Söz konusu bile değilken insanlara güvenmek benim için çok zor oldu; o kadar zor oldu ki yapamadım. Evrene, dünyanın dönüşüne veya şansa; kendi şansıma güvenmek diye bir şeyin olduğundansa haberim yoktu. Öğrendim ki varmış ve bu çok daha zormuş. Hatta imkansızmış.
Hep öyle olur; iş varsa aşk yoktur, aşk varsa para, para varsa arkadaş, arkadaş varsa, kim bilir, arkadaşlar yanlıştır belki. Evren bir şeyi verdiğinde başka bir şeyi alır benden sanıyordum. Bende olmayanın benim olması için bende olanı vermeliydim belki... Param vardı ama vaktim yoktu artık. Dostlarım vardı, evim vardı ama vaktim yoktu. Kendime ait bir balkonum vardı, aşağıda çiçekler, bitkiler vardı. İlaçlattığımda böcekler de olmayacaktı ben balkonda otururken gelip beni rahatsız edecek. Ama gel gör ki kendime ait balkonumda sevdiğim insanlarla sabaha kadar oturup -ertesi sabah işe uykusuz gitme stresi olmadan- sohbet edecek en fazla 2-3 ayım kalmıştı.
Adil bulmuştum bunu, hatta sevinmiştim bile. Tedavi olmak aklımın ucundan geçtiyse de hayat yeterince sıkmıştı, kaçınılmaz sonu kabul etmek, ölümü kucaklamak hastane köşesinde ağlayıp isyan etmekten, insanların üzüntü dolu gözlerine bakmaktan daha kolay gelmişti. Emindim bunun son olduğundan. ‘Sonun 2-3 ay içinde gelip beni bulacağından’ emindim. Nasıl olsa benim de evrene, bana verdiklerinin karşılığında bir şey vermem gerekirdi; zaman.
Bir ömür gibi geldi doğrusu. Dönüp bakıyorum da sekiz koca ay, bir ömür gibi uzundu. Hiçbir şey anlayamadım. Doktorlar benden daha şaşkındı. Bak, işte onlar da ölmemi bekliyordu, onlar da hayatta olmama şaşkındı işte. Evren bana her şeyi vermez sanıyordum, vermişti. Ama ben her şeyi nasıl kullanacağımı bilmiyordum ki! Kendi içimde kaçınılmaz sonu sindirdiğimi, kabullendiğimi sandığım dünyam son birkaç ay cehennem gibiydi. Meğerse hiçbir şey bilmiyormuşum.
“Peki şimdi ne olacak?” diyor ayaktaki. Orta sehpanın üzerindeki peçeteden gözümü ancak ayırıp ona bakıyorum. Elleri belinde, gözleri sonuna kadar açık. Hafifçe kıpırdanıyor. Az önce kafasının engellediği ampulün ışığı şimdi yorgun gözlerimi ağrıtıyor. Burnumu çekip yarım saattir sinmiş olduğum kanepeden sıyırıyorum kendimi. Öne uzanıp elime peçete alıyorum.
“Bilmiyorum,” diyorum burnumu silip. “Birkaç doktora daha gittim, onlar da aynısını söylüyor. Hastalığın ilerlemesi durmuş, tedaviye ihtiyacım olup olmadığından emin değiller.”
Oflayıp alnını karışlıyor. Yanımda oturanın yüzüne bakıyorum. Üzüntü mü, hayal kırıklığı mı, merhamet mi var o ifadenin altında? Bilmiyorum. İçimi titretiyor. Kaşları çatık. Tekrar ağlamaya başlamamak için yine oturduğum kanepeye siniyorum. Kollarım göğsümde kavuşmuş, kaşlarımı çatıyorum. Kendi çaresizliğimden, korkumdan, o korkumu ifade etme zorunluluğundan kaçmak için son birkaç saattir onların her sorusunu elimden geldiği kadar duvarlarımın arkasından yanıtlıyorum.
