Hayatı boyunca ileri derece manik depresif bozuklukla boğuşan, 30 yaşındayken kendisini fırının gazıyla öldüren, gizdökümcü şair ve yazardı Sylvia Plath.
*
İlk Kayıp ve İlk Belirtiler
Sylvia Plath, 27 Ekim 1932’de Boston’da dünyaya geldi. Babası biyoloji alanında saygınlığı olan Otto Emile Plath ve annesi de babasının yüksek lisans öğrencisi olan Aurelia Frances Plath’di. Sylvia’nın, Warren adında da bir erkek kardeşi var.
Otto Plath 1940 yılında, şeker hastalığına bağlı sebeplerden hayatını kaybetti. Geride bıraktığı küçük kızı, yaşamı boyunca bu ölümün yarattığı boşluğu doldurmaya çalışacaktı.
Sylvia’nın hayatı, ileri derece manik depresif bozuklukla mücadele etmekle geçti. Hayatının erken dönemlerinde psikolojik tedavi almaya başladı. Bu sürece zamanla, şok tedavileri de eklendi.
*
Başarılı Öğrencilik ve İlk Teşebbüs
Burs kazanarak girdiği Smith Koleji’nden -en yüksek onurla anlamına gelen- summa cum laude derecesiyle mezun oldu.
Smith Koleji’nde okurken, 24 Ağustos 1953’te, aşırı dozda uyku ilacı içerek intihara teşebbüs etti. Bu girişiminde başarılı olamayınca McLean Hastanesi’nde birkaç ay psikolojik tedavi gördü. 1962 yılında yazdığı Lady Lazarus şiirinde bu intihar teşebbüsünden bahseder:
“Gene yaptım, gene yaptım işte.
On yılda bir kere beceririm bunu ben.”
Az sayıda kişiye verilen Fulbright bursunu kazanarak girdiği Cambridge Üniversitesi’nde de oldukça başarılı bir öğrenciydi. Şiirlerini yayımlatmaya devam ederken çalışmalarını sürdürüyordu. Ne var ki depresyonu peşini hala bırakmıyordu.
*
Aşka Aşık Bir Kadın
Plath, romantik ilişkilere yoğun bir ihtiyaç duyuyor ve sürekli “o aşkı” arıyordu. İçten içe onu tüketen bu ilgi dolu arayışını da çok erken yaşta kaybettiği babasının yokluğuyla ilişkilendiriyordu:
“Bir erkeğin yakınlığına duyduğun şiddetli arzu ve konuşup gülüşen bir erkek topluluğunun huzur verici sesinden aldığın hazzın, evin içinde yetişkin bir erkeğin eksikliğiyle bir ilgisi olabilir mi diye merak ediyorsun.”
Kendisini çekici bulamasa da erkekleri baştan çıkarabildiği cazibesinin farkındaydı. Ama o genellikle, aralarında Richard Sassoon’ın da bulunduğu, kendisi için imkansız olanları istiyordu. Belki de hiçbir erkeğin, babasının yerini dolduramayacağını içten içe biliyor ve bunun için de ulaşması zor hedeflerin peşinden koşuyordu. Aradığı eşi bir yarı-tanrı olarak nitelendiriyordu:
“…eninde sonunda beni mahvedecek şeyleri arzuluyorum ben.”
*
İçindeki Kemirgenler
Erkekleri kıskanıyordu. Erkeklerin kariyer ve aile/cinsel yaşamlarını dengeli biçimde sürdürebildiğine inanıyordu; oysaki kadınlar hep seçim yapmak zorundaydı. Hep “kadın olmasına rağmen” başlıkları altında değerlendiriliyordu başarıları. Kadınlık kimliğiyle de hep savaş halinde olmaya zorlanıyordu.
Kıskançlığının, kibrinin ve bencilliğinin farkındaydı. Kendisinden başka kimseyi gerçek anlamda sevemediğini, dış dünyayla fazla ilgilenmediğini biliyordu. Ancak bunlar için çözüm aramıyor da değildi. Ne var ki; birbirlerini besleyip duran bu kusurları hem kendisini hem de ilişkilerini olumsuz etkiliyordu. İçinden çıkılmaz bir döngünün içinde gibiydi.
