Kapının kapanma sesiyle birlikte Eleanor hızlıca arkasını dönüp tedirgin bir şekilde cevap istercesine Dede’ye baktı. Dede, sakince güvende olduğunu onaylar bir şekilde gözlerini kapattı. Bu hareketinden ardından Eleanor tuttuğu nefesini rahatlamış olmasına mukabil sesli bir şekilde geri verdi. Önüne dönerek geldiği bu mağaramsı karargâhı incelemeye başladı.
Geldikleri kapının üzerinde çeşitli şekillerde ve çeşitli renklerde semboller yer alıyordu. Kapının hemen sağında ve solunda birer fedai yer alıyordu. Bu adamların üzerinde diğer fedailerin aksine siyah değil biraz daha grimsi bir cübbe vardı. Hançerleri ve kılıçları adamların sağında ve solunda net bir şekilde belli oluyor, fedailerin bir eli her an tetikteymiş gibi kılıçlarının üzerinde duruyordu. Adamların biraz ilerisindeki köşelerde etrafa normal meşalelerden kat kat daha fazla ışık saçan parlak nesneler yer alıyordu. Eleanor bu nesnelere kısa bir süre bakmış olsa dahi nesnelerin parlaklığı gözlerini almıştı. Mağaranın duvarlarında farklı kâğıtlardan yapılmış parşömenler, kapıdaki gibi çeşitli renk ve şekillerde semboller yer alıyordu. Ayrıca her yerde bir sürü raf, rafların üzerinde tozlanmış ve rengi solmuş onlarca kitap yer alıyordu. Mağaranın ortasında kayadan oyulma, üzeri pürüzsüz bir masa ve masanın üzerinde de darmadağın olmuş kitaplarla parşömenler bulunuyordu. Çocukların bulunduğu girişe nazaran daha alçakta bulunan zeminde ise bir tarafta küçük masalarla sandalyeler, sandalyelerin üzerinde dama, satranç gibi zekâ oyunları yer alıyordu. Birkaç tane çocuk burada kendi aralarında eğleniyordu. Diğer tarafta ise Eleanor’un talim alanı olarak düşündüğü bölge yer alıyordu. Çeşitli kuklalar, çeşitli kitaplar, tahtadan bozma kılıçlar ve talim yayları vardı. Çocukların büyük çoğunluğu bu tarafta ustalarıyla birlikte duruyordu. Kimisi ustasının talimatları doğrultusunda talimlerini sürdürürken kimisi de ustalarının bağırışlarına rağmen birbirlerini kovalıyordu. Bu iflah olmaz yaramazları gördüğü zaman Eleanor’un yüzünü bir tebessüm sardı. Dede de bu durumu fark etmişti.
"Ne güzel değil mi? İşte bu çocuklar bizim neşemizin kaynağı. Ustaların bağırışlarına bakma, aslında onlar da içten içe bu uslanmazların sakinleşip talimlerine dönmelerini istemezler hatta zaman zaman kaya misali tepkisiz duran bu koca adamların kahkahaları karargâhta yankılanır. Kendi kahkahalarının yankısını duydukları zaman yüzlerini bir utanç kaplar, bir anda kaşlarını çatar ve tekrar çocukları talim etmek uğruna çaba göstermeye devam ederler. İşte bu döngü onların duygularını canlandırır. Dışarıda sürekli katı davranmak, duygularını göstermemek zorunda kalan bu koca çınarlar çocukların yaramazlığı ve kahkahaları sayesinde içlerini yumuşatır, duygularının hala ölmediğini hatırlarlar."
Elenaor Dede’ye bakarak söylemek istediklerini onaylamak istercesine gülümsedi. Dede de bu küçük kıza gülümseyerek karşılık verdi. Ardından merdivenleri göstererek sakince “Hadi seni yerleştirelim. Burada uzun zaman geçirecek, onlarca arkadaş edineceksin.” dedi. Merdivenlerden yavaş adımlarla inerlerken karşıdan kendilerini gören beyaz sakalları olan koyu kırmızı renkli cübbeli bir adam, Dede’yi karşılamak için merdivenlere doğru yaklaştı. Merdivenden indiklerinde adam Dede’yi selamladı.
