Bekletilmeyi genel anlamda sevmem. Sevmediğim onca şey arasında muhtemelen ilk on dörtte yer alır ama bazı insanları da beklemeniz yaşam temposu için elzem, neyse. Ben, bu ve bunun gibi onca fikrimi daima yanımda taşıdığım küçük siyah ciltli defterime karalarken muhtemelen saat sabaha doğru üç civarıydı. Garda Sevgi'yi bekliyordum.


Sevgi, çocukluk arkadaşım olan Onur'un uzun süredir beraber olduğu -benim de oldukça değer verdiğim- alımlı bir kızdı. İkisi üniversitede tanışmışlardı ve birkaç seneyi aşkın güzel bir ilişkileri vardı. Peki ben Sevgi'yle nasıl tanıştım? Hatırladığım kadarıyla (ki hafızam son zamanlarda hiç iyi değildir.) Onur'la genellikle ders çıkışları çalıştığım kitapçıya gelirlerdi ve beraber kahve içip sohbet ederdik. Tabii zamanla grubumuzun ilişkisi epey ilerledi ve aralarındaki sıkıntılarda bana danışır oldular (hala garipserim, ben ve ilişki uzmanlığı, ha ha).

İşte gardaki bekleyişimin sebebi de iki gün önce yaşanan olaylar ve ikilinin ayrılmasıydı.


—Çok beklettim mi seni?

Sevgi'nin genel huyuydu kendini belli etmemek, gelecekse bir anda çıkıverirdi ortaya. Kafamı çevirdiğimde arkamda titrerken ellerini ovuşturan Sevgi, yok canım ne beklemesi minvalinde cümleler bekliyordu ama benim tavrım bekletilmeye karşı netti.

—Yok canım ne beklemesi, zaten bir yerlerden Sevgi gelecekse de beklemeli insan...

—Birileri yine Tehlikeli Oyunlar'ı fazla kaçırmış anlaşılan. Az sonra bana şiir de okursun sen, tabii Özlem'e okuduğun gibi olurlar mı bilemem.

—Anma diyorum malum kişinin adını. Bazı yasaklı kelimeler konusunda anlaşmıştık, unutmuşsun gibi.

—Peki peki, tamam. Zaten kendi derdimden sana da vakit ayıramadım. Malumu sonra konuşuruz. Ama konuşacağız bak, kaçarın yok, burada anlaşalım.

Bunları söylerken sakin görünse de aslında her zamanki Sevgi'ydi işte. Özünü görmemiz zor değildi, içinde fırtınalar kopsa da sakin görünmeye çalışır, konuyu dağıtır -ki genellikle bu Özlem olurdu- ve uygun ortam oluştuğunda içini dökerdi.


Bankın yan tarafına valizlerini yerleştirip soluma oturdu. O an anlatmayacağını bildiğimden Onur'la olan tartışmasından söz açmadım. Zaten trenin gelmesine az bir süre vardı yolda kendisi hepsini anlatırdı -yüksek ihtimalle anlatacaklarını sıraya koyup vurgu yapacağı yerleri bile gelmeden düşünmüştür-

—Yazı işleri nasıl gidiyor? Biliyorum, birkaç aydır görüşemedik, sevgisiz bıraktım seni. Esmeraldalı bir kitap yazıyordun sanki. Birkaç bölümünü okutmuştun hatta geçen yılbaşından önce. Sahi, bitirebildin mi, ne yaptın?

Bu soruya cevap vermek zordu. Ama zorluk sebebi sorudan dolayı değil, Sevgi sigara solumasın diye verdiğim muazzam çabamdandı. (Rüzgar bu gibi durumlarda hiçbir zaman işinizi kolaylaştırmaz.)

—Epey bir bölüm yazmıştım aslında. İçeriği zenginleştirmekte de sıkıntı yaşamıyordum, bir tutam Hemingway, bir tutam Bukowski. Ataycılık oynadığım kısımlar da yok değildi ama bildiğin gibi son iki üç aylık süreç beni epey etkiledi. Ve bu süre zarfında kitabı boşa çıkan sözlerimle kafa karışıklıklarımla hırpalamak istemedim. Cidden ortaya güzel bir şeyler çıksın istiyorum Sevgi. Sana anlattıkça kafamda o süreç canlanıyor ve o burukluğu tekrardan hissediyorum. Kitabım bu dengesiz ruh halimi yansıtmamalı.

Konuştukça eski anılara gitmenin boktanlığını üzerimden atamamıştım. Bunu Sevgi'yle konuşurken fark etmiş olmam hoşuma gitmese de gerçek buydu, değişmezdi. Zaten bizi asıl hırpalayan bu kabullenişleri ertelememiz ve patinajvari çabalarımızdı.

—Seninle tanıştıktan birkaç hafta sonra Onur'un evinde içtiğimiz günü hatırlıyor musun? Bir zahmet hatırla canım. O gece de benzer cümleler kurmuştun ve sadece iki ay sonra ilk romanını yayımladılar, bizim kızların elinden aylarca düşmeyen romanın. Seni ellerinden zor aldım hatırlasana (karşılıklı gülüşmeler).

—Hatırlıyorum tabii. Neşe'yle de o zaman tanışmıştık.

—Sanki o da yasaklıydı ama. Tek taraflı bir yasak anlayışın varsa bilemem tabii.

—Haklısın haklısın. Dönemleri o zamanki insanlara göre nitelemem, sınıflandırmam benim noksanlığım; bunu biliyorum.

—Hadi, hadi! Hoşuna gidiyor belli.

