Resim: Edvard Munch - Melancholy (1891-1893)


Bu yorgunluk beni her nefesimde öldürüyor. Sobanın minik deliklerinden duvara yansıyan ateşin dansını izliyorum. Gözlerimdeki yorgunluk sabit bir noktaya uzun süre bakmama izin vermiyor. Artık öksürmekten ciğerlerimin içinde bir yara oluştuğunu hissedebiliyorum. Kanıyorlar... Birkaç gündür uyuyamıyorum ve işe gitmiyorum. Her hareketimde vücudumun her noktası acı çekiyor, ayağa kalkmak bir işkenceye dönüşüyor. Kafamı masaya doğru çeviriyorum. İşe giden arkadaşlarım masaya yemem için bir şeyler bırakmış ama birkaç gündür bir şey yemiyorum, yemek istemiyorum. Ayaktayken omurgam, vücudumu taşımakta zorlanıyor. Kırılacak gibi hissediyorum. Çıtırtıları duyabiliyorum. Çeşmenin üzerindeki aynanın, sırlarının dökülmediği küçük kısımlarda parçalı yansımama bakıyorum. Yüzümdeki kemikler belirginleşmiş, gözlerimin altı uykusuzluktan ağlamış, mosmor olmuş ve tenim, kan dolaşımım durmuş gibi bembeyaz. Sanırım hayat gibi ben de bütün renklerimi kaybediyorum. Musluğu açacak gücüm bile yok. Üç parmağımı, musluğun gemi pervanesine benzeyen anahtarına oturtuyorum ve omzumdan güç alarak vücudumla beraber çeviriyorum. Üzerime sıçrayan su, bu sefer canımı yakıyor. Belki de hayatı hissetmeye başlıyorumdur. Belki de ölüme yaklaştıkça hayatın tüm çıkıntıları batmaya başlıyordur ya da sen hissetmeye başlıyorsundur. Ölüm yoksa renk vardır ve yaptığın her şeyden zevk alabilirsin. Hiçbir şey kolay kolay canını yakamaz ama ölüm kendini hissettirmeye başladığında hayatın elindeki tüm renkleri alır ve yapılan hiçbir şeyde tat bırakmaz. Fark edilen en ufak olumsuz şey; anlamsızca büyür ve can yakar. Küçük renksiz olumsuzluklar, yanında duran büyük güzel şeylerin içine damlar ve tüm güzellikler rengini kaybeder. Bir taşın üzerinde oturan renk değiştirmiş bir bukalemun gibi fark edilmez. Elimdeki macuna dönmüş kan, musluğun anahtarına bulaşmış. Elimi ovuştururken küçük katı parçalar, parmaklarımın arasında geziniyor. Bazen o kadar şiddetli öksürüyorum ki bu parçaların ciğerlerimden geldiğini düşündürüyor bana. Elimi yıkadıktan sonra avucumun içine su doldurup, musluk anahtarının üstüne döküyorum. Aşağıya doğru kopmadan uzanan, kırmızı bir sülük gibi süzülüyor. Artık yorgunluk ve ağrı o kadar bastırıyor ki adımlarımı tam atamıyorum. Ayaklarımı yerin üzerinde sürüklüyorum. Uzaktan bakıldığında yürüyen bir cesedi andırıyorum. Birkaç gündür tek yaptığım şey yatmak, yatıp uyumamak. Artık sobaya en yakın yatakta yatıyorum. Bazen öyle ateşim çıkıyor ki kızarıyorum ve sobaya ihtiyaç duymuyorum. Artık öksürmek istemiyorum. Bu yüzden tam nefes almamaya, ciğerlerimi zorlamadan nefes alıp vermeye çalışıyorum. Boğazım acımaya başladığında öksürmemek için nefesimi tutup bir süreliğine nefes almıyorum. Bu çoğu zaman işe yarıyor. Boğazımdaki ve ciğerlerimdeki ağrıyı tam olarak anlatacak olursam: Bir avuç dolusu kızgın çiviyi yutmuşum ve çivilerden bazıları mideme inemeden boğazıma takılmış, bazıları da yemek borumu yırtıp ciğerlerime saplanmış gibi. Tam olarak bu söylediğim gibi bir şey. Sanırım bu durumun en güzel yanı artık sigara içmiyor olmak. Zaten içecek ciğerimin kaldığını da düşünmüyorum. Dedemin ben küçük yaşlardayken bana anlattığı hikâye geliyor aklıma. Sigara içen herkes bir bekleyiş içindedir. Sigaradan çekip havaya doğru bıraktığımız nefesteki her duman aslında bizim etrafımızda toplanıyor ve günün birinde tüm sevinç ve üzüntüler bu dumanın ardında yok oluyor. Tamamen kör olmaya başlıyoruz. Önce renkler gidiyor, sonra ruhumuz bir çekimle savaşa giriyor ve sonunda yorgun düşüp bedenimizi terk ediyor.