Doktorun odasından çıktıktan sonra koridorda bulunan pencerenin önüne geçtim. Gökyüzüne bakmak istemiştim, baktım ama bulutlar olmadığı için buruk bir hüzünle başımı indirdim. Aslında gökyüzüne bakmayı değil, gökyüzüne bakıp bulutları görmeyi istemiştim. Sırtımı pencereye dönüp kafamı cama yasladım. Bir müddet bekleyecektim çünkü takatim yoktu yürümeye. Göğsümün sol köşesinde hissettiğim sert ağrı nefes almama dahi izin vermiyordu. İnat edercesine derin nefesler alıp veriyordum. Ve her seferinde kalbime hançer saplanıyormuşçasına sivri bir ağrı tüm vücudumu ele geçiriyordu. Elimi pencere ve duvarı birbirine bağlayan kolona dayadım. Galiba ayakta durmakta zorlanıyordum. Derin nefes alışverişlerime devam ederken gözümden düşen bir damla yaşı yanağımda hissettim. Ve tam o anda duvara dayadığım elimi biri tuttu. Hızlıca elime baktım. Tutana değil, elime baktım…

Uzun zaman olmuştu biri tutmayalı ve ben de vuslata ermiş olan elimin bunu nasıl kutladığını görmek istemiştim galiba. İçimde yaşıyor olduğum bu heyecana rağmen elim taş kesilmiş gibi hareket etmiyordu. Tutan ele baktım. Yaşlıydı, çok yaşlıydı… Taş kesilmiş elimi tekrar diriltmek için çabalarcasına başparmağıyla hafifçe elimin sırtını okşuyordu. Yaşlı elin sahibini görmek adına gözlerimle eli takip etim. Uzun kollu bir hasta kıyafeti karşıladı gözlerimi. Omzuna yaklaştıkça başına örttüğü yemenini ve onun oyalarını görüyordum. İnce bir işçilik vardı oyalarda. Yemeni ise beyazdı, bembeyaz. Sonunda bana gülen gözlerle bakan yaşlı yüze baktığımda gülümsedim. Gülümsemiş olmam sol göğsümde bir sızı daha oluşturmuştu ama umursamadım bunu. Adeta bana cennet bahşedilmiş gibi hissediyordum karşımdaki gülümsemeye baktıkça. Bu yüzden kocaman çok kocaman karşılık verdim gülümseyerek.

“Meleğim, sonunda geldin…” dedi gözlerimin içine içine gülerken. Cevap vermedim. “Kaç gündür seni bekliyordum, nerelerdeydin sen öyle?” derken hesap sorarcasına hafifçe kaşlarını çattı. “Aman boş ver sonunda geldin ya.” dedikten sonra öksürmeye başladı. Onu izliyor olduğumu hatırlayınca öksürüğünü zorlayarak kısalttı ve boğazını temizleyip tekrar gülümsedi bana. “Hastane tozlu hep, bende de gıcık oluyor böyle. Hadi gel odama gidelim, orası tertemiz. Sevilay kızım her gün temizliyor. Hastanenin temizlikçisi o. Bir de Derya var benim hemşirem. Tanısan çok seversin, tıpkı senin gibi kitap okuyor bana sürekli. Sahi şimdi de okur musun bana kitap?” diye sorduğunda sanki bunu bekliyormuş gibi başımı hızla salladım. “Hadi o zaman gidelim bir an önce.” dedikten sonra dokunuyor olduğu elimi kavrayarak iki avucu arasına aldı. Ben henüz sağ tarafa doğru adım atacakken o beni durdurdu, “Gel gel asansör burada, bilmiyor musun ben merdivende yürüyemiyorum, e tabi çoktandır gelmedin, unuttun asansörün yerini değil mi?” diye sordu başımı salladım yine.

