Saat akşam dokuz, on civarı. Kalabalık şehrin işlek çarşısında köhne bir sokak arasındayım. Dar aradan, ister istemez bakışıyor olduğum adamlar gelip geçiyor, bazıları kasten dizlerime çarpıveriyor. "Oopps!". Üst üste atmışım çünkü bacakları, sallıyorum endişeyle, dirseğimi dayamışım, küçümser bir bakış atıyorum bazılarına. Ha bir de küçükken yorulursam oturmak istediğimde izin verilmeyen, ne idüğü belirsiz, yüksek bir kaldırımda oturuyorum. Arkamdaki bina yedi katlı "Âli Hanı". Birini bekliyorum da... Telefonda aynı zamanda biriyle konuşuyorum, ondan aklım gidiyor, unutuyorum. Halbuki o da soruyor kimi beklediğimi, "Kardeşim." diye geçiştiriyorum, fakat olmayabilir de. Unutkanlığım üzerimde ya da unutkan olduğumu ben yeni farkediyorum. Hava atmıştım hep hafızamla, lanet bile demiştim bazen hakkında. Hatırlamak istemediğim, ilgisiz, alakasız her ayrıntıyı silemediği için intizar etmişim... Dönmüş dolaşmış beni bulmuş. Annem de öyle derdi, beddua sahibini...
Şu adamların bakışlarıysa, daha önce nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Sokak insanıyım, sokakta yaşayan fakat sokakla münasebetini genişletemeyen biri... Biraz platonik, biraz karşılıksız. Adamlarınki, bana biraz teklifsiz, biraz anlamsız. İşte şimdi tanımlayabiliyorum. Bunu da, unutkanlığıma veya farkındalığıma veriyorum.
Her biri; onlarla geçmişte bir tanışıklığımız, bağımız, hesabımız var gibi bakıyor. Nasıl desem? Benden bir şey istiyorlar ya da daha önce onlara istedikleri bir şeyi vermiş gibi. Şüphelenmeye başlıyorum. Kendimden şüpheleniyorum. Belleğimde olmayan bir bilinçle onlara bir şey vermiş veya verecek olabilir miyim? Ben, bilmediğim başka bir hayatı da yaşıyor olabilir miyim?
Bir kadın vardı, komşumuz. Onda da vardı bundan. Bir yatak odası takımı satacaktık; o niyetlendi, aldı da. Sonra ailesinin haberi olmadığı ortaya çıktı. Bizim takımlar, ufak aile faciasında ortada kalan oldu. Bazen de benim annem bana tepkili olup duruyordu, bazen kardeşlerim konuşmayı kesiyordu, bazen de... Bilmem, hani bir şey olmuyordu, anlam veremiyorum hiçbirine. Aynı anlam veremediğim bakışlar... "Yoksa?" diyorum, "Benim alacak vereceğim de mi oldu ki bu anlamsızlık?" O kadın geçen sene öldü.
Ürperdim. Aklımı karıştıran telefonu kapıyorum. Hanın kapısı açılıyor. Dönüp de bakmadığım kişi sırtıma dokunuyor. "Gidelim." diyor. Kalkıp gidiyorum. Gidiyorum da kiminle nereye? Bir arabaya bindiriyor beni. İtiraz edebileceğim gibi değil, bakışları tanıdık ve şefkatli, kırarım ya onu... Öyle bir kez daha ürperiyorum.
Üçüncü ürperiş, mezarlıkta. Niye geldiğimizi sorduğumdaysa bana "Bir kere, gece onu görmek istediğini söyledin." diyor. "Geceleri o en rahat olduğu zaman olduğunu söylermiş ya sana." "Peki." diyorum.
Uzun bir arayış ardından bir mezarın başına varıyoruz. Bir yanda kırk sene öncesinin, bir yanda geçen senenin tarihi; yatanla müşterek soyadlarımız. Tabii ya... "O kadın öldü, gidelim." diyorum. "Annem, gece gece mezarlığa gelinmeyeceğini de söylerdi."