Dördüncü Mektup


           Bu mektubu okuyunca yatağıma yavaşça gömüldüm. Yorganımı başıma çekip oluşturduğum o karanlıkta, korkuların en büyüğünü yaşamayı istedim. Ama okuduklarım ve annemin yaşadıkları karşısında bu çabamın beyhude olduğunu biliyordum. Eşimin acıyan gözlerle bana baktığını hissediyordum. Bir elin yavaşça yorganı kaldırdığını, dünyamı aydınlattığını fark ettiğim an, eşime sarılıp saatlerce ağlama isteği cereyan etti. Kaç dakika öylece kaldık bilmiyorum. Biraz daha kendime gelince tekrardan uzandım yatağa. Eşim ise hâlâ başımdaydı. Elimi tutuyor, başımı okşuyordu. Nasıl teselli edeceğini, ne diyeceğini bilemiyordu bir türlü. Hareketlerinden fazlaca belli oluyordu. Ben ise düşünüyordum. Son zamanlarda en çok yaptığım şey gibi. Düşünmek bir aşamadan sonra insanı en çok yoran şey oluyormuş gerçekten. Babamı düşünüyorum; kim bilir diyorum neler yaşadı da gitti. Neler çekti gurbette. Eşini çocuklarını öylece bırakıp gitmek insanın en ağır sınavlarından olmalı diye düşünüyorum bu sefer de gözlerimi eşimden ve çocuğumdan ayıramazken. Annemi düşünüyorum; en ağır mücadeleyi onun verdiğini hissediyorum, düşüncelerimin ağırlığından bu böyle olmalı diyorum. Eşini kaybediyorsun, karnındaki günahsız bebeğini kaybediyorsun... En son da üç çocuğunla ortada kalıveriyorsun. Sahip çıkanın, elinden tutanın olmadığı bu kurtlar sofrasında yaşamanın en onurlu mücadelesine girişiyorsun. Ve bu savaştan yıllar sonra da olsa alnının akıyla çıkıyorsun. Kimseye muhtaç olmadan çalışarak çabalayarak geçimini sağlıyorsun. Evlatlarını iş sahibi yapıyorsun. Yıllarını verdiğin evlatların senin için parmağını bile oynatmıyor belki de ama yine de senin gözün onu görmüyor. Yıllarca yanı başımda duran, onurlu mücadelesinin galibi annemi böyle düşünmek beni çok yıpratıyor. Yıpratıyor elbette ki yaşarken kıymetini bilememek, yanımdayken bunların farkına varamamak yıpratıyor. Ama yine de düşünmeye devam ediyorum. Her şeyi düşünüyorum.

İki kardeşim hariç her şeyi düşünüyorum. Nasıl olur da iki gün geçmesine rağmen hâlâ miras için gelmediler anlam veremiyorum. Eşimin mektubu katlayıp tekrardan zarfa koyuşuna bakıyorum. Zarfı kutuya koyacağı sıra elinden tutup tekrar çıkarmasını rica ediyorum. Okuyor. Cümleler beynimde dans ediyor. Damarlarımda hoplayıp zıplıyor sanki. Okuması bittiğinde gözlerinin içine bakarak:


— Benim bir kardeşim daha varmış ama öldürmüşler.

— Evet canım. Üzülme ama Allah bebeğin canını alanların yanına kâr bırakır mı hiç?

— Haklısın, bırakmaz ama benim bir kardeşim daha varmış. Hem de daha doğamadan “ailem” dediğim insanlar tarafından öldürülmüş. Onlar da bir anne-baba değil miydi nasıl kıyarlar torunlarına, saf bir bedene? Nasıl?

— İnsan ailesini seçemiyor. Bilmediğimiz ne nedenleri vardı, o zamanlar neler yaşandı, aralarında neler geçti hiçbirini bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey kardeşinin ölmüş olması.


