Eve geldiğimde dün gece sabaha kadar oturup düşündüğüm kâğıdı masamda unuttuğumu fark ettim. Tamamen unutmuştum aslında. O gelmiş miydi? Kim? Siz seçin onu da. Adam bugün de yalnız. Kiminle konuşuyor? Benimle. Kâğıtta ne yazıyor? Hatırlamıyor musunuz? Tekrar oku. Ne gerek var? Şarabın nerede? Kâğıtta iki damla kurumuş şarap lekesi var. Ağzından mı damladı? Sakallarındandır. Komik mi? Oku şunu yüksek sesle. Bu kadına neden karşı gelemiyorum? O kadın yok. Siz görmüyorsunuz. Sen de görmüyorsun. Ben görü... Oku.


“Uykumdan her uyandığımda, her uykumdan uyandığımda, yazmam gerektiğini fısıldıyorlar bana. Kimin fısıldadığı hakkında bir fikrim yok. Ne yazmamı istedikleri konusunda bir fikrim yok. Olsa ne olur ki? Beceremiyorum bu işi işte. Denemedim mi önceden de? Sen biliyorsun. Ama sen yoksun artık. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bir şeyi istersem olmuyor, çok istersem hayatım altüst oluyor. Bunu daha önce de defalarca deneyimlememe rağmen önüne geçemiyorum. Önüme geçme, dur. Sen farklıydın belki de, bilmiyorum. Ama şu da var: Farklı olsaydın çok istemezdim. İstemediğim şeyi istiyorum sadece. İstediğim şeyleri bilsem istemediğim şeyler de çıkar mı ortaya? Öğrenmek istemiyorum. Bilemiyorum. ‘Bana yardım et!’ demeyeceğim. Kelimelerim tükenmeye başladı. Nefes alamaz oldum o günden sonra. Şuramda bir ağrı var, nedenini bilemiyorum. Hep eksik yaşadım şimdiye kadar. Ne zaman tam yaşayacağım? Senden kurtulamıyorum, kendimden kurtulamıyorum. İkimizden biri fazla bu bünyeye, bu dünyaya! Hiçbir yere sığamıyorum. Aşkımdan değil bu. Aşka ihtiyacımız yoktu bizim. Hepimizin sevmeye ihtiyacı vardı. Bunu hiçbirimiz göremedik. Ne yapacağımı bilemiyorum. Yazabilir miyim bilmiyorum. Yazabileceğimi varsayalım, ne yazacağımı bilmiyorum! Yapamayacağımı biliyorum ama yazamazsam… bilmiyorum. Bilmemek bu kadar korkutur muydu insanı? Fısıltılarla yaşayamayacağımı biliyorum. Yorgunum. Hiçbir şey yapmamak bu kadar yorar mıydı insanı?”

       

“Yoran şey hiçbir şey yapmamak değil, yapamamak. Kalem tutmayı beceremiyorum. Sen biliyorsun, ellerim titriyor. ‘Psikiyatriste git,’ demiştin. Gittim. Ellerim daha çok titremeye başladı. Uyuşmak istemiyordum ben, uyumak istiyordum. Neden istediğim tek bir şeye bile müsaade etmediniz?”


Bu ne? Mektupmuş, öyle demişti gece. Ne mektubu, intihar mı? Yoksa burayı terk mi ediy... Cinayet. Kâğıdı yakıp onun verdiği perdeyi mi tutuştursam? Kitapların ne olacak? İrkiliyorum. Hiçbir yere dokunmadan yatağa geçiyorum. Karanlık, sarı, kirli tavanı izliyorum. Kalkıp perdeyi açıyorum. Sokak lambasının pis ışığı odayı aydınlatıyormuş gibi yapıyor. Elimdeki şarap şişesiyle penceremin önüne geliyorum. ‘Oturma odası’ hep yabancı gelmiştir bana. Kitapların orada olmadığı içindir. Yatağım orada olmadığı için. Yatağın kitaplarından daha mı değerli? Bazen. Artık çoğu zaman. Işığı açıp yatağın başlığını inceliyorum. Orayı acıyla, korkuyla, zevkle tutan elleri getiriyorum gözümün önüne. Dayanılacak gibi değilsiniz! Neden böyle oldun? Ne olmuşum? Nasıl böyle oldun? Bilmiyorum! Ne demek, bilmiyorum? Soru sormayın, bilmiyorum, teşekkür ederim. Geçici bir süre kapalıyız. Cenaze nedeniyle. Belki? Belki mi? Belki. Peki. Ne saçmalıyorsun, yazar efendi? Penceremin önünde binaların kapattığı yıldızları izleyerek son şarabımı yudumluyorum. “Hep yağmurlu bir günde ölmek istemişimdir.” Yan odada ölü yatan bedenin üstüne bu sabah yağmur yağıyordu. Oturma odasına geçip bir şarkı açıyorum, “Sevdin olmadı, bir dünya istedin kardeşçe, olamadı…” Göğsüm sızlıyor. Sızı değil bu. Kan mı? Pişman mısın? Sallanarak odama dönüyorum. Paslanmaya başlayan çatlak aynaya bakıyorum. Hareket ediyorlar sanki. Sana öyle geliyor. Kimler hareket ediyor? Tekrar pencerenin önüne geçiyorum. Yüksek duvarlı beton binaların kapattığı yıldızları izliyorum son kez.