Babasının elinden tutmuş okuluna heyecanla giden bir çocuk gibiydi. Hayatım boyunca hiç görmemiş olduğum bu kadının kim olduğuyla değil, bana gösterdiği sevgiyle ilgileniyordum sadece. Asansöre bindiğimizde heyecanla on üç tuşuna bastı, az sonra kapı açılınca inmeye niyetlenerek adım atacaktı ki kapının ardındaki kadın onu durdurdu. “Melek Teyze bekle burası beşinci kat.” dedi ve asansöre bindi. Asansör önce aşağı inmiş olmalıydı. Ardından ikisi onun odasında bulunan çiçekler hakkında konuşmaya başladı. Onları dinlemekten ziyade yaşlı kadını seyrediyordum. O kadar heyecanla ve mutlulukla konuşuyordu ki insanın içini ferahlatıyordu. Sonunda on üçüncü kata geldiğimizde hemşire olduğunu kıyafetinden anladığım genç kadında indi bizimle beraber. Hemşire gideceği sıra yaşlı kadının benim elimi tutmuş olduğunu fark etmiş olacak ki “Bizi tanıştırmayacak mısın, Melek Teyze?” dedi.

Yaşlı kadın, elimi daha sıkı tutarak “Melek bu.” dedi. Sonra bana döndü ve “Meleğim bak, bu da hemşire hanım.” dedi. Sanırsam hemşirenin adını unutmuştu çünkü bir an durup düşündü. O sırada birisi yanımızdaki hemşireye seslendi ve o da müsaade isteyip gitti. Bir müddet onun arkasından baktı yaşlı kadın. Sonra da heyecanla bana, “Hadi gel, benim odama gidelim.” dedi. Hiç itiraz etmeden onunla birlikte yürüdüm. Yaşlılıktan olsa gerek adımları çok küçüktü ama hızlıydı. Koridorun sonuna ulaşınca üzerinde üç yüz otuz üç yazan odanın kapısını açtı ve benim girmemi bekledi. Hiç irdelemeden içeri girdim ve o da arkamdan geldi. Kapıyı tam kapatmamış biraz açıklık bırakmıştı. Ve tüm bu süre içinde elimi bırakmamıştı. Oda bir hastane odasına göre fazlasıyla ferahtı, galiba buna en büyük etkisi olan şey pencere önündeki masanın üzerini süsleyen çiçeklerdi. Çiçeklerini görünce heyecanlanmış olacak ki elimi bırakıp hızla onların yanına gitti. O an tek kelime ile üşüdüm… Ne de çok alışmıştım öyle. Sanki bu dünyada var olduğum ilk günden beri benim elimi tutuyordu da o an bırakmış gibi… Yalnızlığımı bütün olarak tekrar hissetmiştim. Derin bir nefes almaya çalıştım ardından vücudum kısa bir an ürpererek titredi. Hava da asılı duran elime baktım. Öksüz kalmış gibi kırgınca duruyordu. Bilmiyorum, belki de ben abartıyorumdur. Fakat içim acımış, yüreğim parçalanmıştı o an…

“Meleğim…”dedi o yaşlı ve çatallaşmış sesiyle. Yeniden doğmuş gibi büyük bir heyecanla gözlerimi elimden alıp yaşlı kadına doğrulttum. “Güzel kızım, niye orada öyle duruyorsun? Ben çiçeklerime gidince kıskandın mı yoksa?” dedikten sonra sakince güldü. “Küçükken annen de böyleydi. Ben onunla gün içinde vakit geçirmediysem günün geri kalanın da küserdi bana. Ama ne yapayım meleğim? Evin bir ton işi vardı, beni bekleyen. Hayvanlar sağılacak, yemlenecek sonrasında evin temizliği, bahçe işleri, yemek yapımı derken ona vakit ayıramıyordum. Gerçi o kadar iş yaptım da neye yaradı? Bazen düşünüyorum, keşke dediğim o kadar çok şey var ki…”dediğinde çok dertli bir şekilde nefesini dışarıya verdi. “Aman ha Meleğim, sen hayatını yaşa. Bakma kimsenin lafına sözüne. Başkalarının dediği şeyleri bugün yaparken kendini yarına bırakıyorsun sonra da bir bakıyorsun ki yarın diye beklediklerin dün olup bitmiş…” Söylediği sözlerin derinliğini mi düşünmeli, çiçeklere olan anne şefkatini mi izlemeli yoksa bahsettiği kişi olan Melek olmadığımı söyleyip tüm sihri mi bozmalıydı? Ben son şıkkı silip diğerlerini seçtim.

