İnsanı geçmişe sürükleyen bazı sorular vardır ki geçmiş o an gibi yeniden yaşanır ve gözlerinizin önünde soluklanır.


Uzaktan gelen bir erkek sesi netlikle soruyordu: “Daha önce birinden de mi hoşlanmadın?”


“Ne bileyim aşk, heyecan bunlar güzel şeyler,” diye ekledi.


Anılarım hız treniyle geçmişe yol alırken gözlerim yola sabitlenmişti, direksiyonu sıktığımı fark ettim.


İki sene evvel eğitim için Ankara’ya taşınmıştım. Ankara hayatım için önemli bir kilometre taşı olmuştu öte yandan kendimi kendi içimde kaybettiğimi de Ankara’da anlamıştım. Ankara tertemiz dağıldığım bir şehirdi.


Bir topluluğa girdiğim her ilk gün gibi gergin ve huzursuzca en ön sıraya oturmuştum, her zamanki gibi niyetim hoca ile ilişki kurup kendi kabuğuma çekilmekti. Fakat arka sıramda oturan adamın kibarlığı dikkatimi çekmişti bu yüzden ona içten gelen bir samimiyet besliyordum. Öylesine içime kapanıktım ki biri duvarlarımı iş makinasıyla yıksa bile görünmez duvarlarıma karşı çaresiz kalırdı.


Sınıf beklenmeden kurulan arkadaşlıklarla neşelendiğinde herkes yavaş yavaş birbirini tanımaya başlamıştı. Fakat ben bir muammaydım.

İnsanlar gizlenmiş bir yaratıkmışım gibi merakla bana bakmayı sürdürüyor ama ne tepki vereceğimi bilmedikleri için dokunmaya korkuyorlardı.


İdealler, hırslar, kıskançlıklar, bilgiler, samimi ve yapay dostluklar hava da uçuşuyordu.


Ama Cüneyt istikrarla her gün arkamdaki sırada oturuyordu. Bazı sabahlar sınıfa erken geldiğimde o sırada onu soru kitabına gömülü bir şekilde görmek içimi rahatlatıyordu ve o hissetmiş gibi gözlerini sorulardan kaldırıp bana bakıyordu. Belli belirsiz bir tebessüm dudağının kenarında gizlenirdi ve ben fark etmemiş gibi sırama otururdum.


Kendimden sıyrılıp kursa güçlükle gittiğim bir gün caddeyi koşar adımlarla aşıyordum ki karşıdan da Cüneyt’in geldiğini ve kurs binasının kapısından girdiğini görmüştüm. Adımlarım istemsizce yavaşlamıştı. Hem heyecandan hem de meraktan olanca yavaşlığımla binaya girdiğimde gülümsememek için kendimi zor tutmuştum. Çünkü Cüneyt asansörün önünde duruyor ve beni bekliyordu bu aşikârdı. Adımlarımı duyunca arkasına bakmadan asansörün düğmesine bastı ve metalik bir sesle açılan asansörün önünde geri çekilerek bana öncelik tanıdı.


Tebessüm ederek asansöre binmiştim.


“Merhaba,” dedi.


Meraklı gözleri yüzümde geziniyordu.


“Merhaba,” diye karşılık verdim.


Kalbim asansörün katları hızla çıkışı gibi yükselirken nabzım boğazımda atmaya başladı.


“Nasılsınız?”


Cüneyt’in konuşmak için çaba sarf ettiğini görüyordum en az benim kadar çekingendi ve ben hiç yardımcı olmadığımın farkındaydım.


“İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”


Cüneyt utangaçlıkla gözlerime her baktığında kendime şu soruyu soruyordum: Ben neden böyleyim?


Asansörün kapısı açıldı ve önden ilerleyip sınıfa yöneldiğimde iletişimimiz yara almıştı. Kendimle savaşmaktan onunla iletişim kuramadığımı bilemezdi.


Farklı sıralara oturduğumuz her ders bir çift gözün gizlice beni seyrettiğini bilirdim ve bu gülümsememe neden olurdu. Ders bittiğinde her gece aynı asansöre denk gelmemiz için beklediğini biliyordum, asansörde az da olsa sohbet edebilmek korkulacak biri olmadığımı göstermem için bir fırsattı.


Ders bitiyordu, asansör zemin kata iniyordu ve herkes kendi yoluna ayrılıyordu. Bazen Cüneyt yavaş adımlarla aynı yönden giderdi, peşinden gitmemi ve sohbet açmamı istediğini bilirdim ama gitmezdim. Bazen de ben yavaş adımlarla giderdim, peşimden gelmesini ve sohbet açmasını isterdim, gelmezdi.


Bu sürünceme paramparça ruhuma iyi geliyordu, bir şeylerin yokken var olabileceği düşüncesi bana umut veriyordu. Fakat Cüneyt’in beni gözlemlemesi hiç hoşuma gitmiyordu, hangi tarafımdan tutsam elimde kalıyordu ve hangisini dışa vursam ben olmayacaktım. Çünkü ben kayıptım.


Derken sınav kapıya dayandı, ben hayallerime tutunurken Cüneyt sınavı kazanma ihtimaline tutunuyordu. Biliyordum, sınavı kazanacaktı.


