Fiore, arabayı unutulmuş bir köye doğru hızla sürüyordu. Güneş tam tepesindeydi. Gittiği yerin nasıl bir yer olduğunu çok iyi bilmesine rağmen biraz huzursuzdu. Oraya çalışmak için ilk kez gidiyordu. Daha önceki gidişleri; sessizliğe ve denize duyduğu özlem, biraz dinlenmek, biraz da yalnız kalmak içindi. Burada ne kadar çalışacağını bilmiyor, aklından bir sürü şey geçiyordu. Son zamanlarda psikosomatik bazı sıkıntılar yaşamıştı, çok ciddi kaygı bozukluğu problemi vardı. Yaşanan acılar birikmiş ve içinde bir yanardağ gibi patlamıştı. Bu köyün kendisine ne kadar iyi geleceğinden habersiz, “Bir saat, üç çeyrek süren bu yol, her gün nasıl çekilir?” diye söyleniyordu kendi kendine. Okula vardığında, beklediğinden çok daha bakımlı ve güzel bir binayla karşılaştı. Bu kadar uzun yoldan geldiği için ilk iş, gözleri okulun öğretmen tuvaletini aradı. Ekim ayının ilk sabahı, yeni bir hayat başlamıştı.


Bu köye görevlendirildiğini duyunca evin balkonunda oturup hüngür hüngür ağlamış, ''Her gün ben bu yolu tek başıma nasıl gidip geleceğim?'' diye defalarca tekrar etmişti. Sesinden anlaşıldığı kadarıyla gerçekten yardıma ihtiyacı vardı. Bunun kendisi için büyük bir problem olduğunu duyan yakın arkadaşları, çok şaşırmışlardı. Tanıdıkları Fiore çok cesur, her şeyi tek başına yapan biriydi. Bir gün evden şarkı söyleyerek çıkmış, araba kullanırken bir bankanın önüne çekmek zorunda kalmıştı. Sanki biri eliyle burnunu kapatıyor, boğazını sıkıyor gibi hissediyordu. O günden sonra yalnız dışarı çıkmaktan kaçıyor, illaki yanında güvendiği birinin olmasını istiyordu. Bu süreçte, en yakınları, büyük bir sabır ve sevgiyle her an güvende olduğunu ona hissettirmişti. Şimdi evinden çok uzaktaki bu köye gidip gelme fikri ona büyük bir huzursuzluk veriyordu. Bunu yapmak zorundaydı.


Fiore’nin yaz tatili sonrası aynı yerde bir yıl daha görev yapacağı belli oldu. İkinci yılın başında kendi kendine, “Ben iyiyim, hem de çok iyiyim, orada bir ev ayarlamak istiyorum, her gün gidip gelme fikri bile deli ediyor artık beni, bu yola kimseyi daha fazla mecbur edemem,” demişti. Ailesi bunu duyduğuna inanamamış, herkes şaşkın şaşkın yüzüne bakmış, hem çok sevinmiş hem de bir şeylere hüzünlenmişlerdi. Fiore’nin kendini iyi hissettiğini duymak, herkesi çok mutlu etmiş ancak şartlar yüzünden bunu yapmak zorunda olmasına da çok üzülmüşlerdi. Orada basit de olsa bir düzen kurmuştu artık Fiore. Öğrencileri ile ilişkileri çok iyiydi. Onu çok seviyorlardı. Çocuklar çok fakir ailelerin çocuklarıydı. Camsız, naylonla kapatılmış pencereler; gözleri kıpkırmızı, elleri iş yapmaktan kararmış, nasır tutmuş çocuklar vardı. Okul çok kalabalık değildi. Bu yüzden her öğrenciyi yakından tanıma imkanı vardı.      


Okula yeni kaydolan bir kız öğrenci, sürekli Fiore'nin önünde arkasında gezer, sevgiye ve ilgiye aç gözleriyle durmadan peşinde bir gölge gibi onu takip ederdi. Bazen öğleden sonraları denize yüzmeye giden öğretmeninin yolunu elindeki nergis çiçekleriyle bekler, kendini hızla gelen arabanın önüne atar, açık camdan nergis çiçeklerini arabaya uzatırdı. İyi beslenmediği yüzünden belliydi, pislik içinde, kimsenin umurunda olmayan bir hayat yaşıyordu. Fiore ile aralarında gizli bir bağ oluşmaya başlamıştı. Denizden dönerken yalnız ve sıcak asfaltın ortasında elinde çiçeklerle onu görmezse merak ediyor, bulana kadar köyün içinde tur atıyordu. Bir gün kız koşarak yanına geldi. “Öğretmenim, bırakmayın beni! Ne olur, gitmek istemiyorum, ne olur lütfen!” diye ağlıyor, Fiore’nin eteklerine yapışıp çekiştiriyordu. Sosyal Hizmetler Dairesi'nden iki kadın memur köye gelmiş, okuldaki öğrencilerden annesi ve babası olmayan, iyi bakılamayan çocukları alıp götürüyorlardı. Kızın üzerinden gelen sert amonyak kokusu Fiore’nin genzini yaktı, çıplak ve simsiyah ayaklarına baktı kızın.

