Amerikalı tarihçi Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din adlı eserinde “milliyetçilik” kavramını, modern medeniyeti her açıdan etkileyen evrensel bir mesele olması sebebiyle hem tarihsel hem de kültürel açıdan incelemiş ve milliyetçiliğin bu tarihsel süreçte uğradığı değişimleri ortaya koymayı hedeflemiştir. Özellikle de milliyetçiliğin 21. yüzyıldaki konumunun anlaşılabilmesi açısından Milliyetçilik: Bir Din kitabı kayda değer bir eserdir.


On iki bölümden oluşan eser; yazarın millet, milliyet ve milliyetçilik tanımlarını etimolojik açıdan inceleyip farklarını ortaya koyduğu ön söz kısmı ile başlamaktadır. Önceleri “ırk, soy” gibi anlamlarda kullanılan “millet” kelimesinin ilkel kabilelerin büyük toplumlara dönüşmesinden sonra tek bir “halk” yahut “yöre ahalisi” gibi anlamlar kazanan “milliyet” kelimesine dönüştüğünü belirtmiş, bu halkların birbirlerine ve sahip oldukları tüm toplumsal normlara olan düşkünlüklerini de “milliyetçilik” kelimesini kullanarak açıklamıştır.


Kitabın ilk bölümünde, milliyetçiliğin vatanseverlik ve milli bilincin etkileşimi sonucu ortaya çıkacağını ve toplumlar arasında farklılaşan belli başlı unsurlar tarafından besleneceğini belirten yazar, bu unsurlardan en önemlisinin dil olduğunu savunmuştur. Ayrıca dili; bir toplumda âlimden ümmiye kadar herkesin birbiri ile iletişim kurmasına yarayan bir araç olmasının yanında, halkların geçmişleri ile somut bağlara sahip olmasını da sağlayan en güçlü kültürel ögelerden birisi olarak değerlendirmiştir. Fakat bunun yanında milli şuur ile vatanseverliğin kaynaşmasına katkıda bulunan, diğer kritik unsurları da sosyal alışkanlıklar üzerinde kolayca tahakküm kurabilen dini geçmiş, siyasi tarih, sınai ve ekonomik birikim, sahip olunan toprak parçası ve bu toprak parçasını elde etme yolunda, yenilgi ile sonuçlanmış dahi olsa, verilmiş mücadeleler olarak açıklamıştır.


Ardından, insanda tabii olarak bulunan din hissiyatının milliyetçiliği hangi açıdan ve nasıl beslediğine değinen yazar, modern Avrupa’nın Hristiyanlık ile arasının açılması sonucu “pozitivizm” yahut “hür masonluk” gibi fikir akımlarının yanında milliyetçiliği de nasıl benimsediğini tartışmış ve en nihayetinde de milliyetçiliğin günümüzde karşılaştığımız halinin Batı’ya benimsetilmiş hükümsüz bir din olduğunu savunmuştur. Gerçekten de kitabın ilerleyen kısımları incelendiğinde kabileler halinde yaşanılan dönemdeki milliyetçilik algısı ile uzun yıllar farklı uluslara hüküm sürmüş imparatorlukların parçalanmasına sebep olan modern milliyetçilik arasındaki farkların yazar tarafından nasıl incelendiği görülecektir.


Müellif; uzun yıllar boyunca ilkel kabilelerin bir parçası halinde yaşayan insanların kendi kabilelerine duydukları sadakati “kabilecilik” olarak adlandırmış fakat bu yoğun bağlılık duygusunun başka kabilelerin halkları ile iletişim kurmada yahut mal takasında sorun teşkil edecek bir unsur olmadığını da eklemiştir. Süregelen dönemde kabilelerin üst askeri imparatorluklar tarafından ele geçirilmesi ve dünya dinlerinin bu imparatorlukları birleştiren temel güç olması sebebiyle ortaya milliyetler üstü, evrensel bir anlayış ve bağlılığın çıktığını belirtmiş ve bu duruma da Ortaçağ’da yaşayan bir Avrupalı’nın kendini tanımlarken “Ben Alman'ım” yahut “Ben İngiliz'im” gibi ulus ayrımı içeren bir cevap yerine “Ben Hristiyanım” şeklinde din temelli, daha üstel bir cevap vermesini örnek göstermiştir. Ne var ki bu evrensel bağlılığın tekrardan milliyetçilik duygusuna evrilmesine yol açan gelişmelerin Ortaçağ’ın sonu ile modern dönemin başında tekrardan peyda olduğunu ve bizim günümüzde de etkisini hissettiğimiz ulusçuluğa dönüşmeye başladığını savunmuştur. Yazara göre bu durumun ortaya çıkmasında etkili dört unsur vardır ki ilki toplum içerisinde ortaya çıkan entelektüel güruhun, milli kültürleri öne çıkaran edebi eserler vermesi ve halkları bir arada tutan en önemli unsur olan evrensel dilin (Latince) zayıflayıp yerini yerel dillere bırakmasıdır. Sonrasında feodal yahut şehir devletlerin siyasi yönetimde güç kaybetmiş Roma İmparatorluğu’ndan daha başarılı olmasını, bu feodal yahut şehir devletlerinin sınai ve ekonomik açıdan içine kapalı bir gelişim sergilemesini ve imparatorluğu bir arada tutan Hristiyanlık dininin mezheplere ayrılmasını da sebep olarak göstermiştir.