“Hoş geldin Dede'm. Ziyaretinizi neye borçluyuz?”
“Hoş buldum kardeşim. Bu kızımıza Anthor’da bir handa rast geldim. Hancı, kızımızı köle olarak almış ve eziyet ediyormuş. Ben hana girdiğimde kavga vardı.”
“Kavga? Düşündüğüm şey mi oldu?”
“Evet. Kızımız kavgaya karışan herkesi perişan etti. Çok özel bir yeteneği var, kendisiyle özel olarak ilgilenmeni istiyorum. Ayrıca eğitimi olabildiğince gizli sürdürmemiz gerekiyor. Bu konuda sana güveniyorum kardeşim.”
“Emrin başım üstüne Dede'm.”
Tolen, konsey içinde Dede’nin samimiyetine ve kendisine güvendiği sayılı fedailerden biriydi. Yeni fedailerin eğitiminden, eğitmenlerin yönetiminden ve yetiştirilmesinden sorumluydu. Beş eğitim karargâhının en büyüğünü idare ediyor, dolayısıyla kalan dört karargâhı da denetliyordu. Konsey içinde en saygın kişilerden biri ayrıca en yaşlılardan biriydi. Yetmişlerine merdiven dayamış bu koca çınarın vücudu hala demir gibiydi. Yüzünde bir sürü kırışıklık ve savaş yarası bulunuyordu. Dede gibi onun da bir gözünün üzerinde uzun bir çizik vardı. Bir harekâta girmeyeceği sürece sürekli olarak koyu kırmızı, uzun bir cübbe giyerdi. Dede, onu da karşısındaki bu küçük kız gibi 10-11 yaşlarındayken bulmuş ve eğitimini bizzat üstlenmişti. Dede’nin bu küçük kızı kendisine getirerek ne yapmak istediğini çok iyi anlıyordu. Dede’nin bu ince düşüncesi, onun Dede’ye olan hayranlığının ve ona duyduğu minnet duygusunun bir kat daha artmasına sebep olmuştu.
Dede, Eleanor’u Tolen’e emanet ettikten sonra küçük kızın başını okşayıp Tolen’e eliyle selam verip omzuna ağır ağır üç kere vurduktan sonra çıkışa doğru yöneldi. Bu, Dede’nin öğrencilerine özel olarak kullandığı bir semboldü aslında. Dede ne zaman karşısındaki öğrencisinden dolayı gurur duysa aynı az önceki gibi onun omzuna ağır ağır üç kere vururdu. Bu durumu kendisi hiçbir zaman söylememiş, öğrencileri davranışlarını takip ederek böyle bir çıkarıma varmışlardı. Nitekim küçüğünden büyüğüne tüm öğrencileri bu durumu doğruluyordu. Tolen hayatında ilk defa üçlenmişti. Bir anlığına fazla duygusallaştı ve ağlamamak için zor durdurdu kendisini. Derin bir nefes çekip omzundaki yükleri bırakmışçasına geri verdikten sonra Eleanor’u omzuna dokunup aynı eliyle önden buyurmasını işaret eden bir hareket yaparak talim alanına doğru yönlendirdi. Dede ise kapıdaki nöbetçileri yeniden selamlayarak duvardaki insan boyundan biraz daha büyük oval geçitte kayboldu. Geçidin ucundaki diğer iki nöbetçiyi de selamladıktan sonra hızlı adımlarla kendi kendine konuşarak yoluna devam etti.
“O çatlak büyücüyü acilen bulmam gerekiyor. Hem güçlü hem de başına buyruk hareket ediyor. Ayrıca kesinlikle bir çatlak! Umarım bir delilik daha yapmadan kendisini yakalayabilirim.”