Yine susuyoruz. Havayı dolduran öfkenin yoğunluğu asılı kalıyor bir süre sessizliğimizle birlikte. Ne kadar ağzımızı açarsak o kadar yoğunlaşıyor ve titretiyor kelimelerimiz öfkeyi. Ne kadar susarsak o kadar geciktiriyoruz patlamayı. Susarak ittiriyoruz. Benim son zamanlardaki ittirişim, onlardan saklamayı tercih ettiğim gerçeğin ortaya çıkışıyla onların ellerine de bulaşıyor.
“Neye kızıyorum biliyor musun?” diyor ayaktaki. “Hayatından siktir olup gidene bunu söyledin ama biz ancak olup bittikten sonra her şeyden haberdar ediliyoruz.” Sonra karşıdaki kanepeye oturuyor. “Nerede o şimdi?”
Ayaktaki gözlerimin içine bakıyor. Benden bir karşılık bulmak istiyor. Ufak bir tepki, reaksiyon, öfkeli bakış veya herhangi bir şey. Onun o yukarıdan bakışlarına karşılık veremiyorum. Sadece ona bakıyorum. Gözlerim ağrıyor. Bir dostla yüzleşmenin ağırlığını hissedemiyorum dahi. Hani sizi ışık almayan diplerinizle, sivrildiğiniz tepelerinizle, dümdüzlüğünüz ve düğümlerinizle tanıyan ve bu sebeple anlayacağını düşündüğünüz bir dosta kendiliğinizin güvencesini vermek isterken göğsünüzde hissettiğiniz kocaman bir kabuk vardır; hani yönünüzü siz belirlersiniz ama o hep sizden önce hareket eder ya; onu bile hissedemiyorum.
Gerçi, bu bir yüzleşme değil. Sorgu. Ayaktakinin yüzündeki ifade değişiyor, arkasını dönüyor hemen. Tek eli belinde. Aramızdaki orta sehpanın üzerinden sigara paketimi alıp ayağa kalkıyorum. Oturduğum kanepenin arkasındaki camdan dışarı bakıyorum. Lapa lapa kar yağmaya başlamış. Dışarısı akşamın bu saatinde öylesine aydınlık duruyor ki, bütün hayatım boyunca gördüğüm, tecrübe ettiğim bu alelade durum gözümde korkunç bir hal alıyor. İçeride açtığımız lambaya rağmen dışarının aydınlığı nasıl içeriden daha aydınlık olabilir ki? Uyumaktan gözlerim ve başım ağrıyor. Balkona çıkıyorum. Arkamdan kapıyı kapatıyorum.
Sandalyeye oturup sigaramı yakıyorum. Hava öyle çok soğuk değil. Kar toplamış bulutlar sanki bizi dünyaya hapsetmiş gibi veya bizi dünyanın dışından, dünyamızın dışından koruyormuş gibi... Sandalyenin yönünü dışarı çeviriyorum. Arkamdaki cama baksam, iki arkadaşımın içeride bir şeyler tartıştığını görürdüm. Görmüyorum. Sigara içerken boğazımdaki yumruyu nasıl küçültüp yok edebileceğimi düşünüyorum. Yağan karı izlerken kendimi kasmak yerine gevşememin bir seçenek olmasını isterdim ancak duygusal boşalmanın, gözyaşlarının içimdeki duvarı çatlatıp yıkmaya zorladığını hissediyorum. Onları içeride tutmak istiyorum.
Dışarı çıkmamalılar, içeride kalmalılar. Ben, kendime dair yutup kabullendiğim, anlamını kavradığım şeyi kusmalıyım, unutmalıyım çünkü yeniden kendime bir bakış bulmalıyım.
