Akşam olmuş ve yine vakti gelmişti. “Mobil Apartmanı No: 14” yazan tabelanın altındaydım. Hafif çiseleyen yağmurun ruhumu okşamasını bırakmak istemiyordum ama yapacak bir şey kalmamıştı. Okuyacak kitabım da kalmamıştı. Birkaç tane daha kitap almak istemiştim ama çok pahalı gelmişti. Uyumak için bu apartmana girmem gerekiyordu. Uzun zamandır uyumak istediğim an uyuyamıyordum. Uyumak için bir şeylerle uğraşırken bayılmak daha kolay oluyordu.


Apartmanın girişinde bekliyordum. Yansımamı izliyordum. Terlememiş ve yorulmamıştım. Saçım bile bozulmamıştı. Apartmanın kapısında yansıyan tipimi görünce daha önce hiç görmemiş gibi şaşırdım. Yansıyan ben değildim. Ben bu kapının önüne geldiğimde nefes nefese kalmış, yorgun, saçlarım toz dolmuş, kıyafetlerim ya kirlenmiş ya da yırtılmış olurdu. Eve girmek istemezdim. Oyun ve eğlence bitmesin diye akşam olmasını istemezdim. Bir de annemden yiyeceğim azarlar aklıma gelirdi ve bununla beraber de güneş batmasın isterdim. Buna rağmen güneşin son selamına karşılık koşturmaya başlardık evlerimize doğru. Kapının önünde nefes nefese kalmışken yaralarımızı ve kirlerimizi örtecek yalanlar düşünürdük. Şimdi ise bir yalana gerek yoktu çünkü direkt yalanın içinde nefes alacaktım. İyi yalan söyleyenlerin akıllı olduğunu düşünürdüm. Gireceğim yerin de bizden daha akıllı olduğu iddia ediliyordu. İnsanlar akıllarını kullanarak kendilerinden daha akıllı bir şeyi nasıl üretebiliyor diye şaşırıyordum. İnsanı, aklı, geçmişi özlüyordum. Şaşırma duygusu bende çoğu zaman bir özlem duygusuna dönüşüyordu. Şaşırdığım şeyin normal bildiğim halini, geçmişini özlüyordum. Ben, olmayan bir ben ve beni özleyen bir ben olarak istemeyerek de olsa kapıyı kaydırdım ve parmak izimi okuttum.


Bütün kapılar açıktı. Her kapıya ayrı ayrı şifre oluşturmamıştım. Nereye gideceğimi de bilmiyordum. Sıradan uğrayayım da nerede rahat edersem orada uyurum diye düşündüm. F isimli dairenin mavi kapısından içeriye daldım. Henüz bu dünyada çeyrek asır doldurduğum için buradaki insanların yaşları bana göre çok büyüktü. Yarım asır veya daha fazlasını yaşamış insanların oturdukları ortama kadar her şeyi canlı canlı birkaç kişiye göstermesi tuhaf gelmişti. Dünyadan beklentisi kalmayanlar rahatça siyaset yapıyorlardı. Cümle kuramadan siyaset yapıldığına şahit oluyordum. Hayvan fotoğrafları paylaşan ama evinde bir tane bile hayvana bakmaya tahammül edemeyen insanlar vardı. Bu fotoğrafların altında hâl hatır sorarak kahve muhabbetine dönen konuşmalar oluyordu. Vergi levhası olmayan sayısız esnaf da vardı. İbretlik hikâyeler anlatanları da gördüğümde kafayı yemek üzereydim. Ben de onlara ibretlik hikâye olarak gözlerimin gördüğünü anlatsam mı diye düşündüm ama bunun için yaşa takılacağımı ve başaramayacağımı düşünerek oradan hızlıca ayrıldım. Yeni bir öykü yazdığımı da söylememiştim bile.


Biraz yeşil renk görmek iyi gelir diye yeşil kapıya yöneldim. İçeride bir uğultu vardı. Herkes gruplaşmıştı. Her grupta ayrı bir dedikodu dönüyordu. Bazı insanlar aynı anda birkaç grubun içerisinde de yer alıyordu ve hepsine de yetişebiliyordu. Olmadığı masa yok diye bu insanlara denirdi işte. Attıkları her adıma, aldıkları her nefese kadar anlattıkları yetmiyor gibi başka insanları da anlatıyorlardı. Bu grupların en korkunç olanı ise akrabaların olduğu gruplardı. Konularına hiçbir zaman dahil olamıyorsun ama olmak zorunda da kalıyorsun. Masayla beraber alıp atmak istiyorsun ama ne atabiliyorsun ne de satabiliyorsun. O masanın dört ayağı da ağzından girerek karnını parçalıyor ama sen gülümsemek zorunda kalıyorsun. Bunlar yetmez gibi gruplarda dedikodu yapan herkes, sadece 24 saatliğine bir ekran görüntüsüyle dedikodu kaynaklı günahlarını çıkarıyorlardı. Fazlasıyla daralmıştım. İnsanların kaç tane yüzü olduğunu sayabilecek matematiği buradan öğrenmek istememiştim. Ben de 24 saat boyunca kalacak yeni bir öykü yazdığım haberini duvara astıktan sonra karşıdaki kapıya yöneldim.