Dede yaklaşık bir hafta boyunca Surüstü’nün şehir, köy ve kasabalarını sırayla dolaştı. Bu çatlağın gittiği her yerde kendisini ister istemez ele vereceğinden emindi. Nitekim öyle de oldu. Palennon civarında ormanda gezerken bir karganın gökyüzünde süzülerek kendisine doğru geldiğini fark etti. Karga, teşkilatın habercilerinden biriydi. Büyü yoluyla kargaları kontrol edip yer, yön ve kişileri bulmak için kullanıyorlardı. Dede, karganın konması için yavaşça kolunu açtı. Karga direkt olarak Dede’nin koluna kondu ve konar konmaz Dede’nin önünde bir geçit açıldı. Geçidin ucundan bir konsey üyesi ortaya çıktı ve bir gözcünün kendisine getirdiği haberi Dede’ye sundu.
“Dede! Gözcülerimizin getirdiği habere göre daha önce size saldıran kara büyücü Darellion köyü civarında yeniden fedailerimize saldırmış. Haber çok taze, fazla uzaklaşmış olamaz.”
Darellion Köyü, Surüstü, 343
Darellion, Surüstü’nün onca vahşiliğine rağmen diğerlerine nebze kat kat daha temiz kalabilmiş; 448 kişilik nüfusuyla Suraltı’nı aratmayan yemyeşil atmosferi ve köyün merkezinden geçen, insanın sesini duyduğunda rahatladığı nehri ile Kimsesizler Konseyi’nin koruması altında kendi halinde varlığını sürdürüyordu. Dede dahi bu Surüstü’nün düzenine karşı isyan eden köyü zaman zaman ziyaret ediyor, köyün refah durumunu ve güvenliğini denetliyordu. Köy halkı yaptıkları yardımlardan dolayı bu yardımsever topluluğa büyük minnet duyuyordu.
Köyün girişinde bir yanda köye ait bir mezarlık duruyor, diğer yanda ise köylülerden birine ait bir tarla yer alıyordu. Girişte üzerinde köyün adının yazılı olduğu bir adet tabela ve tabelanın biraz ilerisinde, köyün vefat etmiş bireylerinin anısını yaşatmak için yapılmış bir çeşme bulunuyordu. Genel olarak dağların arasında kalmış bu köy, çoğu zaman Surüstü’ndeki kendi vaziyetine benzer bir şekilde çevresindeki iklimden bağımsız varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Köyün girişindeki dağda üzerinde ağaç yetişmeyen açıklık bir arazi bulunuyordu. Söylentilere göre bu bölgede bir zamanlar eski bir uygarlık yaşamış ve zaman içinde bölgeyi, üzerindeki taş binalar ile birlikte terk etmişler. Bu binalar yıllar içinde yıkılıp toprağın altında kalınca üzerinde ot bitmez, ağaç büyümez hale gelmiş. Sonuç olarak bölge, söylentiler için oldukça müsait bir hale gelmiş ve gencinden yaşlısına herkesin merak ettiği bir yere dönüşmüş. Zaman zaman söylentileri duyan köy çocuklarının bölgeyi ziyaret ettiği ve orada oyunlar oynayıp hayali canavarlarla savaştıkları oluyormuş.
Konsey bu köyün biraz ilerisinde ilginç ve büyük bir kaya keşfetmişti. Yere çökmüş bir deveyi andıran bu kaya, yine köy halkı tarafından yaygınca bilinen bir efsaneye sahiplik ediyordu. Konum olarak müsaitliği ve yol üzerinde bulunması sebebiyle Konsey bu kayayı geçit olarak kullanmaya başlamıştı. Surüstü’nün birçok bölgesinde bu tarz geçitler bulunuyor, Konsey’in bölgedeki olaylara müdahale kabiliyetini ve ulaşım hızını olağanüstü arttırıyordu.
Dede de haberi aldıktan sonra konsey üyesini selamlayıp derhal bir geçit oluşturup bu kaya geçidinden çıktı. Köyden gelen çığlık sesleri, insanın genzini yakan duman kokusu buraya kadar geliyordu. Geçidin etrafındaki geçit muhafızları, yüzlerinde büyük bir pişmanlık ve acı ifadesiyle tetikte bekliyor; bir an önce gidip köy halkına yardım etme hevesiyle çırpındıkları hal ve tavırlarından anlaşılıyordu. Yardımsever köy halkı uzun yıllardır burada olan ve her daim nöbette bekleyen bu genç adamlara zaman zaman köyün ünlü böreklerinden ve çorbalarından getirir, onlarla muhabbete girerlerdi. Bu yüzden muhafızlar, kendileriyle bu kadar güzel ilişkiler kuran bu insanların acı çığlıklarını duydukça içten içe yanıyorlardı. Dede, derhal hazır ol durumunda bekleyen muhafızları selamladı ve durumu sordu.