Masanın yanındaki sandalyeye oturup onu izlemeye koyuldum. Çiçeklerinin yapraklarındaki kurumuş kısımları koparıyor, topraklarını düzeltiyor, yapraklarına bir şeyler sıkarak parlamasını sağlıyor ve su veriyordu. Tüm çiçeklerin yaprağına, çiçeğine, dalına, toprağına teker teker dokundu. Bazen de okşamakla yetinmeyip öpüyordu. “Bu çiçeği hatırlıyor musun?” diye sordu. Masanın yanında duran ve boyu neredeyse tavana yetişecek olan yeşil yapraklı bir çiçeği gösterirken. Benden cevap gelmeyince “Sen doğduğunda annene hediye getirmiştim. O ölünce de sizin evdeki çiçeklerin hepsini benim evime getirttim. İyi ki getirtmişim değil mi? Baksana nasıl da kocaman olmuş!” dedikten sonra durup dikkatle gözlerimin içine baktı. “Meleğim, sen de anne ve babanla birlikte araba kazasında ölmemiş miydin?” diye sordu donuk bir sesle. Bir ürperti tüm vücudumu sarmaladıktan sonra derin bir nefes almaya çalıştım. Fakat tek yapabildiğim hırıltılı bir ses çıkarmak oldu. Kalbimdeki o şiddetli sızıyı hissedince elimi sol göğsüme koydum. O anda masadaki elimi tuttu yaşlı kadın. Sanki sihirli bir iksir içmiş gibi bir anda iyi hissetmeye başladım. Elimden başlayıp vücuduma yayılan sevgi hissiyatı adeta iyileştirdi beni, belki de uyuşturmuştu bilmiyorum.

“Meleğim, ne oldu güzel torunum? Söylediğim lafa mı kırıldın? Ah sen de canım, beni kale mi alıyorsun? Yaşlı bunağın tekiyim, konuşuyorum işte. Bu ilaçlar beni unutkan yapıyor hep. Ah meleğim ah…” derken elini elimden çekmiş ve yatağına gidip oturmuştu. “Öldüğünü biliyorum senin ama sen bunu duymak istemiyorsun, bunu da biliyorum. Hep böyle yapıyorsun! Ben ölmekten bahsedince hilal kaşlarını çatıyorsun bana. Fakat meleğim ne yapayım? Merak ediyorum işte…

Biliyor musun senin mürüvvetini görememekten korkardım hep. Bu kanser illeti beni hep korkuttu. Seninle ve annenle beraber yaşamak istediğim çok şey vardı ve kanser beni alı koyuyordu sanki.”


İki elini önünde ovuşturmuş pencereden gökyüzüne bakıyordu. Gözleri yaşla dolmuştu, dudaklarını küçük bir çocuk gibi bükmüştü, ara sıra iç çekerek ağlamasını durdurmak istiyordu. “Bak işte, hayallerimin hiçbiri olmadı. Senin mürüvvetini göremedim ama kanserden dolayı değil! Ben ölmedim. Siz öldünüz… O gün ne kadar üzüldüm biliyor musun? Ne olurdu yani beni bırakmasaydınız? Benim tüm hayatım sizdiniz! Hepiniz beraber gittiniz… Ben çok üzüldüm Melek…”

Lafını bitirir bitirmez hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hani bir tanım vardır ya, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi diye tam da öyle ağlıyordu. Kim olarak ne demem gerektiğini, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Fakat onun oturduğu yerde hıçkırarak ağlamasına kayıtsız kalamazdım. Yerimden kalkıp onun yanına gittim. Birdenbire ağlamayı bırakıp yüzüme gülümsedi. Yavaşça ayağa kalktı, bana yetişmek için parmak uçlarına basıp boynuma sarıldı. Bir an boşlukta sallandım ama hemen sonrasında bu sıcak kucağa ben de sarıldım… O an neler hissettiğimi kelimeleri kullanarak anlatamam, anlatılamayacak kadar başka çok başka bir şeydi sevginin o hissiyatı...

