Günler, belki de haftalar sonra şu soğuk eve benden başka bir nefes girdi. Yanlış anlaşılmasın, soğuk derken kasvetinden bahsediyorum. Yoksa sarıya dönmüş petekler idare ediyor hala. Ama sessizliğin soğuğu pek keskindir efendim; deler geçer ruhu. Tabi şimdi size bundan yakınacak değilim. Hem bakmayın siz öyle dediğime,ihtiyarlaştım hepten. Bu sessizlik yılların gürültüsünü dindirmek için bana gereklidir esasen.

    Neyse ne, size genç misafirimden bahsetmek icap eder. Tren garının şehir girişinde, bir bankta rastladım bu genç delikanlıya. Elimde alışveriş torbaları, kent pazarında henüz çıkmıştım. Kararmaya yakın hava ayaza dönmek üzereydi. Bu şehrin kışı da ayazı da pek yamandır. Hava, bu mevsimde akşamüstü vakit kaybetmeden kararmaya başlar,soğuk giderek artar, geceyarısından sonra artık durulmaz olur. Ben de o gün masamı, kitaplığımı toparlamaya dalmış, pazara gitmekte geçikmiştim. Aceleyle tezgahlara uğrayıp bir kaç parça meyve sebze aldım. Bir koli yumurta kolumun altında, torbalarımı yüklendim. Geç olmadan eve varıp yeni yazacağım romanım üzerine çalışmak istiyordum. Yaş ilerledikçe masa başında kalem oynatmak zorlaşmaya başladı. Hepi topu bir kaç cümlecik yazdığım oluyor bir gün içerisinde. Bazen onu bile beceremiyorum. İki göz evde bir oraya bir buraya dolanıyorum işte.

    Aklım romanımda, rüzgar yüzümü yakıyor,durulacak gibi değil ama biraz soluk almak lazım geldi. Evim kent pazarının bir üst sokağında kalıyor. Yokuş pek yaman, yaş da ileri olunca böyle durup dinlenmelerim alışkanlık haline geliverdi. Hele de torbalar ağır olunca yol uzar da uzar oldu.

    Tren garında düdük seslerinden yana baktım. Pek kimseler kalmamış. Banka doğru yanaştım. Genç bir delikanlı tek başına oturuyor. Selam verdim ama belli ki duymadı. Yüzü tanıdık gibi ama yok, çıkaramadım. Buralardan değil belli ki. Üstündeki ceket eski, yer yer sökülmüş. Hem de öyle ince ki mümkün değil buraların ayazından korusun. Düğme yerlerinde ip söküğü var, önü olduğu gibi açık. Içinde de ince, eprimiş gömlek. Üşüyor bu genç, nasıl üşümesin? Soğuktan mosmor olmuş ellerini birleştirmiş kucağında. Titreyip duruyor. Benden yana da bakmıyor. Sanki hiç bir yere bakmıyor. Baksa da görmüyor. Dalmış gitmiş. Hali içimi kavurdu. Trenden indi heralde, birini bekliyor diye düşündüm. Tabi beni de soğuk ısırıyor. Daha fazla oturamazdım bankta. E genci de gelip alan yok. Sormadan da edemedim.  Şöyle bir döndüm, daldığı yerden çıksın diye sesimi yükselttim;

 ’’Birini mi bekliyorsun delikanlı?’’ dedim.

    Duydu sonunda beni. Kasketinin altından dikti gözlerini bana. Karanlıkta seçemedim o an tabi ama gözlerinden korku akıyor çocuğun belli. Sorular sorup ürkütmek kızdırmak istemiyordum ama varıp yoluma da gidemedim. Ben de dedim ki en azından şu çocuğa bahaneyle biraz yardım edeyim. O torbalarımı taşıyıversin eve kadar, ben de cebine bir kaç kuruş koyayım. Pazar üstü kaldı üç beş birşeyler. Belli ki çocuğun durumu yok. En azından köşedeki şehir lokantsaında gider de boğazında iki lokma bir şey geçer.

   Sözümü hızlıca toparlayıp teklifimi yaptım. Torbaları taşırım ama parayı kabul edemem dedi. E böylesi hiç olmaz. Kapıya varınca kabul eder düşüncesiyle tamam dedim. Bir şekilde ikna edecektim. Emekli öğretmen olduğumdan gençlerle aram iyidir. Oturup iki kelam edemeyeli epey olmasına karşın, sohbete başladım mı dinletmesini bilirim efendim.

