ve gözlerden çoktandır vazgeçtim. Yoruldum ve durgunum artık. Hayatımda ağaçlar, yapraklar, salınmışlıklar, susuşlar, savruluşlar var. Avuçlarımda adım, kendime duyduğum acım ve belki biraz da kaybetmediğim şefkatim var. Kendime biraz uzağım, ben kendime yeterim, deyip kendimi sarıp sarmalayabilir miyim bilmiyorum. Ancak bir kaldırımdayım. Bunca zaman taşıdığım, inkar ettiğim ama yine de peşimce sürüklediğim heybem önümde, avuçlarımı basmışım, ne çok yanarlar Mehpare Hanım, ay tam tepemizde. Hiç adım sesleri düşmüyor kaldırımlara ve ben bu sessizliğe ne çok aşinayım. 


Çırpındığım hayatta ne kazandığımı neyi kaybettiğimi söyleyemem belki. Belki hırçınlaştım, belki durgunlaştım, sustum, kendimle konuştum, tuttum bu kağıtları önüme koydum, dost oldum, düşman oldum, huzurumu, dinginliğimi, sessizliğin güzelliğini kaybettim. Şimdi size, bütün bunları bana geri verin demiyorum. Beni anlayın da diyemem artık. Bilmem, ben sizden ne istiyorum? Sessizliğinize rağmen inandığım varlığınızdan kopmak çok zor, çok acı belki. Belki yeterince alışık değilim bütün dünyanın sahiden de kapkaranlık kesilmesine. Var mısınız, beni sahiden de anladınız mı, okudunuz mu bilemiyorum. Sanıyorum ki artık, bilmek de istemiyorum. Aramaktan yorgunum. Dedim ya Mehpare Hanım, ellerden ve gözlerden çoktandır vazgeçtim. Yoruldum ve durgunum artık. Avuçlarımda adım, bir kaldırımdayım.

Fakat yine de siz, şayet varsanız, kendinize iyi bakın. Bir veda gibi düşünmeyin bunu. Bu bir vedaysa bile size değil, benim kendime veda edişimdir. İnsanı beklemeler ayakta tutar. Ancak ben şimdi, söyledim ya, gerçeklerimin örtünün altından kalktığı, en gür sesleriyle, yıllar yılı çalıştıkları o sesleriyle, heybetleriyle karşıma dikildikleri o andayım. Bir an Mehpare Hanım, işte geldi. Karanlıktayım. Fakat önemi yok. Umuyorum ki ben, sessizce boyayacağım o göğü maviye.


Sevgilerimle.