           Eşim cümlesini tamamlayınca mektubu zarfa koydu. Sırasına göre dizdi ve üzerindeki ipi tekrardan geçirdi. O işini bitirince kutuyu alıp sarıldım. Evladım gibi öpmeye koklamaya başladım. Gözyaşlarımı döküyordum üzerine. Bir hayatın, koskoca bir ömrün özetiydi şu üç-beş kağıt parçası. Mektupları alıp barajın kenarına, ormana gitmek istediğimi söyledim. Eşimden rica ettim, beni götürmesini istedim. İtiraz edecek oldu ama yine de olumsuz bir şey söylemedi. Hemen hazırlandı, benim de hazırlanmama yardım etti. Oğlumuzu da komşuya emanet ettik. Bütün vücudum düşünceden ibaretti sanki. Adımlarımı atarken duraklıyor, düşünüyor ve birkaç şey mırıldanıp öyle devam ediyordum. O yüzden biraz zaman aldı aşağıya inmem. İndiğimde sanki yıllardır mağarada, karanlığın içinde yaşayan biri gibi hissettim kendimi. Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Arabaya bindiğimde emniyet kemerini taktım. Kutu hâlâ kucağımdaydı. Eşim, arka koltuğa koymamı önerdi ama böyle iyi olduğumu söyledim. Gözüm hiçbir şey görmüyordu, aklım hiçbir şeyi almıyordu. Sadece bu mektuplarda yazanları idrak edebildiğimi düşünüyordum. Gözümün önüne bisikletim geliyor, babam-annem geliyor, yaşadığım evler geliyor, dedem geliyor kısacası geçmiş hayatımı izliyorum. Sanki dünya koskocaman bir ekran ve o ekranda sadece benim hayatım var ama bunu bir tek ben görebiliyorum. Öyle bir sinemadayım sanki. Eşime suyun kenarındaki kameriyeye kadar gitmesini söyledim. Arabayı kenara bıraktık, arabadan indik. Suyun hemen yanında sayılırdık. Kutuyu masaya bıraktım. Ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkardım. Suyun içinde bir çocuk gibi oynamaya başladım. O sırada tabi ki hiçbir şey aklıma gelmiyor. Eşim, garibim, kim bilir ne kadar endişeleniyordur benim için. Gelip çıkardı beni. Masaya oturduk. Gözümüzün alabildiği her yer suydu. Kutuyu kendime doğru çevirip mektupları aldım. İpi çözdüm. Üçüncü mektubu bulup önüme koydum. Bir zaman sonra mektubu yanımda oturan eşimin önüne sürdüm. Gözlerimi kapattım, okumasını bekledim:

           “Senin mektuplarını okuduktan sonra kan beynime sıçrıyor. İyi ki orada değilim diye şükrediyorum. Yoksa engel olamayacağım bir dizi olaylar yaşanırdı muhakkak. Tabii ki yine de senin yanında olabilmek için nelerimi vermezdim, o da ayrı bir konu. Ben yine de onlar gibi bir ebeveyn olmak istemiyorum. Allah onları bildiği gibi yapsın. Mümkün olduğunca sakinliğimi korumak istiyorum. İşte bu yüzden artık daha fazla babamların yanında yaşamanızı istemiyorum. Seni ve çocuklarımı A… alacak. B…’deki eve götürecek ve artık orada yaşayacaksınız. O sana ulaşacak bir şekilde. Orada güvende olacaksınız. Bunu en başında yapmalıymışım ya, neyse. Çok kızıyorum kendime. Olanlara çaremiz yok ancak bundan sonra yaşanacakları engelleyebiliriz. Eve geçince yine yazarsın. Çok bekletme, sağlıcakla kalın.”

           A… adlı kişi kim bilmiyorum. Ama B… dediği ev şu anki evimiz olmalı. Yıllar sonra bütün gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Boşuna dememişler sonuçta değil mi: Söz uçar, yazı kalır!

 

Haziran 2020, Taşlıçay