   Torbaların hiçbirini bana bırakmadı, hepsini yüklendi. Cılız da bir çocuk ama gençlik kuvveti var omzularında. Yan yana düştük yola. Pek sakin, yol boyu ağzını bıçak açmadı. Rüzgar yolumuza taş koyuyor, hızımızı kesiyordu. Eve kadar zor geldik. Kapının önüne torbaları bıraktı. İyi akşamlar diledi. Merdivene yöneldi hemen. Acele ediyordu ki anlamıştı para vereceğimi.

 ‘’Dur hele nereye gidiyorsun’’ dedim.

   Ayakkabıları apartmanın ışığında gözüme takıldı. Delik teşik olmuş bu botlar, su almış belli ki yürüdükçe mermer ıslanıyor. Gitmek için nefesini tutuyor. Bir adım atsam kaçacak gibi.

 ‘’Dur‘’dedim. ‘’O kadar yardım ettin bana. Sen de gördün. Sokakta kimseler yoktu. Sen olmasan taşıyamazdım bu torbaları tek başıma. Hava çok soğuk. Gel de bir sıcak çayımı iç en azından. Bu kadarını da işten sayma. Teşekkür olarak kabul et. İç çayını, için ısınsın. Sonra yine gidersin oğlum’’.

   Kararsız kaldı. Kafasını hiç kaldırmadı yerden. Düşünmesi için fırsat verdim. Islak çoraplarından çekinmesin diye bir çift terliği eşiğe bıraktım. Şöyle bir baktı. Eğildi botlarının bağlarını çzödü. Kafasıyla sessiz teşekkür etti.

   Saklamaya gerek yok. O, eve girerken bir anlığına tereddüt ettim. Akşam vakti hiç tanımadığım bu genci evime almakta doğru ediyor muydum ki? Evimde değerli eşya yoktur. Bir gümüş saat, sevgili eşimden kalan. O da para etmez, gönül ihtiyacıdır. Yine de insan korkuyor. Orada burada duyduğu akılda kalıyor. Yine de ses etmedim. Konuğumu içeriyi gösterdim. Çekine çekine terlikleri giydi. Gösterdiğim odaya geçti. Pencerenin dibindeki hasır koltuğa büzüldü.

’’ Rahat et oğlum’’ dedim, ‘’çekinme hiç. Ben geliyorum şimdi.’’

 ‘’Tamam’’ dedi.

   İliştiği yerde hiç bana dönmedi bile. Çocuğun bir derdi mi var, aç açıkta mı kaldı, yolunu mu bulamadı anlayamadım. Hali pek mazlum. Odanın ışığında daha bir cılız geldi gözüme; sanki iskelet. Kıvır kıvır saçları girmiş biribirine, kasketin altında dökülüyor. Sanki oradan oraya savrula savrula gelmiş de oturmuş bu çocuk.

    Neyse dedim. Biraz ısınsın kendine gelsin. Belki açıverir bana, varsa bir derdi. Mutfağa yollandım. Artık demlemekle uğraşmaz oldum çayı -sallandırıp duruyorum- bugün misafirim var diye eski usül çay suyunu koydum ocağa. Çok uzun zamandır, belki sevgilim, sevgili eşim beni bırakıp göçeli beri dikkat etmez oldum ince işlere. Acıktım mı yemeğimim pişirip karnımı doyuruyorum da gönlüm boş kalıyor onsuz. O varken küçücük, pötikare masamız bayram sofrası gelirdi her yemek saati ya, şimdi de atıştırıyorum işte birşeyler.

   Ama şuncağızın önüne kuru kuru çay koymak olmaz. Öyle tatlıdır kektir onlar da bulunmaz ki evde. Dolaptaki yemeği ısıtsam mı diye düşündüm. Pek kararsız kaldım. Konuğumu gücendirecek bir şey yapmak istemiyordum. Bir süre öyle bekledim çayın başında. Sonra aklıma geldi. Sabah yan komşu Aysel hanım bir tabak sıcak çörekle çalmıştı kapımı. Pek sevindim bu fikri bulduğuma. Hemen ısıttım çörekleri, çayları koydum vardım salona. Benimki hala bıraktığım yerde oturuyor. Gözlerini dikmiş pencerenin parmaklığına. Geldiğimi görünce irkildi. Tedirgin baktı gözlerime. Kasketini çıkarmış olduğundan, yüzünü de yerden pek az kaldırığından, dışarısı zaten karanlık olduğundan odanın loş ışığında ilk defa gördüm çocuğun yüzünü. Çocuk muydu, benim gibi ihtiyar mıydı bu bal rengi gözler? Ne derin ifade...Geçtim karşısına oturdum.