Belirsizliğin gölgesinde bu defa hayatı gerçekten ittirmeliyim. İçimde, olduğum yeri aydınlatan ışık sönmek üzere, rengimin solduğunu hissediyorum. Sorun şu ki, hiçbir şeyden emin değilim. Önceden, öleceğimden emindim. Yaşamak bir seçenek değildi. Şimdiyse ölümü yaşama referans tutmak zorundayım. O, bir anda kapımı çalabilir ve ‘ben geldim,’ diyebilir. Bunu tam da yaşama; yaşamanın, hayatta olmanın insanı içten dışa kavurucu bir ateşle yaktığı bunalımlı sürece alıştığımda yapabilir.
İntiharı arka cebinde taşıyarak yaşanabilir belki, ama yaşama referans tutmak zorunda kaldığım ölümü şimdi belirsiz süreli yaşama ihtimaline referans tutarak boynumda madalyon gibi nasıl gezdirebilirim?
Bütün bunları düşünmenin insani bir yanı yok. İnsanca değil, daha başka bir boyuta dahil bu düşünce süreci. Bu sürecin içinde boğulurken beni insan yapan, diğerlerinden ayrı bir birey haline getiren günlük meseleler ile hayatta kalış hızımı, zamanın ve olayların/insanların çevremde akışını eşitlemek zorundayım. Başım dönüyor.
Balkonun kapısı açılıyor. İkisi de balkona geliyor. İçerideyken ayakta duran karşımdaki sandalyeye oturuyor şimdi. Diğeri balkon demirine yaslanıyor.
“Işık,” diyor ayaktaki. “Ne yapıyorsun burada?”
“Sigara içiyorum,” diyorum.
“Ondan söz etmiyorum, burada ne yapıyorsun? Bu evde? Bu şehirde?”
Omuz silkiyorum. Geri dönmek hep bir seçenekti; ta ki geri dönemeyeceğim bir istikamette olduğumu öğrenene kadar. Sonra o istikametin de değişmesiyle plan yapacak fırsatım olmadığını onlara anlatamıyorum.
“Konuşsana,” diyor karşımdaki. “Işık, susma. Sinir oluyorum susmana. Hadi habersiz ortadan kayboldun, onu anladım. Sağlık durumunu bizden sakladın; hadi onu da anladım. Şimdi bizi ne diye buraya çağırdın? Hiçbir şey anlatmadan sana ne söylememizi bekliyorsun?”
“Bilmiyorum,” diyorum ikinci sigarayı yakarken. Karşımdaki sigara paketini masaya bırakışımı izledikten sonra hınçla paketi eline alıp bir sigara çıkarıyor. Nesneye dokunuşundaki öfkenin bana karşı olduğunu biliyorum. “Belki de çağırmamam lazımdı.”
“Saçmalama. Şimdi yanında olmayıp ne zaman olacağız?” diyor sessiz kalan. “Geç bile çağırdın.”
“Biraz daha geç olsa cenazene gelecektik belki. Neyse ki şimdi çağırdın!”
“Senin gururdan cenazeme bile geleceğini sanmıyorum, belki o yüzden erken çağırmışımdır, ne dersin?”
“Ne demek şimdi bu?” Karşımdaki masanın üzerinden bana doğru eğiliyor. Tek ayağımı sandalyenin üzerine koyup oturduğum yerde dizime sarılıyorum.
“Senin için insanlara bir şeyi anlatma sürem hep bir yakınlık göstergesi oldu. İlk sana haber verdiysem en yakınım sensin. Ama yok, ilk sana haber vermediğimde hep dostluğumuzu sorguladın. Sana ne kadar önem verdiğim umurunda olmadı; diğer insanlara verdiğim değerden ne kadar az veya fazlasını sana verdiğimi önemsedin hep.”
“Ahah! Konu şimdi ben miyim?”
“Bütün gün konu sendin zaten! Neden seni değil onu çağırmışım! Zor zamanlarımda hep sen varmışsın o yokmuş, şimdi o nerelerdeymiş?!”
