[Cornelis Lieste (1817-1861), Sunlit Landscape]



Tek başınalığın verdiği huzursuzluğun tarihini anlatmakla geçiyor ömrümüz sevgilim. Artan oranda azalan bir birliktelik duygusunu sanayi devrimine borçlu olarak birçok şey dolduruldu ceplerimize.


Yarın güneş patlamayacakmış gibi güne uyanıyoruz, nasıl da hayret… Beni en çok bu yaralıyor. Yani yarın sana en güçlü olduğum yanlarımı göstermek zorundayım sevgilim. Sense zayıflıkları tanrısal bir gülümsemeyle geçiştirmeyi seçiyorsun, ne güzel. Kendimden bir tane daha olsa onunla yapamam diyorsun. Ne garip... Gittiğimiz yerde palazlanıyorken cehennemimiz üstelik...


Hem ortada bir mutluluk varsa bu en çok mutsuzlar sayesindedir belki. Kalabalık, böyle bir düşünceyi zehirli buluyor şimdilik. Geçelim…


Diyorum ki, bu tek başınalığın verdiği huzursuzluktur artık. Cinsel boşalım peşinde koşan yığınlar -tek başınalıklarından kaçmayı deneyenler yani- ayıldıktan sonra ilk birleşmelerinin ardından daha büyük bir ayrı olma duygusuna kapılmalarını anlamakta zorlanıyor. Yine bir mantar kültürü besleniyor o ara, yayılıyor cehennemlerinin palazlandığı yerlerde, ne garip...


Güneş demiştik sahi... Yalnızca sekiz dakika kırk dört saniye içinde dünyayı aydınlatıyor şu ateş topu. Yok oluştan önce kalan zamanımız belki...


Açıkçası, acımasız umutlar saçan şairler gibi olmayı bıraktım. Bakma bana öyle. Kötü şeylerden bahsetmiyorum. Bunlar güçlü yanlarımız. Şimdi otur yanıma, yarın patlayacakmış gibi güneş birbirimize bakalım.


Yanisi şu sevgilim: Sevgi, sanıldığının aksine öğrenilebilir bir şey. Sınavı da uzun sürer diyorlar. Sevmek için bir şeyleri bilmek gerekir. Bir şeyleri anlamak için bir şeyleri yapmak gerekir diyorlar.


Demek ki anlayabildiğimiz kadar seveceğiz birbirimizi bize kalan sekiz dakika kırk dört saniyede. Epeydir katran sarmış bu arada ciğerlerimi. Bense iki nokta altı milyar insanın açlığına öksürüyorum.


Yanisi şu ki, Emile Zola’nın yağmalanmış Paris’ini çiziyorum sigara külleriyle avuçlarıma ve çoğu zaman katranı yok sayıyorum. Hatta bazen Nilgün Marmara’nın oturduğu merdivenler oluyorum kül tablasını uzattığın o ara. Yine de bir ederi yok diyorlar artık bunların. Geçelim.


Nesneleştirdiğim çoğu "şey" kadar sahiplik eki fırlatıyorum penceremden. İlerleme haline aldanmış kobay fareleri gibi bakışıyoruz o esnada. Nasıl olsa hep ilerleme duygusuna bürünmüş çoğu asfalt. İzin ver, ilerisi için izah edeyim:


Şöyle ki sevgilim, beni bir kınsız şövalye olarak değirmenlerine bırak arayışların. Vazgeçerken dahi son kez vuruşayım...