-Annen nerede? diye sordu ilk defa.

-Annem yok öğretmenim, diye cevap verdi kız.


Büyükannesinde kaldığını herkes biliyordu. Topladığı çiçeklerle Fiore’nin arabasının önüne, büyükannesinin evinin önünden atlıyordu. Bir gün ona, “En çok büyükannemin yanında mutlu ve iyiyim,” demişti. Çocuk ilkokuldayken annesi evi terk etmiş, uzak bir köyde başka bir adama kaçıp evlenmişti. Bu olaydan hemen sonra babası da başka bir kadınla evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştu. Bir gün o küçücük yaşına rağmen “Ben çok güzel çocuk bakarım öğretmenim, kardeşime de ben bakıyorum.” demişti. Bunları söylerken gözleri parlıyordu. Kendiyle gurur duyduğu her halinden belliydi. Kim bilir, kirli saçları ne kadar zamandır fırçalanmıyordu? 


Fiore, dünyaya atılmış bu kıza karşı çok zayıf hissediyordu kendini. Odanın kapısını araladığında iki kadın memuru gördü. Odasına doğru yürüyorlardı. İçinde soğuk bir rüzgar esti. Fiore, kapıyı kapatıp gözlerinin içine bakarak, “Sana daha güzel bir hayat sunmak için buradalar,” dedi. Bunu söylerken kendisi de bundan pek emin değildi. Kızın gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülüyordu. Fiore, odasının kapısına yaklaşan ayak seslerini duyunca derin bir nefes aldı. Ne soracaklarını bilmediğinden ne cevap vereceğini de bilmiyordu. Kapısına hafifçe bir elin vurduğunu duydu, onları içeri davet etti.

-Merhaba, buyurun, hoş geldiniz, dedi.

Yüzünde sarı soluk, garip bir gülümseme vardı.

Sarı ceketli kadın,

-Merhaba, biz Sosyal Hizmetler Dairesi'nden geliyoruz, umarım rahatsız etmedik, dedi.

-Hayır hayır, ne demek, buyurun, diye devam etti Fiore.


Her halinden huzursuz olduğu anlaşılıyordu. Gözleriyle, kıza dışarı çıkması gerektiğini işaret etti. Kız dışarı çıktıktan sonra sarı ceketli kadın söze girdi.

-Bugün, şimdi dışarı çıkan kızla konuştuk, ne için olduğunu tahmin ediyorsunuzdur diye düşünüyorum; annesi evi terk etmiş, babası başka bir evlilik yapıp yeniden çocuk sahibi olmuş. Bugün büyükannesiyle yaşadığı evi de ziyaret ettik. Bir ablası, bir de abisi varmış. Evi, bir çocuğun sağlıklı bir şekilde yaşaması için uygun bulmadık. Kızın büyükannesinin maddi durumu belli. Anne ortada değil, baba kendi havasında. Kız çok akıllı bir kız. Bu okulda kiminle konuşmamızı istediğini sorduk. O da bize, sizin adınızı verdi. Sizi bu köyde her şeyden çok sevdiğini ve güvendiğini anlattı. Sizce durum nedir? Bize neler söyleyebilirsiniz? diye sordu.


Fiore, ne diyeceğini bilemeden, derin bir nefes aldı. Ağzından çıkacak sözcüklerle bu çocuğun geleceğine yanlış bir yön vermekten korkarak,

-Bakın, bu köyde iki yıldır çalışıyorum. Gözlemlediğim kadarıyla bu kız, burada çok mutlu. Bir çocuğun bu şekilde geleceğini etkileyecek bir kararı verirken, düşüncelerimle ne derece doğru karar vermenize yardımcı olabilirim, bilmiyorum. Endişeli miyim? Evet, hem de çok endişeliyim. Temizlik konusu büyük bir sorun, barınma ve beslenme ayrı bir sorun. Fiziksel şiddet görmüyor, ancak psikolojik şiddet gördüğünden eminim. ''Gelecekte onu neler bekliyor?'' sorusu beni çok korkutuyor. Açık söylemek gerekirse kendisi buradan kesinlikle gitmek istemiyor. Bence bunun nedeni, nereye gideceğini bilmiyor olması. Bundan daha iyisini hiç bilmediği için korkuyor. Bence onu buradan hemen götürme fikri iyi bir fikir olmayabilir, gözünüzün üzerinde olması gerektiğini düşünüyorum. Belki daha sonra, kendisi de sizinle gelmeye daha hazır olacaktır, diye sözünü tamamladı.