—İlk başlarda öyle oluyordu. Ama artık dönüp baktığımda yorgun hissettiriyor bana Sevgi. Ben artık bu insanları tecrübe olarak anmak istemiyorum. Ne Neşe'yi ne de Özlem'i... Yapmacık diyaloglar kurup yeni bir tecrübe ile kitabıma yeni karakterler eklemek beni rahatlatsa da uzun vadede yıpratıyor. Bu yüzden uzun sürüyor, geçen yılbaşı diyorsun baksana kaç ay geçmiş üzerinden.

Sevgi cevap vermedi. İyi ki de vermedi çünkü bana sadece pragmatist bir teselli sunacaktı. Bu durumları çözümleyebilecek olan daima bireyselciliktir derim kendime -belki de kendimi buna inandırırım- Tek başına sorunlarınla yüzleş, odaklan, çözüm sun, olmadı tekrar dene, çözüm sun, tekrar dene ...


Tren ben daha da depresifleşmeden gelmeliydi -aman Sevgi üşümesin, ama ben sigaramı içeyim- ki geldi de. Sevgi'nin eşyalarını yerleştirdikten sonra üçüncü vagon, on üç ve on dört numaralı koltuklarda yerimizi aldık. (Birilerinin doğum günü ile alakalı olabilir miydi acaba, neyse.)


—Anlat, dedim. Bana daha yolumuz uzun dercesine bir bakış attı. Sonra yanından geçtiğimiz ormanlık alana göz gezdirdi. Klasik Sevgi işte, özünü görmeniz yetmiyor kendisi istemedikçe de göremezdiniz...

—Onur'la bu süreçte arana mesafe koymanı isteyemem belki ama işlerin eskisi gibi olmadığını bilmen gerek. Konuştunuz mu, sana ne anlattı bilemem. Bana veya ona inanmanı gerektirecek bir durum da yok zaten. Her şeyin açık olduğunu düşünüyorum. Sonuçta küçük düşen, arkasından konuşulan benim, Onur değil.

—Onur'la tabi ki konuştuk. Ben olayları senden dinlemek istedim. İyi değildin, aradın ve geldim. Gelmese miydim Sevgi?

—İyi ki geldin, dedi ve önündeki meyve suyundan birkaç yudum aldı, saçıyla uğraştı. Etrafı izlemek yeterli gelmiş olacak ki sonunda bana döndü ve anlatmaya başladı.

—Uzun uzadıya anlatmak sana da bana da iyi gelmeyecek. Kısaca kendisi aramızda yaşananları, özel hayatımızı insanlara anlatmış ve insanların gelip bana bunları söylemesinin bende yarattığı etkiyi düşün. Ki beni tanıyorsun, insanların söylemlerine ne kadar önem verdiğimi biliyorsun. O da biliyor. İşte yaşadığım sıkıntılar bir yandan, sağlık sorunlarım bir yandan ve bir türlü peşimi bırakmayan eski arkadaş çevremden bahsetmiş miydim mesela? Bir de en güvendiğim kişilerden birinin bana bunu yapabilmesi... Ne diyebilirim ki?

—Onur ne söyledi bu söylentilere? Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun yani? Ki senin onun için önemini biliyorum, onun çabasını biliyorum. Neden böyle bir şey yapsın? Bence sağlıklı düşünemiyorsun Sevgi.

Sevgi birbiri ile alakasız onca şey sıraladı ki aralarına kaynak atsak tutmazdı -ama denerdim meseleye yararı dokunacaksa- Sevgi'nin inancı kalmamıştı bir kere veya inanmamayı seçmişti, bilemem. O an anlamıştım ki aralarındaki masumiyeti kaybetmişlerdi. Düzeltilebilir mi? Pek tabii ama işin doğrusu arka plandaki Sevgi'yi tanımıyordum.


Bu sefer ben sessiz kalma hakkımı kullanıyordum. Onur'u tanıyordum, böyle biri hiçbir zaman olmadı, olamazdı da. Bu gibi durumlarda arada kalmanın boktanlığı rüzgarın başınızın arkasından esmesi gibidir. (Rüzgar saçınızı bozar, bu gibi durumlar da insanlarla aranızı.) Ve yine bu gibi durumlarda her zaman bir yanılgı payı vardır. Zaten insanların söylemlerini bu denli önemsemek baştan yanlış olan bir olgu. Günümüzde çıkarcılık, yapmacıklık diz boyuyken söylemesen de söyledi derler. Bu yüzden onun bana yaptığı gibi ben de ona pragmatist teselliler vermek istemedim. Yol boyu konuştuk ve bu konu diğer sıkıntılarını anlatması ile değişse de ben o günkü son sigaramı bu meseleyi düşünerek içmiştim.


Onur onursuz, Sevgi sevgisiz... (Ben de Özlem'le?) Sanmıyorum. Bence karşı tarafa inancın bittiği yerde onurlu davranmak da onu sevgiye boğmak da özlemle aramak da mesnetsiz. Günümüzde insani değerlerin içinin boşaltılması, doğru olanın alaşağı edilip iki yüzlü yalancı olarak lanse edilmesi misali tüm bu iğrençliklere tanık olmak -biliyorum daha boktan çokça örnek verilebilirdi- istemeden içinde bulunmanın tiksinçliğine katlanmak hakikaten zor. Ama deniyoruz işte. Bu arada bunları da Sevgi uyurken trende yazıyorum defterime. (Belki romana eklerdim, kim bilir?) Anlattığım bu yorucu günün sonunda eve geldiğimdeyse kapıda Umut; ellerinde biralarla karşıladı beni, şerefe!