O ana kadar neler olduğunu tam olarak anlamamıştım fakat durup düşününce bu durumun çokta normal olmadığı kanısına vardım. Anlaşılan oydu ki yaşlı kadın beni torununa benzetmişti. Ölmüş olan torunu belli ki onu ziyarete geliyordu. Yoksa son söylediklerinin başka bir açıklaması yoktu -en azından bence- hatta bu yaşlı kadın çok yalnızdı. Ve de mutsuz… Benim onun arkasından gelmemin sebebi neydi, onu bilmiyorum...

Tek bildiğim bu yaşlı kadının muhteşem şefkatine ve sevgi seline ihtiyacım vardı. Evet, hastane koridorunda bir kadının elinizden tutması ve sizi ölü torunu sanıp bağrına basması normal bir durum değildi. Bu yanlışı önlemek yerine devam ettirmek ise hiç normal değildi. Hatta onun sevgisi ile alay etmek manasına bile gelebilirdi bu durum. Fakat o kadının sevecek birine benim de sevileceğim birine ihtiyacım vardı. Birkaç saatliğine o kadının benim anneannem olmasında ne zarar vardı ki? Kesinlikle art niyete sahip değildim. Sadece biraz olsun sevilmek istiyordum. Kalan şu kısacık ömrümde biraz olsun sevilmek…

Yavaşça ayrıldı benden ve yüzümü elleri arasına aldı. “Nasıl da kocaman olmuşsun… Boyun çok uzamış, parmak uçlarıma basıyorum sana yetişmek için. Sahi meleğim, sen on sekiz yaşını da yeni geçtin, öyle değil mi?” dediğinde başımı salladım. Doğruydu da…

“Kocaman oldu benim meleğim… En çok ne istiyorum meleğim, biliyor musun?” diye sordu. Merak etmiştim, başımı salladım yine. “Senin mürüvvetini görmeyi…” dediğinde artık tamamen anlamıştım, tabiri caizse aklının git gel yaptığını. “Düşünsene anneanne anne olacağım.” derken de anne kelimelerini parmaklarıyla saymış olması gözümde çok tatlı görünmüştü. Hafifçe tebessüm ettim. “Gülüşün bile annene benziyor…” dedikten sonra yatağına geri oturdu. “Meleğim, yardım et şuraya uzanayım. Bak yine uykum geliyor.” dediğinde yavaşça uzanmaya koyulmuştu bile. Ayağındaki hastane terliklerini çıkarıp yatağa uzanmasına yardımcı olduktan sonra yataktaki nevresimi üzerine örttüm. Hafifçe bana gülümsedi, “Kitap okur musun bana?” diye sorduğunda büyük bir memnuniyetle kabul ettim. ”Bak işte şu çekmecede.” derken yanındaki komodini gösteriyordu. Üst çekmeceyi açtığımda karşıma çıkan kitaplar arasında en üstte olan şiir kitabını aldım ve eski yerime geçip kitapta rastgele bir sayfayı açarak başladım şiir okumaya.

“Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını/ Kendimi bulduğumda anladım…” diyerek şiiri okumaya başladım. Bu süre zarfında başımı kitaptan kaldırmadım ama o yaşlı gözlerin beni izlediğini biliyordum. Biraz heyecanlanmıştım çünkü ben şiir okumasını bilmezdim, yalnızca kendime okumuştum şiirleri. İlkokul hayatımda dahi şiiri sesli okuduğum bir an yoktu. Ve onun torunu yani Melek kadar iyi okuyabiliyor muydum, bilmiyorum. “Ölürcesine isteyen beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi / Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım / Sevgi emekmiş / Emek ise vazgeçemeyecek kadar ama özgür bırakacak kadar / Sevmekmiş…” diyerek bitirdim şiiri.