Öfkeden titremeye başlıyorum. Yüzümü ateş basıyor. “Evet, zor zamanlarımda yanımdaydınız ama geriye dönüp baktığımda yanımda olmanız için tek gereken şeyin zor zamanlar olduğunu fark etmek arkadaşlığımızı sorgulattı, kusura bakma.”
“Kalbim kırıldı, Işık. En yakın arkadaşım hiçbir açıklama yapmayıp ortadan kaybolduğu için, çok ciddi bir sağlık sorunu olmasına rağmen bunu gizli tutup tedaviyi reddettiğini ancak ölmeyeceğini öğrendiğinde bana söyleme gereği duyduğu için kalbim kırıldı. Bu yüzden bana duyduğun yakınlığı bana verdiğin değeri ve arkadaşlığımızı farkında olmadan günün konusu ettiğim için de sen kusura bakma!”
“Son birkaç haftadır kafayı yemek üzereyim ben. Diken üzerinde hissediyorum. Kendimle olan huzursuzluğu çözmeden seninle olan problemimi şu an çözemem.”
“Merak etme, biz bunun için buradayız ya zaten; senin varoluşsal sıkıntılarını ‘çözmek’ için. Bu sıkıntı olmasaydı şimdi başka bir şehirde iş arkadaşlarımla iş çıkışı bir şeyler içiyor olurdum, senin yanında değil.”
Karşımdakiyle aramdaki bu gerginlik yıpranmaktan hissizleşen sinirlerimi harekete geçiriyor. Hızlı hızlı soluk alıp veriyorum, sanki göğsüm patlayacakmış gibi. Sanki göğsümde öfkeden kendini patlatmayı bekleyen bir organizma var ve ben nefes alıp vererek onun kafasını okşuyor ve onu yatıştırmaya çalışıyorum. Bakışlarımı gökyüzüne çeviriyorum. Eğer gökyüzünün şimdiki durumu bizi korumaya çalışan bir kafes ise belki kafesimi izlemek onun varlığının ve korumasının farkında olduğumu bildirmektir. Belki kafeslerimiz bizi gerçekten korumak için buradadır. Aksi halde, neden kafeslerimiz olsun ki? Bizi kim koruyacak? Gönülden bağlı olduğum insanları kendimden uzaklaştırma ihtiyacı hissettiğimde beni kim koruyacak? Peki kime karşı korunacağım?
Anın gerginliğiyle susana bakıyorum. Böylesine dışadönük bir insanın susmasını sorgulamıyorum o an. Belli ki o sorguluyor içinde bulunduğu ortamı ve çok ani bir hareketle yaslandığı demirden bedenini ayırıp içeri giriyor. Arkasından çarptığı kapının sesiyle hem ben titriyorum hem karşımdaki. Yağan kar taneleriyle beraber içimdeki öfke dibe çöküyor. Sevdiklerimizi kendimizden uzaklaştırışımızı düşünüyorum. ‘Bizi bir tek bu insandan duvarlar koruyorsa, bizi ancak kendimizden koruyor olmalılar,’ diyorum içimden. Demek ki kendimize zarar vermek için fırsat kolluyoruz. Demek ki, hayatımızın bazı dönemlerinde ihtiyacımız olan şey kendimize zarar vermek. Belki de hepimiz içten içe biliyoruz ki kendimize zarar verecek kararlar almaz, seçimler yapmazsak başkalarına zarar vereceğiz.
‘Göğüs kafesimi parçalayıp yeniden inşa edeceğim ve bunu senin görmeni istemiyorum. Görmeni istediğim tek şey kendimden neler yaptığım. Artık beni görmeni istemiyorum. Artık ne kadar yaralı ne kadar paramparça; parçalanırken parçalarımın bir kısmını yitirmiş olduğumu görmeni istemiyorum. Terler ve gözyaşları dökerek yürüdüğümü görmeni istemiyorum. Yitirdim içimdeki ışığı. Hayatımın son bölümü sandığım o bölümde kullandım. Karanlığımı görmeni, karanlıkta beni sesimden bulmaya çalışmanı istemiyorum. Sesim de kırgın ve yıprandı. Gülümseme yok yüzümde, tonumda ışık yok. Çevremdeki tüm kaynakları tüketirken kelimelerim dudaklarımdan çıkmıyor, adeta dökülüyor. Unutulmak ve yeniden hatırlanışımı hatırlanmaya değer kılmak istiyorum. Kendimi parçalamak, parçalamak ve sonra kendimi yeniden yapmak istiyorum.’
