Hayatın bozmayı unuttuğu ya da ne yapsa bozamadığı inşanlar vardı hâlâ. Dünya arkalarında yıkılırken onlar kurbağalar gibi nilüfer yapraklarından seke seke sakince uzaklaşıyorlardı enkazdan, toz duman bulaşmıyordu onlara. Bir tezgâhın arkasına saklanıyorlardı mesela. Orada ormandan topladıkları kabuklar, tohumlar, otlar, yapraklarla müthiş broşlar yapıp üç paraya satıyorlardı. Elma kasasının üzerine kumaş örtüler seriyorlardı yemeklerini yemeden önce. Kalabalığın içinde, kalabalığa rağmen görüyorlardı sizi, yanınızdan geçip duran kör sağır güruha tezat, sizi görüyor, bir derdiniz var, hemen biliyorlardı. Beklenmedik iyilikleriyle insanın aklına "Karşılığında kesin bir şey isteyecekler" kuşkusunu düşürmüyorlardı. Olağan halleri buydu. Yaşıyorlardı bu hayatı. Yollarına çıkanı katıyorlardı yanlarına. Su gibi akıyorlardı tümseklerin arasından, çukurların içinden, yokuşlardan aşağı. Görür görmez anlıyordun, senin inceliklerinin karşılığı var onlarda, yerlere saçılmıyordu onlara sunduğun tatlılıklar, ziyan olmuyor, ıskalanmıyordu, ki senin hiç alışık olduğun bir şey değildi bu. Ama işte o kısa çarpışmalarda bir şey oluyordu, dünya içinde dünyalar beliriyor, iki kişilik, üç kişilik adacıklar oluşuyordu anında ve sen birden, yeniden nefes almaya başlıyordun.