Hayes; yerel kültürlerin tekrardan önem kazanması ve Hristiyan inancının mezheplere bölünmesi sonucu yeniden ortaya çıkan milli kültür anlayışının köklerinin İngiltere’de yeşerdiğini belirtse de Fransız Devrimi’nin milliyetçilik anlayışını tüm Avrupa’ya yayan vaka olduğunu ve devrimden sonra gerek Fransa’da gerekse tüm Avrupa’da sistematik bir şekilde geliştirildiğini savunmuştur. Fransız Devrimi'nden önce Avrupa'da, bilhassa Fransa'da, daha çok tercihe bağlı ve tek bir azınlığın ayrıcalığı olan bir eğitim modeli görülürken, devrimden sonra özellikle de 1. Napolyon'un etkisi ile tüm halkın dahil olacağı ve milliyetçi zihin yapısı ile yetişeceği bir eğitim modeli oluşturulduğunu belirten yazar; bayrak, milli marş, militarist kıyafet tarzı gibi belli başlı milli sembollerin oluşturulup öne çıkarılmaya başlandığını ve bu devrimci değişimlerin Fransa etkisiyle yavaş yavaş Belçika Hollandası, Polonya, Slavlar gibi farklı milletlerin hanedanlıkları tarafından yönetilen azınlıklar arasında da yayıldığını eklemiştir.


Fransız Devrimi ve devamında kültürel açıdan etkilenen halklar, bu süre zarfında, tarım toplulukları olduklarından dolayı kültürel açıdan milliyetçileşseler dahi askeri ve ekonomik direnişlerini ancak Sanayi Devrimi'nin ardından gelişen sınai imkânların da etkisi ile kendi kendilerine yetebilir hâle geldikten sonra gösterebilmişlerdir. Özellikle bu konuda yazar, ekonomik açıdan gelişme gösterebildiği için daha kolay silahlanabilen azınlıkların bu imkânlarının milliyetçilik duygusu ile de birleşince 1. Dünya Savaşı'na zemin hazırladığına dair çarpıcı bir örnek vermiştir. Çünkü milliyetçilik her ne kadar Avrupa için bir ihraç malı olsa da kendi tahakkümlerindeki denizaşırı ülkelerde de hareketlenmelere sebebiyet vermiştir. Ayrıca buna paralel olarak başlayan azınlık karşıtlığı ve hoşgörüsüzlük de bu durumu etkilemiştir.


Müellif; 1. Dünya Savaşı’nı sonuçlandıran antlaşmaların görüşüldüğü Paris Barış Konferansı’nda; milliyetçiliğin Avrupa kamu hukukunun bir parçası olarak kabul edilmesi sonucu, savaş sonrası dağılan imparatorluklardan artakalan ülkelerin de yeni sistemlerini ve kültürel yapılarını, milliyetçiliği temel alarak kurduklarını savunmuş ve bu konuya Türkiye ile İran’ı örnek göstermiştir. Hayes’e göre hilafet sistemi ve padişahlığın kaldırılmasının ardından dil ve kurumların da millileştirilip laik bir karakter kazanması üzerine çalışılan Türkiye ve bu gelişmelere öncülük eden Mustafa Kemal, kendisini İslami kimlikten kurtarıp milli bir sistem kurmayı amaçlayan diğer bir ülke olan İran ve öncüsü Rıza Pehlevi’ye örnek teşkil etmiştir.

Dağılan imparatorlukların ardından kurulan bazı ülkelerde bu tarz değişim süreçleri devam ederken Rusya, Almanya ve İtalya’da peyda olan totaliter milliyetçilik 2. Dünya Savaşı’nı tetikleyen sebeplerden birisi olmuştur. 1. Dünya Savaşı’na nazaran çok daha milliyetçi bir mücadele olan 2. Dünya Savaşı, milliyetçilik tohumunun tüm dünyaya yayılmasında çok daha fazla etkin rol oynamış ve milliyetçiliğin yerini modern dünyada biraz daha sağlamlaştırmıştır.


Kitabın son kısmında; modern dünyada gözlemlediğimiz milliyetçilik hakkında genel bir yorum yapan yazar, milliyetçiliğin Batı’da güç kaybeden Hristiyanlığın ikamesi sonucu ortaya çıktığını ve aynı bir din gibi belirli bir eğitim süreci sonucu topluma mâl edildiğini, “bayrağa saygı, bayrağı selamlama” gibi ayinlere sahip olduğunu belirtmiştir. Örgütleme başarısı, demokratik sistemi benimsetmesi, vatandaşlık bilinci kazandırması ve insan hakları gibi temel meselelerin tartışılmasına önayak olması açısından yararlı sonuçlara sahip olsa dahi dünya üzerinde milliyetçilik temelli yeni çatışmaların çıkmaması adına, bu bölücü modern dünya dininin, yerini tekrardan toplumları bir araya getirecek güce sahip üstel bir Hristiyanlık anlayışına bırakması gerektiğini savunmuştur. İslamiyet, Hinduizm, Konfüçyüsçülük gibi farklı dini inanışlara sahip toplumlar hakkındaki bilgilerinin yetersiz olduğunu belirtmiş fakat bu toplumların da benzer bir yol izlemesi gerektiğini söylemiştir.


Kitabın genel mahiyetine dair bir şeyler söylemek gerekirse; eser, içinde yaşanılan çağda maruz kalınan ve farkında olarak yahut olmayarak benimsenen milliyetçi ögelerin kaynağına, tarihsel sürecine ve ana amacına dair bilgi edinmemiz açısından doyurucu bilgilere sahiptir. Ayrıca milliyetçiliği temel alması ve dünya tarihini bu anlayış üzerinden özetlemesi milliyetçiliğin daha anlaşılır olmasını sağlamıştır. Fakat Avrupa’da peyda olup sonradan dünyaya yayılan milliyetçiliğin, Avrupa ile bağı olmayan ve farklı inanışlara sahip toplumlar tarafından nasıl yorumlanıp uygulandığı konusunda bir miktar yetersiz kaldığı söylenebilir.