Muavinin mola duyurusuyla gözümü açtım. Başımı camdan çektim. Camdaki yağlı lekeye baktım. Elimin tersiyle silmeye çalıştım. Leke daha da yayıldı, yoğunlaşıp koyulaştı. Yumruğumun yanıyla hırsla silmeye devam ettim. İncelip uzadı bu kez. Sinirli sinirli aranıp ıslak mendili buldum. Evrimleşen lekeye saldırdım. Hiçbir leke ıslak mendile karşı koyamaz.  


Koridora çıktım, üstten montumu alıp giydim. Arkaya göz attım. Birkaç kişi dışında herkes otobüsten inmişti. İnmeyenler boş boş dışarıya bakıyordu. Donmuş gibiydiler. İnsan molada niye aşağı inmezdi ki?


Otobüsten indim. Zikzaklı çatısı, boyaları yer yer aşınmış duvarları, alçıdan merdiven korkuluklarıyla klasik dinlenme tesisiydi. Ruhsuzluk akımına ait. Estetiğe ve özgünlüğe karşıtlık olsun diye inşa edilmiş. Zevksizliği yansıtması için büyük çaba gösterilmiş. Bu binaları çizenler, yapanlar mimar ya da mühendis olamaz. Öylelerse diplomaları iptal edilmeli.


Bir anda tersini düşündüm. İnsanların yarım saat ya da biraz daha fazla kalacakları bir yapı için neden özenilsin ki? Tam da geçiciliğe uygun bir bayağılık. Aceleyle bir şeyler tıkınacaksınız, tuvalet ihtiyacınızı gidereceksiniz, kötü bir çay ya da kahve içeceksiniz, şekerlemelere ve süs eşyalarına göz atacaksınız, ayakta sigara tüttürürken yoldan geçen araçlara bakacaksınız… Bu basit işlerinizi görmek için görkemli bir yapı mı bekliyordunuz? Hanginiz orada uzun süre kalmayı ister? 


Tuvaletten çıktım. Cırtlak pembe sıvı sabunun iğrenç kokusunu gidermek için elimi ıslak mendille sildim. Yeme içme bölümüne geçtim. Yiyecek menülerinin tanıtıldığı alttan aydınlatmalı panolara baktım. Bazılarının ışıkları yanmıyordu, bazılarınınki yanıp sönüyordu. Işığı yanan yemekler “var”, sönük olanlar “bitti”, yanıp sönenler “bitmek üzere” anlamına mı geliyordu? 


Tost ve patates kızartması gruplarına baktım. Hiçbiri çekici görünmedi. İnce dilimlenmiş kereste gibi patateslere ketçap ve mayonez bile tat veremezdi. Bol malzemeli görünen pizzalar, tostlar ve hamburgerler önünüze geldiğinde zayıflamış olurdu. Servise hazırlanırken icra memurlarına denk geliyor olmalıydılar. Elde avuçta pek bir şey kalmıyordu.


Sıcak yemekleri incelemeye başladım. Onların da fotoğraflarına güvenmediğimden görerek almaya karar verdim. Tepsiye çatal, kaşık, bıçak koydum. İşim olmayacağını düşünerek bıçağı geri bıraktım. Tepsiyi ince boru biçimindeki uzun demirler üzerinde kaydırarak ilerledim. Aşçı, kepçeyle tek tek göstererek yemekleri saymaya başladı. Neyin ne olduğu belliyken niçin böyle bir şey yapıyorlardı ki? Biber dolmasını gösterip “biber dolması” demenin amacı neydi? “Ay, öyle mi gerçekten! Ben de onu organik el bombası sanmıştım.” 


Yemekler panodakilere benzemiyordu. Panodakiler özene bezene hazırlanmıştı. Önümdekiler ise onların makyajsız halleriydi. Panodaki İzmir köfte düğüne gider gibiydi. Önümde duran gerçeğiyse kavgadan çıkmış, façayı dağıtmıştı. 


“Yemeklerimiz günlüktür.” dedi aşçı. Beyaz önlük, uzunca beyaz başlık. Klasik aşçı giysisi. Bunu giyen herkes aşçı mıydı ki? Yemekleri pişirenlerle tabaklara koyup uzatanlar aynı kişiler miydi? Ayrı kişilerse başkalarının pişirdiklerini övmek için kendilerinin de tatmış olmaları gerekiyordu. Yoksa tatmadan ezbere mi konuşuyorlardı? 


“Yemeklerimiz günlüktür.” dedi aşçı. Arkamda sıra bekleyene söylemişti bu kez. 


“Günlük mü? Güne başlamış gibi bir hali yok ama. Akşamdan kalma sanki. Ayılamamış daha.”, “Siz ne istemiştiniz ki beyefendi?”, “En başta fotoğrafı olan İzmir köfteyi istiyorum.”, “Onu buralarda hiç görmedim.”, “Şu yüzlük banknot hatırlamana yardımcı olur belki.”