“Kardeşlerim! Gözcünüz var mı? Durum nedir?”
“Var Dede'm! Kara cübbeli bir büyücü ve yirmi kadar adam köyün içindeki kardeşlerimize saldırdı. Deli büyücü gördüğü her şeyi yakıyor… Köy perişan halde.”
“Anlaşıldı. Bölgede harekete hazır kaç fedaimiz var?”
“Beş geçit ve beş çevre muhafızımız var Dede'm.”
“Pekâlâ! Kulaklarınızı iyi açın ve beni iyice dinleyin! Köyün girişindeki mezarlığın üstünden köye giriş yapacağız. İki grup halinde köyün içine dağılacak ve büyücünün adamlarını hedef alacaksınız. Her şeyi olabildiğince sessiz ve hızlı yapacağız. Büyücünün dengesizlerini ortadan kaldırdıktan sonra bana bir sinyal verecek, hemen ardından köy halkını yönlendirerek köyün ilerisindeki dağa çekileceksiniz. Ayrıca büyücüden uzak duracaksınız! Anlaşıldı mı?”
Çoğu yirmi beş, otuz yaşlarında olan genç muhafızlar anlaşıldı anlamında başlarını salladılar. Bu adamlar, Dede’nin daha önce büyücü ile karşılaştığında yanında olan acemilere göre daha tecrübeli ve daha yetenekliydiler. Dede’nin bölgeye geldiği kısa süre içerisinde çevre muhafızlarına da iletildi ve girişteki mezarlıkta toplandılar. Dede, mezarlığın bulunduğu küçük tepeciğin üstüne çıkarak köye hakim bir yere yerleşti ve muhafızlara harekete geçmeleri için işaret verdi. Köyün biraz içlerine kadar birlikte ilerleyen muhafızlar aralarında anlaşarak dağıldılar. Köyde hala yanmamış bölgeler bulunuyordu. Zaman zaman bu bölgelerden yeni dumanlar yükseliyor ve büyücünün adamlarının buralarda olduğunu ifşa ediyordu. Muhafızlar da bir yandan gökyüzünü kontrol ederek bu işaretlere doğru yol alıyorlardı. Her köşebaşını kontrol ederek bir yandan delinin adamlarını yokluyorlar bir yandan da köy yerlilerini arıyorlardı. Yerlileri mezarlığa doğru gitmeleri konusunda bilgilendiriyorlar ve yollarına devam ediyorlardı. Köylülerin büyük çoğunluğu çoktan köyü terk etmiş, kalanlar daha çok kaçmaya mecali kalmamış yaşlı kesim ve kaçamayan bu eski toprakları büyücüye yem etmek istemeyen yardımseverlerden ibaretti. Muhafızlar oldukça hızlı ilerlemiş ve yeni yangın başlayan yerlere yetişmişlerdi. Geçtikleri her sokakta telef olmuş hayvanlar etrafa korkunç bir koku yayıyor, yangından kaçamayan diğer hayvanların acı çığlıkları ise muhafızların yüreklerini dağlıyordu. Büyücünün adamları ise tam tersine oldukça rahat bir şekilde ellerini kollarını sallaya sallaya geziniyor, ellerindeki meşaleleri bir o yana bir bu yana fırlatıyorlardı. Muhafızlar, bu başıboş serserileri yakalamak için en uygun fırsatı bulduklarını düşünerek üzerlerine çöktüler. Kimisi ok atarak uğraşmadan öldürmeyi tercih ederken kimisi de sessizce yanlarına yaklaşarak acıma duygusundan yoksun bu canilere acı çektirmeyi tercih etti. Yaklaşık yarım saatin ardından kalan evler yanmaktan kurtulmuş, büyücünün fedaileri kendileri kararttıkları kara toprağın üzerine serilmişti. Köyü, Dede gibi uzaktan izleyen büyücü hareketin duraksamasından dolayı şüphelenerek adamlarını denetlemek üzere köye doğru yürümeye başladı. Bu esnada köylüleri mezarlığa yönlendiren muhafızlar üzerine bir sancak bağladıkları ıslıklı oku gökyüzüne fırlatarak Dede’ye, beklediği sinyali verdiler.