Kırmızı, mor, sarı ve turuncu gibi renklerin arasından girdiğim yerde daha büyük bir kalabalık vardı. Olduğu yerde sadece kolunu üç beş santim oynattığı için yeni bir fotoğraf çektirenler vardı. İnsanların milimetrik hareketlerini kaydırarak görebiliyordum. Tepede bir şeyler vardı. Oraya baktığımda yine sadece 24 saatlik bir ikna süreci olan bir yer vardı. Müziklerin olması güzeldi. Müziklerin altında alakasız yenilen yemekler, giyilen kıyafetler, girilen her sokak vardı. Gözlerinin gördüğü her şeyi gözlerine özel kılmayarak herkesle paylaşan insanlar vardı. Yaptığı yemeğin üzerini peçeteyle örterek kimseye kokmasın ve kimse görüp de canı çekmesin diye komşuya götüren annelerimiz onlar kadar paylaşımcı değildi(!) Onlar, yediğini herkesle paylaşırken annelerimiz en fazla iki komşuya yetiştirebilirdi. Bir an “Benim sizle paylaşacak bir şeyim yok!” diye bağırmak istemiştim ama o an fark ettim ki bu insanların çoğu neredeyse her gün karşılaştığım insanlar. Emin olmak için tekrar tekrar baktım. Kendi yansımama da baktığımda bir farklı görünmüştüm ama filtreler kusurlarımı gizleyememişti. Filtresiz bir şekilde yeni bir öyküm olduğunun haberini buraya da asarak ve benim sizle paylaşacak bir şeyim yok diye içimden söylenerek oradan da ayrıldım.


Mavi kuşla uçarım belki diye o daireye yöneldim. Bundan önceki kalabalık veya daha önceki uğultu buradaki gürültünün yanında hiçbir şey. Aşk acısı çekenler, vatanı kurtaranlar, her şeyi bilenler, her şeyi eleştirenler, sadece duyarlı bir vatandaş olmaya çalışanlar… Hiç susmadan konuşuyorlardı. En keyiflisi futbol tartışmaları olmuştu benim için ama onun da sonunda kabullenemeyecek seviyede tartışmalar vardı. Her an, herkes, herkesle tartışabiliyordu. Emek sarf etmiş, okumuş, araştırmış, yaşamış, tecrübe edinmiş birisi bunlardan beslenerek bir şey söylediğinde ise düşüncesinin farklı olduğunu anlatmayacak ama farklı düşünecek seviyede kafalar da vardı. Sadece farklı düşündüğünü düşünüyor ve hakaretler ediyordu. Herkes özgürdü ama her lafında 160 karakter kadar bir sınır vardı. 280 karakterle karakter koyanlar da vardı, koyamayanlar da. Herkes özgürce konuşabiliyordu ama duyulmadığı sürece. Sanırım konuşacak bir şeyim yoktu ya da kalmamıştı. Yeni bir öyküm var diyerek sessizce oradan da ayrıldım.


Uğradığım daireler gibi birkaç daireye ise hiç uğramadan 9 numaralı daireye geldim. Kitap kokusunu içime çekerek okumak yerine bu dairede okuyacaktım. Ait olduğum yerde sanata dair her şeyi bulabilirdim. Bu dairenin kapısını betimleyemedim çünkü bir kapısı yoktu ve sloganı da buydu. Buradaki insanlar az önce gezdiğim dairelerde sanat için soyunmadıklarından dolayı takipçi sayıları az olan insanlardı. Takipçi sayıları az oldukları için hiçbir zaman sanatçı olamayacaklar ve basılı bir kitapları da olmayacaktı. Bunu önemseyen de yoktu sanırım. Sanatı ekonomik kaygılarla yapmayan, düşünen ve üreten insanların yeriydi burası. Kaç kişinin çizimine baktım, kaç kişinin öyküsünü dinledim, kaç kişinin fotoğraflarında kayboldum, kaç kişinin satırlarında kendimi buldum bilmiyorum. Kapısından adım bile atmayı istemediğim apartmanın içerisindeki bir dairede kendimi bulmuştum. Orada görmüş, yaşamış, öğrenmiş ve uyumuştum. Evim, adresim bundan sonra belliydi. Herkesi beklerim…