“Ah ne kahraman, ne cesur

           Ne güzel çocuklardık

           Her yeni günü ümitle

           Nasıl kucaklardık…

           Ah kaldırımlar biliyor

           Bir devir muhteşemdik”


Her insan bir dönemi için bu dizeleri aklından geçirmiştir ya da bu dizelere benzer cümleleri. Özlemle andığımız günler olsa da en çok özlemle beklediğimiz günler olmuştur. Mezun olmayı bekleriz, iş sahibi olmayı bekleriz, düşlediğimiz ülkeye kavuşmayı bekleriz, düştüğümüz bataktan çıkmayı bekleriz, karanlığın ardındaki aydınlığı bekleriz.

Bu kitabı elinize aldığınız andan itibaren demir parmaklıkların soğukluğu vücudunuzu ele geçiriyor. Yok olmuş binlerce gencin, solmuş ümitlerin, susturulmuş beyinlerin içine savruluyorsunuz. Yalçın, ilk öyküsünden son öyküsüne kadar düşlediği ülkeye kavuşamadan bataklığa savrulan hayatların içine atıyor bizi. Sözcükler, anlatılmak istenenleri duru bir şekilde aktarırken kahramanlardan biri siz oluyorsunuz. 80’li yılların acımasızlığına maruz kalmış, boyun eğmek zorunda bırakılmış sayısız ve isimsiz kişilerin içimizden biri olduğunu anlamamız pek uzun sürmüyor. Bağlantılı bir şekilde ilerliyor öyküler. Ne anlatımda bir kopukluk var ne de konularda. Ne de hissettiklerimizde. Kitabın başında yer alan, yukarıya da aldığım dörtlük, kitabın bir özeti niteliğinde. Kitaba da adını da veren bu eser, sayfalarca öyküyü bu dizelere sığdırmış. Muhteşem olan gençlerin, kaldırımlarda savrularak sardunyalar gibi birer solması…


Annemizin, babamızın, abimizin, amcamızın muhakkak bir anısı vardır, bu yıllara ait. Kimileri işkenceye maruz kalmıştır. Kimileri kurşunların gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır. Öykülerde karşımıza çıkan kahramanlar bunlardan sadece biri. En çok da işkenceye maruz kalan ve bu psikolojiyi üzerinden atamayan kişiler. İdeallerindeki büyük ülkü uğruna, gençliğini feda eden insanlar çıkıyor karşımıza. Bu uğurda ailesini karşısına alan; yokluğu göğüsleyen kahramanlar… Aile içi çatışmalar, kişinin kendisi ile olan çatışması öykülerin tamamına hâkim neredeyse. Cezaevine düşen evladına kol kanat germek yerine, zararlı bir mahluk gibi gören ailelerin davranışlarını okuyorsunuz. Bu cümleler, ülkemizin kuruluşundan bugüne kadarki sürecinin kısa bir özeti gibi: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” Herkes kötü gidişten şikayet eder. Bir çözüm getirilmesinden dem vurur. Ama kimse elini taşın altına koymaz. Bu her zaman böyle olmuştur. “Kapının önüne valizimi koymuş annem, açıp bakıyorum. Valizin içinde bir sürü giysi, en üstte parkam, aldıkları gün üzerimde olan kanlı yeşil kazağım, kot pantolonum, botlarım, çoraplarım ve çantam.” (s. 99, Sempatizan) Bu cümleler, kitabı bırakıp düşünmenize sebep oluyor. Bunların birer kurgulanmış hikâye olduğu gerçeğine rağmen bu acıların ağırlığında eziliyorsunuz. O dönemlerde, binlerce masum insanın sebepsiz yere bu acıları yaşadığını düşünüyorsunuz. Bu kitap, bize geçmişimizi sorgulatırken geleceği de düşündürüyor elbette: O günlere geri dönmemek için bugün ne yapıyoruz ki? Yalçın, hem 80’li yılları, çekilen acıları gözlerimizin önüne seriyor hem de bizleri o günlere götürüyor. Yalçın’ın iki de ödüllü öyküsü yer alıyor kitapta. Son sayfayı çevirdiğinizde zihninizde dönüp dolaşan cümleleri, öyküleri, ülküleri düşününce bu ödüllerin az bile olduğunu görüyorsunuz.


Yukarıdaki dörtlüğün bir özet niteliğinde olduğundan bahsederken şu cümleleri atlamam da mümkün değil: “İşkence görenler zamanla onardılar işkencede lime lime olmuş organlarını. Ruhları her gün yine yeniden parçalandı oysa.”

İnsanlar en büyük özlemi geleceğe duyar. En büyük yaraları da mazilerinde saklar.