Dede, ıslıklı oku duyduktan sonra koşarak köyün girişine doğru ilerledi. Hemen sağındaki “Darellion Köyü” tabelasına baktı ve iç çekerek yere bir sembol çizmeye başladı. Sembolün son çizgisini de kalan kısmıyla birleştirdiğinde hafif bir rüzgâr esintisi gelip sembolün üzerinde toplandı ve sembol açık mavi bir renk aldı. Dede sembolün yanına, köyü karşısına alacak şekilde geçti ve odaklanmak için gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi çok kısa bir süre tuttuktan sonra geri verdi ve büyüyü fısıldamaya başladı. “Demallium wintum” Sembolün açık mavi rengi, sembol ile birlikte giderek kayboldu ve sembolün bulunduğu yerden çıkan bir rüzgâr şiddetlenerek köye doğru yöneldi. Geçtiği yerlerden ateşi tam anlamıyla sökerek aldı ve köyün çıkışına doğru ilerleyip gökyüzüne doğru yükseldikten sonra kayboldu. Büyücü, Dede’nin geldiğinin farkına varmış ve buradan kaçamayacağını anlamıştı. Artık bu eski dostla yüzleşmesi gerektiğini biliyordu. Dede’nin kendisini duyacağından emin bir şekilde fısıldadı. “O gün geldi sanırım eski dostum. Meydanda seni bekliyor olacağım.”
Deli büyücünün de tahmin ettiği gibi Dede bu fısıltıları duymuştu. Etrafında hiç kimse olmamasına rağmen fısıltılar duymak Dede’yi çok şaşırtmıştı. Başta az önce duyduğu şeylerin gerçek olup olmadığından emin olamadı. Bunun gerçek olma ihtimaline olanak dahi vermiyordu. Başını sağa sola sallayıp kendini toparlamaya çalışırken aynı cümleleri yeniden duydu. Duydukları gerçeğin ta kendisiydi.
Kimsesizler Konseyi asırlar önce ilk kurulduğu günlerde konsey büyücüleri olarak kendi aralarında sessizce iletişim kurabilmek için böyle bir yöntem geliştirmişlerdi. Oldukça eski bir teknik olduğu ve bilinen tek ölümsüz canlının Dede olduğu bir gerçekti. Bu durumda Dede’nin karşısında da kendisi gibi ölmemekle lanetlenmiş, hem de konsey üyesi olan birisi yer alıyordu. Bu iki ayak da asırlarca yaşamış, on binlerce anı biriktirmiş ve bir şekilde kötü yola düşmüştü. Bugün burada Dede’yi dehşetle yerine sabitleyen şey tüm bunların yaşanmış olması, belki de dünya üzerinde kendisini anlayabilecek tek insanı ya öldürmek ya da sonsuz bir döngüye kıstırmak zorunda olmasıydı. Büyüyü bozarak onu öldürebilirdi fakat zamanında yapılmış bu büyünün kötü yanı büyüyü bozmanın bilinen bir yolu olmamasıydı. Dolayısıyla Dede’ye onu döngüye hapsetmek ve onun orada varlığını devam ettirdiğini bilerek vicdan azabı çekmek düşüyordu. Dede durduğu yerde saplı dururken deli büyücü yeniden fısıldadı. “Benim eski dostum Felldor... Ben Kurvac. Hatırlamadın mı?”
Madam Bovary
2022-05-04T13:03:12+03:00İyi bir kurgu. Islıklı ok fikrini sevdim, özgün. :))