‘’Çayın yanında atıştırırız diye düşündüm’’ dedim.

    Çayımı çektim önüme, çöreklerden birine gömüldüm, sanki o yokmuş karşımda gibi. Çekinir gibi oldu sonra direnmedi sıcak, tereyağlı çöreklere. Yavaştan yemeye başladı. O yerken hiç ses etmedim. Usul usul izlemeye başladım. Korkutmamak için yaklaşmadığım, iki parça mamalarını bırakıp uzaktan izlediğim mahalleli kedilerden var sanki karşımda. Tüm cılızlığına, üşümüş korkmuşluğuna, kirine pasına rağmen gözlerinde hayat çağıldıyor bu gencin. Kıvır kıvır saçları, gözleriyle aynı balın renginde. bir şekilde, ne kadar saklamaya çalışsa da, yine de gençlik, gençlikten ziyade bir ışıltı, bir parlaklık, canlılık fışkırıyor delikanlının yüzünden, ifadesinden. Farklı bir şeyler var. Sanki biraz daha baksam tanıyacağım. Bulup çıkaracağım. Mahalleden olsa mutlaka bilirdim. Benim ihtiyar ev bu küçük mahallenin tam ortasındadır. Panjurları açtım mı bütün mahalleyi seyreder dururum. Selamı sabahı eksik etmez mahalleli de sağolsunlar. Yıllardır buradayım. Demirbaş sayılırım. Sevdicek de yanımda olsaydı. Dizdize sonbaharı görseydik ya işte. Kısmet olmadı. Hastalık yel gibi aldı onu da bana kara kışı kaldı.

    Nerelerden nerelere geldim yine. Kusura bakmayın efendim. Ne diyordum. Velhasıl kelam bu genci benim daha önce görmüşlüğüm yoktu. Hafsalam yerindedir canım, buralarda görmüş konuşmuş olsam hatırlarım. Yine de içimde tuhaf bir his var çocuğa karşı. Bir tanıdıklık hissi. Bir yakınlık, ne bileyim sanki yıllar sonra bulduğum oğlummuş gibi. Aman ne söylüyorum ben? Benim hiç çocuğum olmadı ki. Perihancığım çok istedi zamanında ama kısmet değilmiş ne yapalım. Bir süre sonra umudu kestik biz de. Kedimiz vardı Uğur. Onu koyduk evlat yerine. Pek vefalı hayvandı, bizimle yaşar giderdi. Perihan’dan önce o kapadı gözlerini. Bahçeden kaçıp arabanın altında kalmış bir gün hayvancık. Perihan’nın hastalığı da hızlandı Uğur’dan sonra.

   Yine döndürüp dolandırdım. İnsan sayıp sayıp dökmek istiyor derdini acısını bir bir. Çocuğum yok. Perihan hayatıma girdikten sonra da başkası hiç olmadı. Zaten evlat gibi de değil. Daha başka. Bulamıyorum. Adını koyamıyorum. Öylece bakıyorum çocuğun yüzüne. Çöreğinin son lokmasında farketti bakışlarmı. Utandı. Ama o yabaniliğini atıvermiş gibi geldi bana. Nitekim teşekkür etti. Neredeyse gülümseyecek sandım.

‘’Afiyet olsun oğlum’’ dedim.

    Kimsin kimlerdensin diye sormak eskinin adetidir, şimdilerde yakışık almaz ya yine de oldukça meraklanmıştım. Ama ne yapacağımı biliyordum. Neye ilgisi olduğunu tespit etmek gerekirdi. Baktım gözucuyla benim yarım asırlık kitapları inceliyor. Tamam dedim. Ne okudğunu öğrenmek insan tanımanın en asıllı yollarından biridir. Hem ben de bayılırım kitaptan konuşmaya. Epey okumuşluğum, öğrencilikte sahaflarda çalışmışlığım da pek çoktur.