“Ne alırsınız?” dedi aşçı. Dalıp gitmiş öğrencisini uyandıran öğretmen gibi tonlamıştı. “İzmir köfte,” dedim, “yanına da pilav”.


Yemekleri hızla ve ustaca tabaklara koydu. “Pilavın üstüne kuru atayım mı?”, “Öyle isteseydim pilav üstü kuru derdim. Demediğime göre sade istiyorumdur. Gereksiz sorular sormayı ne çok seviyorsunuz. Pilav ulan pi-lav!”, “Güvenlik! Atın şu münasebetsizi dışarı!” 


“Pilav sade mi olacak?” dedi beklemekten sıkılmış bir tavırla. “Sade” dedim. Aşçı “Yemeklerimiz günlüktür.” derken ilerledim. Plastik bardakta yoğurt aldım. “Ne saçma bir sunum biçimi!” dedim içimden, “Gelip geçiciyiz diye her şeyin en uyduruğuna layık görüyorlar.” Paketlenmiş kazandibi ile poşetlenmiş ekmek aldıktan sonra kasaya vardım. Kasiyer kız bir an bile düşünmeden şak diye borcumu söyledi. 


“Müşteriler yemek seçe seçe gelirken ben tepsilerine bakıp çoktan hesaplamış oluyorum.”, “Fiyatlarını nasıl akılda tutuyorsunuz peki?”, “Yatağımın baş ucunda menü var, her akşam yatmadan önce okuyorum. Kahvaltıdan sonra da tekrar ediyorum. Kasanın başına geçince son bir tekrar daha…”, “Allah zihin açıklığı versin. Başarılar dilerim.”


Kasiyer duymamışım gibi fiyatı tekrarladı, “Kart mı, nakit mi?” diye ekledi. “Son banknotu bilgi alabilmek için az önce aşçıya verdim; yani, aşçı giysili şu adama.”, “Hım, ağzı sıkı biridir! Konuşturabildiniz mi bari?”, “Yemekler günlükmüş. Tek öğrenebildiğim bu.”


Tepsiye dalmış haldeyken kasiyerin soru tekrarıyla irkildim. “Pardon, kart mı olacaktı; nakit mi?”, “Kart!”


Tepsiyi aldım, masalara doğru ilerledim. Sağa sola bakınıp nereye oturacağımı düşündüm. Bir yerde karar kılıp ilerlerken birden karar değiştirip daha yakındaki uzunca masanın köşesine oturdum. 


Köfte iddiasındaki şeyle pilav olduğunu sanan şeyi aynı anda yiyordum. Yemekler çok uyduruktu. Yoğurt da tatsızdı, yoğunlaştırılmış sütlü garip bir şeydi. Kazandibi gerçekten kazanın dibiydi. Gelip geçiyoruz diye de bu kadar özensizlik fazlaydı artık. İtiraz ya da şikayet etmeyeceğimizi mi düşünüyorlardı? Yarım saatlik zamanda bunlarla uğraşmayacağımızı mı sanıyorlardı? Biz muhatap bulup derdimizi anlatana kadar otobüsün hareket vaktinin geleceğine mi bel bağlıyorlardı? 


“Buranın sorumlusu kim?”, “Niçin aramıştınız?”, “Yemekler kötüydü. Ne tat var ne de tuz.”, “Aşçılarımız yemeklerimize tuz atmıyor, bazı insanlara yasak çünkü.”, “Hanımefendi, ondan söz etmiyorum. Tatsızdı demek istiyorum.”, “Kazandibi vardı ya!”, “Anlatamıyorum galiba. Alay ettiğinizi düşünmeye başlayacağım. Fotoğraftaki yemeklerle önümüze gelenler çok farklı.”, “Evet, yeni filtreler bir harika!”


Yemekler bitsin diye epey uğraştım. Son lokmaları suyla itelemek zorunda kaldım. Ne olursa olsun tabağımda yemek bırakmazdım. Zorla da olsa bitirirdim. Arkamdan ağlamalarını istemem çocukluğumdan beri. 


“Her zaman yediğiniz şeyler oysa. Aşçımız da aynı.” 


Çapraz köşede oturan yaşlıca bir adamdı. Koyu mavi gözler, ince çember sakal, yaşına göre gür sayılabilecek grili beyazlı saçlar… Başımı arkaya çevirdim, kimse yoktu. Tekrar adama çevirdim. Bana söyleyip söylemediğinden emin olamayarak sorgulayan bir bakış attım. Zihnimi okumuş gibi konuşmuştu ya da böyle bir cümleye denk gelmem büyük bir rastlantıydı. Sonuçta bana söylenmiş gibiydi. İlgilenmeyip bakışlarımı karşıya çevirdim tekrar. Yabancılarla konuşmayı sevmem.


