Yüzümü suyunla akladım, bu kavgadan alnımızın akıyla çıkmak nasip olsun deyû!


Hasır sandaletlerini çıkarmış ayaklarını dinlendiriyordu su kenarında. Ulaktan aldığı görevle yola çıkmış Şam elinden, yukarı Mezopotamya ellerine vardığında daha bir hızla sürmüştü atını.


Varacağı yer kendi topraklarıydı, yollar kısaldıkça heyecanı artıyordu Mirali'nin. Heyecanı cenk içindi, heyecanı dostları, toprağı ve tabii yıllardır göremediği çocukluk aşkı içindi. "Cemre..." dedi ve kaldı öylece, merak ediyordu Cemre'sini fakat bu dönüş başka bir gaye taşıyordu.


Uzun bir yolculuktan sonra kaleye varmadan önceki küçük köye ulaşmıştı. Köylülerin arasından hızını hiç kesmeden geçip gitti, köyün bitiminden az ötede yer alan dar bir geçitten kaleye doğru uzanan yolu seyretti bir müddet. Attan inip cübbesinden kopardığı kırmızı bez parçasını okun ucuna bağladı. Kale girişinde yer alan tahta köprünün üzerine çakılan ok, köprü altından akan Dicle Nehri'nin sesinde boğulmuş, bir tüy gibi sessizce konmuştu köprünün üzerine. Kaleye varmadan asılı duran tahta köprünün önündeki kale muhafızları, ok daha havadayken fark edecek kadar iyi birer askerdi. Bu mesajın ne anlama geldiğini biliyorlardı fakat yalnız mı yoksa yanında başkaları da var mı, emin olmadan kapıyı açmak istemediler. Bir atın üstünde kırmızılı biri hızla kaleye doğru ilerliyordu. Oku almak için diz çöktüğü yerden oku çıkararak ayağa kalkan muhafız "sorun yok, kapıyı açalım" diyerek elindeki oku Dicle'nin sularına fırlattı.


Dicle... Nice kahramanlıkların, destanların, aşkların, ihanetlerin, savaşların gizleri vardı sularında. Geçmişten günümüze kim bilir tarihin ne sırlarıyla doludur toprağın. Mirali, kapının açılışını beklerken Dicle'nin hırçınlığını seyretti bir müddet. Ey deli su! Hırçınlığın korku, durgunluğun huzur veriyor. Ben ikisinden de almaya geldim. Yüzümü suyunla akladım, bu kavgadan alnımızın akıyla çıkmak nasip olsun deyû... Sürdü atını ileri, huzur davasının korkusuz neferi.