’’Şu koca çınar yazarlar da neler neler döktürmüşler, hepsinin yeri çok ayrıdır. Eskilerde pek okurdum. Şimdi uyku alıveriyor. Sen sever misin okumayı?’’ dedim.

‘’ Severim sevilmez mi?’’dedi.

    İşte beklediğim cevap. En çok ne seversin kimleri okursun diye ekledim. Bir an durdu düşündü. Gözü Rus klasiklerine değdi.

 ‘’Dostoyevski’ yi çok severim’’ dedi.

     Bu dediği beni çok memnun etti. Bende de Dostoyevski’nin yeri ayrıdır. Yazardan ziyade eski bir dostum gibidir dedim. Ee Gogol’ün paltosundan çıkanın hali bir başka olurdu. Okurken farklı bir dünyaya girerdim sanki. Yerimden kalktım. Koca, ceviz kitaplığa yöneldim. Ezilenler’i aldım elime. Epey tozlanmış. Yaprakları da oldukça sarı. Ama içindeki duygu olduğu gibi capcanlı. Çocuğa gösterdim.

‘’Okudun mu’’ dedim.

 Gülümser gibi oldu.

‘’Okudum’’ dedi.

Onu okuduysan Beyaz Geceler’i hayli hayli okumuşsundur diyerek göz kırptım. Birkaç kitap daha gösterdim. Belli ki karşımda bir kitap kurdu oturuyor. Genç yaşına rağmen okudukları epey fazla.

       

‘’ Senin yaşlarındayken ben de böyle sorduklarında gururla okudum derdim. Ee iyi okur olmak kolay iş değil, sık sık karıştırmak lazım kitaplığı.’’

   Bu sefer gerçekten gülümsedi. İç cebinden küçük boy bir kitap çıkardı. Gorki’den benim Üniversitelerim’di bu. Çok sevdiğim kitaplardan bir tanesiydi . Kitaplardan bir süre daha konuştuk. Bu arada da isminin Yiğit olduğunu öğrendim. Acaba bu genç de mi üniversite öğrencisiydi? Sormamla yüzünün düşmesi bir oldu. Cevap vermedi. Düşündü düşündü. Daldığı yerden çıkarken;

‘’ben kalkayım artık’’ dedi.

    Çocuğu zorla tutacak değildim ama hava artık durulamaz derecelere gelmişti. Ev bile serindi. Bir yerlerden hissediyordum bu çocuğun gidecek bir yeri yoktu. Belki yalnızdı, belki çaresizdi bilmiyordum; bir yerlerden bu ifade tanıdıktı. Çocuğa sormak istiyordum ama sanki vereceği cevabı biliyordum. Kimsem yok diyeceğini, öylece kalakaldım diyeceğini hissediyordum.

    ‘’Gidecek yerin yoksa burada kalabilirsin. Bu gece hava çok soğuk’’ dedim.

 Cevap vermedi. Kafası önüne eğildi. Bembeyaz parmaklarını demir gibi sıkıyordu. Nefes almaya bile çekiniyor, evdeki varlığından sıkılıyordu.

’’Hadi geç otur sana temiz pijama getireyim’’ dedim.

      Hiç ses etmedi. Yüzüme öylece baktı. Minnettar bakışlar teşekkürü olduğu gibi karşıladı. Dolaptan pijama takımlarını misafir yastığını yorganını çıkardım. Eski divana serdim. Başucuna bir bardak su bıraktım. Banyoyu gösterdim.

’’ Çekinmene gerek yok, misafirlik iyidir’’ dedim.

 İyi geceler dileyip odama çekildim. Tuhaf şeydi doğrusu. Hem pek yabancı hem de sanki hiç değil. Nereden baksan Tanrı misafiri. Beni eskilere götürdü durdu yüzüne baktıkça. Epey geç saate kadar şaşırdım durdum kendi kendime. Bu işte, daha doğrusu bu histe bir hikmet aradım. Sonra uykuya dalıvermişim .Sabahın güneşinde açtım gözümü. Hava yatışmış ama soğuk geçit vermiyor hala. Eski tahta kapımı sesi az çıksın diye pek yavaş açtım. Misafirimi rahatsız etmek istemedim ama belli ki benden önce uyanmıştı.kapısı açıktı. Günaydın derken verdiğim pijama takımını katlayıp kenara koyuyordu. Mahcup gülümsedim.