“Beni istemişsiniz. Buyurun sizi dinliyorum.”, “Bana mı söylüyorsunuz?”, “Evet, buranın sorumlusunu görmek istemediniz mi? Sorumlusu benim, aynı zamanda sahibiyim.” 


Şaka gibiydi olanlar. Kafamın içinde yankılanan diyalogları duymuş gibi konuşuyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Ne ara çıkıp da gelmişti masaya? Gelip oturduğunu fark etmemiştim bile. Yoksa ben masaya oturduğumda orada mıydı? Dikkat etmemiştim. 


“Diyaloglardan birinde benden söz edildiği için geldim.” dedi adam. Aklımdan geçenleri duyup konuşmuştu resmen. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? 


“Meseleye gelelim isterseniz. Evet, nedir bana söylemek istediğiniz şey?”, “Beyefendi, şu an olanları anlamakta biraz güçlük çekiyorum. Garipliklere aşinayımdır gerçi. Alışkınım, desem daha doğru olur. En son ne zaman bir şeye şaşırdığımı bile anımsamıyorum fakat kafamın içindekileri duyup geldiyseniz zaten sizi niye görmek istediğimi de biliyor olmanız gerekir.”


İncecik bir gülüş kondurdu solgun dudaklarına. Memnuniyet bildiren bir bakış fırlattı. Öğrencisini takdir eden bir öğretmen edasıyla yüzü aydınlandı.


“Doğru! Beni çağırdınız, geldim. Şikayet konusunu da biliyorum haliyle. Bilmemem buradaki konumuma ters. Benim işim bilmek. Yine de karşı tarafı dinlemek için sorarım. Zihninden geçenlerin okunmasını herkes sizin gibi sakin karşılamıyor sonuçta.”


Adam beni övüyor muydu, yeriyor muydu; anlayamadım. Duygularımı yitirdiğime kanaat getirdiğimden beri herhangi bir şeye şaşırmaz olmuştum. Donuk bir surat ifadesi takınarak renksiz ve sabit ses tonuyla konuşmak hemen hemen her şeye karşı ortak bir duruş halini almıştı bende. Gökyüzünden UFO inse ve uzaylılar “Selam dünyalı, biz dostuz!” dese “Dostluk için çok uzun zamana ihtiyaç duyarım.” deyip yoluma devam edebilirdim. Dünyaya ait olan ve olmayan hiçbir şey ilgimi çekmiyordu. Zorunlu haller dışında herhangi bir şeye karışmıyordum. 


“Peki o halde, gerçi konuyu biliyorsunuz ama usulen söyleyeyim. Yemekler kötüydü. Daimi müşterisi değiliz, gelip geçiyoruz diye bize reva görülen bu muamele hiç doğru değil.”, “Belki bu kez ağzınızın tadı yoktu.”, “Beyefendi, benimle alay etmediğinizi varsayarak konuşuyorum. Amacınız sabrımı sınamaksa bunlar çok ucuz numaralar. Ben bir şeye kızmam. Ben herhangi bir şey hissetmem. Soruma yanıt verecekseniz verin, yoksa kalkacağım, otobüsümün hareket vakti geliyor.”


Az önceki ince gülüşüyle karşılık verdi yine. “Telaş etmenize gerek yok. Otobüsünüzün kalkmasına dokuz dakika var.”


İçimden gülmek geliyordu ama tuttum. Dışarıda bekleyen otobüslere baktım. Bir sürü aracın farklı zamanlarda gelip gittiği bu yerde hepsinin sürekli değişiklik gösteren kalkış saatlerini mi biliyordu bu adam? “İşim bilmek.” derken uydurmuyordu galiba. 


“Bakın, ben buraya ilk kez geliyorum. Otobüsüm durduğu için buradayım. Sizse kalkmış benim daha önce de buraya uğradığımı ima ediyorsunuz. Bu konuşma da…”, “Evet, evet, söyleyin; çekinmeyin! Bu konuşma sizi sıkmaya mı başladı yoksa kızdırmaya mı?”


Adam oyununu iyi oynuyordu. Nereden vuracağını biliyordu. Önce yarıda kesilen cümlemi mi tamamlayayım yoksa adamın sorusunu mu yanıtlayayım, bilemedim. Kararsızmış gibi görünmemek için çabuk davrandım. 