İki kadın, teşekkür edip oradan ayrıldılar. Kızı o gün hemen oradan götürmeye onların da niyeti olmadığını anladı Fiore. Kendini masanın önünde duran sandalyeye attı. Başını iki elinin arasına götürdü. Dünyaya öylece atılan insanlarla ilgili yazdığı bir yazı, aklına geldi. Yazının adını önce “Fillerin Şarkısı” koymuş, sonra “Üç Nota Yanlış” diye değiştirmişti. Yaşanan çaresizliğin, kimsesizliğin tanımını yapmıştı bir Alman filozof. Bu küçücük kızın hayatını düşündü. Bu yaşta bu kadar acıyı yaşamak için doğmuş olmamalıydı.


Aniden pencereden, gözü otoparka takıldı. Gri renkli bir araba, yavaşça içeri giriyordu. Fiore başını çevirdi. Gelen kişiyi görmek bile istemiyordu. Bugün olanlar onu yeterince germişti. Bazı insanlar, sevginin ne olduğunu, sevmeyi ve paylaşmayı hiç öğrenmeden, denemeden yaşayıp giderdi bu dünyadan; işte gelen öyle biriydi ve o anda böyle birini görmeye hiç ihtiyacı yoktu. “Bu güzel yere yakışmayan çirkin bir insansın sen,” diye mırıldandı Fiore. Adam gri renkli arabasının kapısını kapatırken Fiore’nin sınıfının camını kontrol etti. Fiore’nin gölgesi beyaz tahtaya vuruyordu. Camdan başını içeri uzatıp “Günaydın,” dedi. Fiore sadece başını salladı. Gerçekten görmek bile istemiyordu onu. “Terbiyesiz, pislik,” diye söylendi kendi kendine. “Yine kim bilir neyin peşinde?” diye öfkelendi. Hızlı adımlarla giderek sınıfının kapısını içerden kilitledi.


...


Fiore, bu köyde öğretmenliğe iki yıl daha devam etti. Evinden uzakta yaşamaktan, haftada iki kez o yolu gidip gelmekten, köydeki çocukların çaresiz hayatlarından, tek başına hepsine yetmeye çalışmaktan yorgundu. Girmediği deniz, koklamadığı çiçek, basmadığı kum, çekmediği fotoğraf kalmamıştı. Gözünü açtığında, evin kapısında kuzu bulduğu sabahlar, durmadan Chopin dinlediği geceler. Koskoca dört yıl gitmişti hayatından ama kaygı bozukluğundan eser kalmamıştı. Fiore, evine geri döndü. Bıraktığı yerden hayatına devam etti. Çalıştığı okul, artık evine çok yakındı. Köydeki yalnız gecelerini, yazdığı yazıları, hatıralarını, balkonuna doğan güvercin yavrularının çıkardığı sesleri, onları balkondan ilk uçuşlarında arkalarından hafifçe iterek yardım ettiği anları yanında getirdi. Orada tek bıraktığı gri arabalı adam oldu. En çok da dünyaya atılmış, hiç kimsenin umurunda olmayan kızın göz altlarındaki mor halkalarla, amonyak kokusu yanındaydı.        


Evine döndükten yaklaşık dört yıl sonra bir gün Fiore’nin hiç aklında olmadığı bir anda, saçları taranmamış, amonyak kokulu kız, karşısına çıkıverdi. Gözlerindeki mor halkalar daha da belirginleşmişti. Karşılaştıkları an, Fiore uzun zamandır onu hiç arayıp sormamanın suçluluğunu hissetmiş ancak kızın yüzündeki mutluluk, bir anda her şeyi ona unutturmuştu. Sarıldıkları an kızın mis gibi kokusu vurdu Fiore’nin burnuna. Amonyak kokusu sanki Fiore’nin zihninde kendi kendine uydurduğu bir koku gibi kalmıştı. Öyle sıkı sarılmışlardı ki bundan daha içten, özlem dolu bir sarılma yaşamamıştı Fiore. Gözleri ıslandı ikisinin de. Fiore kızı kollarından tutup geri itti ve yüzünü iyice görmek için gözyaşlarını eliyle sildi.