 ‘’Erken de kalkarım ama sana yetişemedim’’ dedim.

  Bir şey söylemedi ama uyuyamadığı besbelliydi. Ben de evvelden beri misafir gittiğim evlerde uyuyazmazdım. Yiğit yatağı yorganı düzeltmiş eski ceketini giymiş gitmeye hazırdı. O’nun hakkında bildiğim şeyler ismi ve sevdiği birkaç kitaptı. Sormak istediğim, merak ettiğim ne çok şey vardı o an. Ama Yiğit gitmek istiyordu. Anlatmayacağına neredeyse emin olmakla beraber sormadan edemedim nereye gittiğini. Bu sefer içine kapanmadı Yiğit. Ağır ağır, yorgun, ihtiyar işçiler gibi kasketini çıkartıp kanepeye oturdu. Çok bitkin göründü gözüme ve yine oldukça tanıdık. Hemen karşısındaki sandalyeye iliştim. Anlatacaktı bu sefer Yiğit. Birazdan tanıdık kelimeler dökülecekti ağzından. Bu sefer sesi de tanıdık gelecekti hikayesi de. Bulup çıkartacaktım, anlayacaktım onu kime benzettiğimi. Siyah beyaz vesikalık fotoğrafıma bakar gibi, yıllar yılı öncesinde aynaya bakar gibi bakacaktım ona. Baktığımda kendimi görecektim. Hatta bir anlığına korkuya kapılacaktım.

 ‘’Bu bana kaderin bir oyunu mu? Bu benim gençliğim mi? Hayal mi görüyorum’’ diyecektim kendi kendime.

   Sonra yoksulluğun, yokluğun acı hikayelerinin tezahürlerini düşünecek, kendi kendime iç geçirecektim. Gidiverecektim Yiğit’le birlikte o zor yaşayışın merkezine, kendi çocukluğum karşılayacaktı girişte beni. Hafızanın derinlerine sakladığım sefalet günlerini bulup bulup çıkaracaktım arkalardan. Memleketin ücra kasabalarından birinden çıkıp gelmişti bu çocuk. Tüm imkansızlığa tüm zorluklara rağmen gelmeyi çok istemişti; gizli gizli sınavlara girip kazandığı okulunda okuyabilmek için.  Annesinin gözyaşlarını, babasının dayaklarını bırakıp gelmişti. Gri sokakları, pis yolları aşarken eve geri dönmemek için kendiyle savaşmıştı. Cebindeki üç kuruşa tren bileti alıp arkadaşıyla tren garında buluşmak üzere yola çıkmıştı. Sabah bindiği tren öğlen birde vardı gara. Ama arkadaşı gelmedi. Dolandı durdu tüm gün. Bir simit aldı. Geceyi sabah etti. Bir simit daha aldı.tüm parası tükendi. Kaçıp da geldiği rutubetli evine bile dönmedi. Hem dönmeyi de düşünmedi. Çok küçük yaşlardan itibaren yoksulluğun bindirdiği sorumluluk yüküyle oyun çağını kahvehanelerde, tamirhanelerde çalışarak geçirdiğinden, iş bulmanın yolunu aradı ayazda. Sokak lambasının kör ışığında okumuştu en sevdiklerini ve karar vermişti edebiyat öğretmeni olmaya. Mahalledeki meslek lisesine başlamış, son sınıfa kadar okul yüzü göremez olmuştu. İşten artakalan vakitlerde sırtındaki ağrılar, ellerindeki yaralar eşlik etti sınavlarına çalışmaya. Şimdi şehrin güzide üniversitelerinin birinde okuması için bir fırsat doğmuştu da bir de arkadaşı gelse de onu alsa, en azından şu ilk günleri bir atlatsa gerisini halledecekti. Çalışacaktı okurken. Ne destek vereni vardı ne de kuru kuru sırtını sıvazlayanı olmuştu. Yalnız,yapayalnız kalmıştı şimdi de. Yine de gözlerini parlamaktan alıkoyamıyordu. ‘’Kendimi kitaplardaki kahramanlar gibi hissettiim gardaki bankta otururken, bir işaret bekledim’’ diyordu.