Ölüm ve yaşam arasındaki çatışmanın alevi harlanıp duruyordu. Bazen gelecekten umutlu, ileriye doğru adım atmaya hevesli, yaşam için çaba harcayan bir kadın oluyorken; bazen de hayatın anlamsızlığı ve kendi boşluğu içinde kaybolan, zayıf bir kız çocuğuna dönüşüyordu. 20 yaşındayken yazdığı günlüğünde, umudunun örneğini sunuyor:
“10 yıl içinde 30 olacağım, çok yaşlı değil, hatta belki iyi. Umut. Beklentiler. Bir de çalışmak ve ben bunu seviyorum. Çocuk doğurmak. Hatta belki bir kız bir erkek.”
*
Sanatında Adım Adım
Sylvia’nın ilk şiiri, babasının ölümünün hemen ardından bir dergide “Şiir” başlığı altında yayımlandı:
“Duyuyor musun cıvıldayan çekirgeleri
Nemli çimlerin arasında.
O küçük, parlak ateş böcekleri
Parıldıyor geçtikleri sırada.”
Virginia Woolf’un eserlerinden oldukça etkileniyordu. Hatta günlüğüne “hayatının bir şekilde, onunkiyle bağlantılı olduğunu” da yazdı. Belli ki öyleydi. Sonuçta Virginia Woolf da 1941 yılında ceplerine doldurduğu taşlarla, Ouse Nehri’ne atlayarak intihar etmişti.
Mükemmelliyetçiliği, kariyerinde de yakasını bırakmıyor ve Sylvia, sanatını pek yeterli bulmuyordu. Kendisini başkalarıyla -evlendiğinde özellikle Ted’le- kıyaslıyor, her zaman kusurlarını buluyor ve bu kusurlara belki de gereğinden fazla odaklanıyordu:
“Benim sorunum ne mi? Yeterince özgür düşünceye, taze imgeye sahip olamamak. Bilinçaltında klişelere ve haksızlığa uğramış birleşimlere saplanıp kalmak. Yeterince özgün olamamak. Modern şairlere körü körüne tapıp yeterince analiz ve pratik yapmamak.”
1960 yılında bazı şiirlerini topladığı Colossus adlı eserini yayımladı. 1963 yılında da Victoria Lucas takma adıyla, yarı otobiyografik özellik taşıyan Sırça Fanus isimli romanını yayımladı.
Üniversite hayatında da dergilere sık sık öykü ve şiirlerini gönderiyor, bunların da birçoğu yayımlanıyordu. Çocuk yaşlarından itibaren, edebiyat yarışmalarında ödül kazanmaya alışmıştı.
*
Ve Ted Hughes Sahneye Girer
23 Şubat 1956’da, St. Butolph’s’taki bir partide İngiliz şair Ted Hughes’la tanıştılar. Hayal edin: bir tarafta, hayatı boyunca babasının boşluğunu doldurmaya çalışan ve geleceğindeki aşkını özlemle arayan genç bir kadın; diğer taraftaysa, gücü ve başarısıyla gözler önünde yaşayan yakışıklı bir şair… Bu çekim nasıl engellenebilirdi ki? Tanıştıkları gece, çok sevdiği kırmızı saç bandanası ve gümüş küpeleriyle beraber, ömrünün geri kalanını da Ted’e verdi Sylvia. Aynı yıl içinde, 16 Haziran 1956’da, Londra’da evlendiler. Bu evlilikte, biri düşükle sonuçlanan üç hamilelik yaşadı. Frieda ve Nicholas adlarında iki çocukları oldu.
Hughes da Plath gibi şairdi. Ayrı kulvarlarda ilerliyor olsalar da Sylvia kendi yaratıcılığını, Ted’inkiyle karşılaştırıyor ve bu kıyaslama gittikçe Plath’ın içinde yıpratıcı bir rekabete dönüşüyordu. Haliyle sürekli başarısızlık içinde debelendiğini ve yaratıcı zekasından uzaklaştığını hissetti.
Zamanla, korktuğu başına geldi ve sadece çocuklarıyla ilgilenip evde kocasını bekleyen bir kadına dönüşmeye başladı.
Ted Hughes, evlilikleri boyunca Plath’ı sürekli aldattı. 1961 yılında İngiltere’de taşındıkları evlerine yakın bir yerde yaşayan Wevilllerle arkadaş oldular. Bir şair olan Assia Wevill ile Ted Hughes arasında, sonradan ilişkiye dönecek olan beraberlikler yaşanmaya başladı.