Bunların hiçbiri dökülmüyor bile dudaklarımdan. Gözlerimi açtığımda karşımdakini beni izlerken buluyorum. Gözleri dolmuş, omuzları çökebileceği son noktaya kadar çökmüş.
“Seni yitirmekten korkuyorum. Seni yitirdiğimden bile haberimin olmamasından korktum. İyi dönemlerden geçmediğini ve bunu yaşamaya direttiğini biliyorum. Ama, sen de beni anla Işık, yorgun hissediyorum. Sen insansın. Zaman zaman sana uzanacak bir ele ihtiyaç duyman çok normal. Bu değil ki biz her elimizi uzattığımızda seni tamir edilmesi gereken kırık bir vazo olarak görüyoruz.”
“Ben kendimi öyle görüyorum. Problemin kaynağının bu olduğunu da biliyorum.”
“Bu artık bizim de kalbimizi kırıyor. Kalbimizi kırıyorsun.”
“Biliyorum, sadece bunun pişmanlığını hissedemiyorum.”
“Pişman hissetmiyor musun?”
“Hissedemiyorum. Kalbinin kırık oluşuyla bağ kuramıyorum. Ne mental ne duygusal düzeyde. Anlayamıyorum.”
“Hayatımda tanıdığım en zeki insanlardandın. Her açıdan,” diyerek ağzımdan çıkanları onaylamadığını bildiriyor bakışlarıyla. Başını sağa sola sallarken gözlerinden birkaç damla yaş dökülüyor.
“Anlayamıyorum. Şu an değil. Ama anlatmanı istiyorum. Yürekten istediğim tek şey bana bir şeyler anlatmanız. Bütün normlarım, kendime temel edindiğim tüm inançlar ortadan kayboldu. Bir çırpıda! Beni ben yapan ne varsa kaybettim ve bunlarla beraber sizi, sizinle aramdaki bağı da kaybettim. İhtiyacım olan ve beklediğim tek şey benimle konuşman. Herhangi bir şey. Ne olursun, konuş benimle. Bir şeyler anlat! Bunu yaparken onları ilk defa öğrenecek olduğumu varsay. Bana, aldığım kararların mantıksızlığına öfkeyle tepki gösterme. Bana öfkeyi öğretme, ben yeterince öfkeliyim.”
Burnunu çekiyor. “Sana öğretmek istediğim ilk şey -bir şey öğretmem gerekiyorsa eğer- empati olacak. Ben içinde bulunduğun belirsizliği anlıyorum. Bu kafa karışıklığının seni, gözünün önünü sislerle kapatmasını da anlıyorum. Benim kalbimi bu kırmadı. Benim kalbimi arkadaşlık konseptini sorguluyor olman değil, aramızdaki arkadaşlığı sorguluyor olman kırdı.”
Aniden balkon tellerinin, balkonun aşağısından yukarı doğru uzanan gövdesinin rengini fark ediyorum. Gökyüzü yalnızca bembeyaz değil, bazı yerleri pembe, tatlı bir kızıllığı var. Yere düşen tüm kar tanelerinin şeklinin farklı olduğu bilgisi uyanıyor kafamda. Çevremin rengi, ortamın tonu değişiyor.
“Çünkü benim arkadaşlığı yaşayış şeklim bu değil,” diyorum fısıltıyla, derin bir rüyadan uyanmışçasına.
“Evet. Bak, geri geliyorsun.”
"Ben geri gelmek istiyorum. Yeniden gelmek istiyorum."