-Nasılsın canımın içi? diye sordu.

-İyiyim öğretmenim, çok iyiyim, diye cevap verdi kız.

-Kaç yaşında oldun sen? diye sordu Fiore.

-On altı öğretmenim, dedi.

Sesi hüzünlendi aniden, yüzü aynı çocuktu. Aradan geçen dört yılda yüzündeki masum çocuk kaybolmamıştı. Yere bakarak konuşmaya devam etti sonra.

-Babam, dedi acı acı gülümseyerek, beni ortaokuldan sonra okuldan aldı. Ablam lisedeyken birine kaçıp gizlice evlendi. Benim de aynı şeyi yapacağımı düşündü. Beni okutmayacağını, evlendireceğini söyledi öğretmenim, dedi utanarak, yere bakıyordu.


Fiore duyduklarına inanamamıştı. Bu çocuğun bu hayatta tek bir çıkar yolu vardı. O da okumaktı. O kahrolası babası olacak adam, küçücük kızın elinden bu hakkını da almış, üstelik on altı yaşını bile doldurmamış bir çocuğu evlendireceğini söylemişti. Fiore, ellerini alnından saç köklerine götürdü. Hafifçe çekti saçlarını. Gözleri bir anda kanlanmıştı. Yüzü alev alev yanıyordu. Kızcağız ani bir hareketle Fiore’yi olduğu yerde bırakmış, arkadan gelen bir bebek sesine doğru koşuyordu. Fiore iyice şaşkına dönmüştü, kız, kucağında bebekle Fiore’ye doğru yürürken,

-Bu kimin bebeği güzelim? Sen yine kardeş mi bakıyorsun yoksa? diye sorarken, kız, bebeği Fiore’nin kollarına atmıştı bile. Bebek bembeyaz teni, süt kokulu mis yanaklarıyla gülümsüyordu Fiore’ye.

-Benim bebeğim öğretmenim, diye gülümsedi.

Fiore ellerini yüzüne götürdü.

-Babası kim? diye geveledi. Aslında kim olduğunun pek bir önemi yoktu. Sonuçta o köyden biri olduğu kesindi ve adamın da bu kızın durumundan pek bir farkı olmadığından emindi Fiore. 

-Bizim köyden öğretmenim, dedi, ama tanımazsınız, siz onu okutmadınız, yaşı neredeyse sizin kadar.


Fiore ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden kızın ve bebeğin suratına dikkatlice baktı. Kız, sanki adam ölmüş gibi konuşuyordu. Dünyaya atılmış bir insan daha gözlerinin içine bakıyordu. Bebek kızdı. Fiore bir şeyler söylemek istedi, sadece ne olursa olsun asla başka evlilik ve çocuk yapmamasını söyleyebildi. Köydeki günlerde ona bunları söylemek için çok erkendi, şimdi ise çok geç olmuştu. Tüm bunlar aklından geçerken, kıza bebeğin babasının nerede olduğunu sordu.


-Öğretmenim, hamile kaldığımı öğrendiğim ilk günden, kızımı kucağıma alana kadar her gün ağladım. Kızımı kucağıma aldığım gün bana bir şey oldu. İçimi büyük bir huzur kapladı. Ağlamayı kestim. Artık kendimden önce düşünmem gereken biri var hayatımda. Babasıyla o doğmadan boşandık. Yüzünü bile göstermedim. Göstermeyeceğim de. Çok kızgınım ona, dedi. 

-Nasıl geçiniyorsunuz, ne içip ne yiyorsunuz? diye sordu Fiore.

-Sosyal hizmetlerden gelen kadınlar vardı ya öğretmenim, onlar geldiler, durumu görünce bebeğe bir maaş bağlanması için uğraştılar. Hayat ne garip değil mi öğretmenim? Beni alıp götüreceklerdi, sizin sayenizde götürmediler, sonra geri geldiklerinde beni kızımla buldular ve bize maaş bağladılar. Bebeğim ve bana bu para yetiyor da artıyor, diye cevap verdi kız. Hayret edilecek kadar mutluydu.


Fiore başını salladı, belli ki bebeği elinden alacaklarından habersizdi kız. İçi parçalanmıştı Fiore’nin. Kızın kavga dolu hayatına uzaktan, ürpererek baktı. Acaba o köyde kalsaydı, bu kız için hayat daha farklı olacak mıydı? Fiore o köye bir daha hiç gitmese de kolları sıvamıştı. Acı, her şekilde gelecekti ancak yeni bir acının gelmesini en azından bir süre de olsa geciktirebilecek gücü vardı bu sefer.