*
Son Hamleler
Ölümüne günler kala Sylvia ve çocukları; arkadaşı Jillian Becker ve onun eşi Gerry’nin evine bir süreliğine misafir oldular.
Sylvia ve Ted, bir gece son kez buluştular. Bu buluşmadan, Ted’in hamile olan Assia’yı bırakamayacağı sonucuna varıldı. Jillian Becker, bu randevunun ardından Sylvia’nın uzun zamandır olmadığı kadar mutlu gözüktüğünü söylüyor. Bu mutluluğun sebebi Ted’i görmüş olması mıydı, yoksa hayatının en radikal kararını tamamen almış olması mıydı? Bilinmez.
*
Kararsız Bir İntihar
11 Şubat 1963 sabahı Sylvia çocuklarının kahvaltılarını hazırlayıp odalarına götürdü. Bir sızıntının gerçekleşmemesi için kapılarının aralıklarını özenle kapattı. Mutfağa gidip fırının gazını açtı. Uyku ilaçlarını alıp kafasını fırının içine sokarak intihar etti. Bu kez başarmıştı.
Peki, Sylvia gerçekten ölmek istedi mi?
İntiharından önce yanında bir not bırakmıştı. Notta doktorunun numarası ve adı yazıyordu. Ne yazık ki her sabah aynı saatte gelen hemşire, o gün
geç kalmıştı. Sylvia kurtulamadı.
*
Ya Ondan Sonra?
Ölümünden sonra "Ariel" ve "Crossing the Water" isimli şiir derlemeleri; "Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı" isimli öykü ve düzyazılarından oluşan eserleri yayımlandı.
Balıkçılık biyoloğu olan Nicholas Hughes, 16 Mart 2009’da Alaska’daki evinde kendini asarak intihar etti. Frieda Hughes ise hala hayatta. 7 çocuk kitabı, 4 şiir koleksiyonu, bir öyküsü ve birçok sergisi olan başarılı bir şair ve ressam.
Plath’ın intiharından hemen sonra Assia Wevill, karnındaki bebeğini aldırdı. 6 yıl sonra da aşırı dozda uyku hapı içerek intihar ederken, Hughes’tan olan minik kızı Shura’yı da yanında götürdü.
Plath'ın ölümünden Ted Hughes'ı sorumlu tutan hayranları, mezar taşındaki "Hughes" soyadını defalarca kez silmeye çalıştılar. Haklılık payları tartışılır. Elbette Ted Hughes'ın da etkisi büyüktü; ancak tek etken o değildi.
Ted Hughes; Sylvia'nın intiharını "önlenemez", Assia Wevill'in intiharını ise "önlenebilir" olarak yorumluyordu.
***
Alıntılar: Sylvia Plath, Günlükler, Kırmızı Kedi Yayınları, 2018
https://www.google.com/amp/s/kayiprihtim.com/liste/sylvia-plath-hayati-hakkinda-bilgi/amp/
Zeynep Uyumazer
2021-12-28T01:39:47+03:00Çok teşekkür ederim. :) @Kenan Birkan
Kenan Birkan
2021-12-12T23:25:15+03:00Amerikan edebiyatının melankolik prensesi. Herkes bilir ama pek az kişi bilir. Muhteşem bir içerik! Elinize sağlık!
Zeynep Uyumazer
2021-01-30T15:56:27+03:00oldukça öfkeli ve kırgın bir çocuk.
Filiz Bedük
2021-01-30T15:49:35+03:00Tanrıyla bir daha hiç konuşmayacağım....
Zeynep Uyumazer
2021-01-30T13:16:57+03:00katılıyorum. bütünün ufacık bir parçası yansıtılıyor yalnızca. sylvia 'ev işleri ve kocasından başka bir şey düşünmeyen' bir kadın olmaktan hep korkuyordu. bu karmaşa ve ikircikli hâlin yansıtıldığına inanmıyorum.
teşekkür ederim tekrar. :)
Zeynep Uyumazer
2021-01-30T12:10:39+03:00teşekkür ederim.
2003 yılında çekilen "sylvia" adlı filmin de etkisi olmalı bu yanılgıda. onların gözünde yalnızca, "ted hughes için intihar eden bir kadın."