Şiir bittiğinde kitaba bakmaya devam ettim bir süre… Ardından yavaşça kitabın kapağını kapattım. Eski ve yıpranmış olan kitap kapağında parmaklarımı gezdirdim ve yanımdaki komodinin üzerine bıraktım. Neden bilmiyorum ama biraz ürkekçe başımı kaldırıp yaşlı kadına baktım. Tahmin ettiğim gibi beni izliyordu. “Meleğim, bir bardak su verir misin?” dedi kurumuş sesiyle. Hızla komodinin üzerindeki sürahiden bardağa suyu boşalttım ve ayağa kalkıp ona uzattım. O ise doğrulabilmek için elini bana uzattı. Sol elimle onun elini kavradım, sıkıca sarıldı elime ve doğruldu. Sol elimde sevmişti onun sıcacık şefkatli elini. Suyu ona doğru uzattım ama benim içirmemi istedi. Yanına yaklaşıp bir elimi onun arkasına koydum ve diğer elimdeki bardağı içmesi için ağzına yaklaştırdım. Eğilip küçük bir yudum aldı. Sonra bana baktı ve gülümsedi. “Çok içemiyorum suyu, bu kadarı kâfi...” dedi. Bardağı arkamda duran komodinin üzerine koydum. “Yardım et, uzanayım.” dediğinde hızla elinden tutup benden kuvvet almasını sağladım. Yatağa uzanınca başının altındaki yastığı düzelttim ve eski yerime oturdum ama o elimi bırakmadı. Titriyor olması gereken elin sahibi o olmalıydı lakin benim elim titriyordu. Nedenini bilmiyorum.

“Aaa meleğim!” diye heyecanla konuşunca onun yüzüne baktım. Biraz açık

kalan kapı aralığına bakıyordu ve yüzü gülüyordu. “Askerler niye gelmiş acaba?” diye sordu bana kısa bir bakış atarken. Hızla kapı aralığına baktım ama koridordan kimsecikler geçmiyordu bile. Biraz kıpırdanıp onun açısından bakmaya çalıştım lakin yine göremedim kimseyi… “Meleğim, hoş geldin…” dediğinde başımı ona çevirdim. “Güzel gözlü meleğim…”dedi ama bana bakmıyordu. Yatağın ayakucuna doğru sanki orada biri duruyormuş da adeta onun gözünün içine bakıyormuş gibiydi. Derin bir nefes aldım. Sol yanımdaki şiddetli ağrı yine kendisini belli etmişti.

”Meleğim…” dedi adeta nefesi kesilircesine. O anda sağ gözümden tek damla yaş düştü ve yanağımda süzülmeye başladı. Yaşlı kadının gözlerine bakıyordum ama o karşısına bakıyordu. Sevgiyle, şefkatle, en çokta özlemle…

“Hadi öyleyse bekletmeyelim ve gidelim bir an önce…” derken küçük bir çocuğun heyecanını taşıyordu yüzündeki ifade. Yutkundu ve “Meleğim…” dedi. Derin bir nefes aldı, Lakin sadece aldı ve vermedi. Elimi sıkı tutan eli gevşedi, bu defa ben sıkı tuttum. Çok sıkı tuttum… Bırakmasın istedim, iki elimle birlikte sarıldım onun eline. Eli bana tepki vermedi. İnanmak istemedim aklımdan geçen düşüncelere. Yine de sağ elimin işaret parmağı ile onun bileğinin iç tarafına, damarının üzerine dokundum. Çok küçük bir şeydi istediğim. Yalnızca damarı birazcık kıpırdasın istedim. Daha sert dokundum yaşlı ve zayıf elin çıkıntılı damarına. Bir umut, kan akışını hissederim diye lakin ne kan aktı ne de nabız attı. İki elimi de birden bire hissedemedim bir an. Hızla ellerimi yüzüme yaklaştırdım. Titriyorlardı… Titriyordum… Ölüm sessizliği olan odanın içi birdenbire ezan sesi ile doldu. Korku dolu bir ürpertiyle ayağa kalktım ve altımdaki sandalye yere düştü. Bunu umursamayıp koşar adımlarla pencereye yaklaştım. Üç adım yetmişti cama dokunmam için. Gökyüzünde beliren bembeyaz bulut ile göz göze geldim. Galiba bana el salladı ve gülümsedi. O bulut oldu ve bulut da benim umudum…