    Ah çocuk, anlamalıydım en başından senin benden olduğunu. Şimdi tamam işte. Mahalleler ,isimler, yıllar farklı da hikaye nasıl da bilindik. Sefaletin yoksulluğun içinde iki kuruş ekmek parası için didinmek nedir bildim ben de senin gibi. Ayakkabı boyardım çocukluğumda veyahut mandal, sabun satmaya uğraşırdım. Tüm kazandığımı babama verirdim yine kurtulamazdım dayaktan. Karnımızın doyamayışını, sarı iskelet bedenlerimizi ısıtamayışımızı gururuna yediremezdi Acısını benden, kardeşlerimden çıkarırdı. Zehrini kusardı. Yine rahatlayamazdı. Kolay rahatlayamazdı zaten insan yatağa aç girince. Mahallenin kedileri bile yabani bakardı herkesin baktığı gibi. Öyle unutulmuşluk öyle dışlanmışlık. Zordu zor. Oyun oynamak, okul sırasında oturmak gerekirken ağır işlerde çalışmak zordu. Üşümek, zordu. Aileni öyle görmek de hiç bir şey yapamamak üstüne bir de dayak yemek de öyle. Bir tek hayal kurması tatlıydı işte, bir de okuması. Kolay değil elbet kalkıp yüksek mektep diye tutturmak. Ben de az dışlanmadım buna sebep. Ama bir yolunu buldum. Kaçtım mı Yiğit gibi yoksa kılıfına uydurup mu gittim sorsanız ben de bilmem efendim. İlle de gideceğim dedikten sonrası pek zor ama pek hızlıydı.

        Ve Yiğit bu genç yaşında öyle anlattı ki öyle serdi döktü ki başardı beni alıp götürmeye, doğduğum eve, oradan buralara gelişime günlerce sokaklarda kalışıma. Sonrası çırpınışlarıma. Bir pansiyonun bir odasını kiralayıvermiştim. O kışı hatırlamıyorum, ateşler içinde yattığımı biliyorum ve yırtık ayakkabılarımla okul yoluna nasıl düştüğümü. Sonra sonra alıştım. Hem çalıştım hem okudum. Bana sorarsanız helal olsun bana derim. Çok emek ettim de ailemi hiç düşünmedim değil. Arada gider görürdüm de yüzüme bakmazdı evdekiler. Utanırlardı benden. Ne demeye gitmiştim eve para getirmeyi bırakıp da bir okuma hevesine tutulmuştum. Zordu işim zor. Okuyup öğretmen olunca onlara ben bakacaktım. Kardeşlerimi de yanıma alacaktım. Sonra evleniverdi ikisi de. Ben okul bitirene kadar da ne ana kaldı ne baba. Göçüp gittiler bana gönül koyup. Ben de kızmayı da üzülmeyi de bıraktım zamanla. 

    Ya Yiğit, bir bilseydi beni nerelere götürdü. E anlatıverdim ben de. Belki bendeki his ona da geçerdi. Bilemezdin dinlemeden insan hayatındaki mücadeleyi. Konuştuk da konuştuk açtık döktük yaraları. Sonra gitti Yiğit. Okuluna kayıt oldu. İş baktı. Akşam geri geleceğine söz verdi. Kalacak yer bulana kadar bende kalmasını direttim de ondan. Yoksa yine gelmezdi.

      Aradan iki ay geçti. Yiğit düzenini kurdu. Öğrenci arkadaşlarının yanına taşındı. Ama bir ayağı da buradadır. Gelir gider mutlaka beni görür. Kalır bazen kitap okur bana veyahut romanıma yardım eder. Ben de ona elimden geldiğince destek oluyorum işte. Yoluna yoldaş hissetsin istiyorum. Yeri bende ayrıdır. Hem benim arkadaşım hem de gençliğimdir. Bana şu yaşımdan sonra üniversite heyecanını tekrar yaşatır gelip anlattıklarıyla. Bizden geçti efendim. Yaş kemale erdi. Gelecek, gelenlere emanettir diyip usul usul romanıma devam ediyorum ben de. Birazdan Yiğit gelecek. Ona Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini hediye etmeye karar verdim. Beğenir umarım. Haydi selametle.