“… bu konuşma gereksiz yere uzadı çünkü sigara içmeye zamanım kalmayacak bu gidişle.”, “Korkmayın, sigaraya her seferinde zaman kalıyor.”, “Korkmuyorum, dışarı çıkıyorum. Size iyi günler…”


Yerimden kalktım. Sandalyeyi masanın altına sürdüm. Ayrılırken yan gözle adama baktım. Surat ifadesi aynıydı. Bu duruşu özel olarak seçip yüzüne yerleştirmiş gibiydi. Meraklandığımı düşünmesin diye arkama dönüp bakmadım. Zaten meraklanmamıştım da.


Dışarı çıktım. Rüzgar vardı. Sigara ve çakmağı iç cepten çıkarıp montun fermuarını boğazıma kadar çektim. Sigarayı birkaç denemede yakabildim. Paketle çakmağı yan cebe koydum. Arka kısımlarına hortum takılabilen fırçalarla otobüsleri yıkıyordu birkaç görevli. 


Sigaranın sonuna gelmiştim ki muavin kalkış için seslendi. Sigarayı söndürüp otobüse bindim. Herkes yerini alır almaz hareket ettik. Muavin kolonya ve su servisini tamamladı. 


Koltuğu arkaya ittim, başımı yasladım. Göz kapaklarım giderek ağırlaşıyordu. Zihnimdeki sisli sahnede birbiri içine geçen kısa görüntüler yanıp yanıp sönüyordu. Kasiyer kız kürsüye çıkıp ezberden menüyü okudu şiir gibi. Kendisini alkışladı. Yaşlıca bir adam acele etmemi söyleyerek sigaramı yaktı. Aşçı, iç mekanda sigara içtiğim için bana ceza kesti. 100 lira verdim. “Hatırladım seni!” dedi, “Daha önce de buraya gelmiştin.” İki adam otobüsün camlarını fırçalıyordu. Camlarda yağlı lekeler vardı, çıkmak bilmiyordu. Muavin elime su döktü, plastik bardağa kolonya doldurdu. Gözlerim tamamen kapandı, sahne karardı.


Muavinin mola duyurusuyla gözümü açtım. Başımı camdan çektim. Camdaki yağlı lekeye baktım. Elimin tersiyle silmeye çalıştım. Leke daha da yayıldı, yoğunlaşıp koyulaştı. Yumruğumun yanıyla hırsla silmeye devam ettim. İncelip uzadı bu kez. Sinirli sinirli aranıp ıslak mendili buldum. Evrimleşen lekeye saldırdım. Hiçbir leke ıslak mendile karşı koyamaz. 


İşimi bitirip de dışarıya odaklanınca şaşkınlıktan donakaldım. Evet, uzun zaman sonra bir şeye şaşırdım. Hatta ürperdim de. Üstüne bir de soğuk soğuk terledim. Duygular epeydir gömülü oldukları ölü toprağını atıyordu üstünden. Hissediyordum ve bu çok korkutucuydu. Duygular birbirini çevreliyor, iç içe giriyor, birbirine karışıp bulamaca dönüyordu. 


Camdan dışarı baktığımda aynı dinlenme tesisinde olduğumuzu gördüm. Zikzaklı çatı, boyaları yer yer aşınmış duvarlar, alçıdan merdiven korkulukları… Orasıydı. Bundan önce durduğumuz yerdi. Nasıl olabilirdi bu? 


“Hepsi birbirinin aynısı, diyen sen değil miydin?”, “Aynısı, demedim; çok benziyorlar, dedim.”, “Gördün işte, hepsi aynı!”, “Bu öyle bir şey değil! Anlasana! Görünümleri çok benzer; aynı köhnelik, aynı özensizlik…”, “Yine ‘aynı’ diyorsun işte! İkizler de hep karıştırılırlar zaten.”


Anlayamıyordum. Uzun zaman sonra hissetmenin etkisiyle daha da sarsılıyordum. Kafam karışmıştı. Otobüsün arkasına baktım. Birkaç kişi dışında herkes otobüsten inmişti. İnmeyenler boş boş dışarıya bakıyordu. Donmuş gibiydiler. İnsan molada niye aşağı inmezdi ki? 


Düşüncelerimi okumuşlar gibi başlarını benden yana çevirdiler. Donuk bakışlarında bir anlam arıyordum, bir yanıt. Bulamıyordum. Robot gibiydiler. Derin ve soğuk bir kuyuyu andıran o bakışlarda hiçbir anlam yoktu. Başlarını tekrar dışarıya çevirdiler.


Yerime oturdum. Duygularım, içinden çıktıkları karanlığa geri çekiliyordu hızla. Sakinledim, soluk alıp verişlerim ve kalp atışlarım düzene girdi. Bakışlarım sabitleşti. Kontrolü ele aldım, eski duruşuma geçtim yeniden. Başımı dışarıya çevirdim, boş ve anlamsızca baktım. Aşağı inmeyecektim. Mola verildi diye illa otobüsten inmek gerekmiyordu.