Bir elimde hayallerim diğer elimde ideallerim vardı ve hayallerim hep ağır basıyordu. Cüneyt’in ise hayali idealiydi. Sınava sayılı günler kala Cüneyt derslere gelmeyi bırakmıştı, sınıfa girdiğim zaman karşılaştığım boşluk içimde büyüyordu. En sonunda o gelmiyor diye ben de derslere gitmeyi bırakmıştım. Sınav bitmişti. Ve ben şehrime dönmüştüm.


Sınav sonucu açıklanana kadar Cüneyt’i düşünmüştüm hatta kazandığını duyduğum o gün kaybettiğime hiç üzülmemiştim. Kısa bir tebrik mesajıyla hayatlarımızın tamamen ayrıldığı bir yol çizilmişti.


Ben Cüneyt’te ona bakmadan hissettiğim sıcacık kalbini sevmiştim. Bana güzel bakışını sevmiştim. Ama bu kadar derinliklerimde yaşadığımı bilemezdi. Biliyordum.


Bazı sevgiler yarım kalmalıydı.


Seneler boyunca onunla iletişim kurmayı düşünmüştüm, önceleri cesaretsizliğimden sonraları ise büyük adam olduğu için yazdığımı düşünmesinden korkmuştum. Gururum bir türlü el vermemişti. 


Cüneyt yavaş adımlarla önümdeki kaldırımda yürürken arkasına bakmamak için kendiyle cebelleşiyordu ve gülümseyerek arabayla yanından geçtim. Gaza yüklendiğimde geçmiş ardımda kalmıştı.


“Olmadı,” dedim omuzlarımı silkerek.


Keman hocam şaşkınlıkla güldü, inanamayarak başını iki yana salladı.


“Nasıl olmaz?”


“Neden?” diye sordum net bir sesle.


“Güzelsin, dikkat çekicisin mutlaka biri tavlamıştır diye düşündürüyorsun.”


Tebessüm ettim. Defalarca duyduğum cümle karşısında kanıksamıştım oysa cevabım kalbimde gizliydi.


Kadın kalbi kuşatılmak ister. Son kalesine kadar fethedilmek. Fethin neticesinde esir olmayı değil özgür olmayı da ister.

 

Kulise eşyalarımı bırakıp aynada kendime son kez baktım ve elbisemi üstünkörü düzelttikten sonra kulisten çıktım. Kuytu bu akşam sessizdi. Her zamanki yerime yerleştim ve nota defterinden yavaş bir parça seçip sayfayı sabitledim.

Ellerim iki kuş gibi özgürce tuşların üstüne yerleşti ve notaların üstünde kanat çırpmaya başladılar. Gözlerimi kapatmıştım notaların ritminin ruhumda akmasına izin veriyordum, esrimeyle başım bir öne bir arkaya gidiyordu. Ara sıra gözlerim kapalıyken yanaklarıma yaşlar düşüyor veya gözlerim kapalıyken kendi kendime gülüyordum. Müzik beni baştan çıkartıyordu. Göz kapaklarımda notalarla birlikte şekillenen kurgular vardı, notalarla birlikte beni alıp götüren duygular…


Parça bittiğinde kendimden geçtiğimi gözlerimi açınca Caner’in yanımda kadehle bitmesinden anladım. Tepside kadehin yanında her zamanki gibi bir peçete bulunuyordu, peçeteyi alıp Caner’e gülümsedim ve yanaklarımı sildim. Caner kadehi piyanonun üstüne bıraktı ve diğer müşterilerle ilgilenmek üzere uzaklaştı.


Kadehten ilk yudumu aldığımda cam kenarında oturan genç bir adamın bana gülümseyerek baktığını gördüm, parmakları arasında ışıldayan kristal kadehi havaya kaldırıp bana “şerefe” işareti yaptığında dudaklarımın arkasındaki yudumu yutkundum ve kadehimi nezaketen havaya kaldırdım. Genç adam usulca ayaklanıp yanıma geldiğinde sohbet etmeyi teklif etti, şaşkınlığımı üzerimden atmak ister gibi omuzlarımı silkerek elimdeki şarap dolu kadehle masasına yöneldim. Tanımadığım insanlarla yaptığım sohbetlerin ayrı bir tadı oluyordu.


Sonradan şafak vakti günlüğüme yazacağım cümleyi kurdu.


“Bu akşam genç ve cesur bir adam karşı koyamayacağı kadar güzel olduğumu itiraf etti. Beni görmezden gelmek deli olmakla eşdeğerdi.”


Genç adamın direkt mevzuya dalma cesareti tebessüm etmeme neden oldu, gizemli fikirlerle dudağım sola doğru kıvrıldı. Yüzümü gölgeleyen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken camdan dışarıda akan trafiğe baktım.


“Piyanoyu çalarken adeta ruhunuz şahlanıyor.”


İçten bir gülümsemeyi genç adama hibe ettim.


“Özür dilerim, kendimi tanıtmayı unuttum,” dedi ve mahcup bakışlarla bana elini uzattı “Ben, Teoman Ilgaz.”


Elini sıktım.


“Sude Yaman.”


Müzik sohbetin tek rengiydi, Teoman nasıl böyle kendimi vererek çalabildiğime hayret ediyor ve sürekli beni övüyordu. Bir saat sonunda şarabın etkisiyle yüzeye çıkan duygularının esiri olmuştu ve sürekli konuşmayı bekâr olup olmadığıma getiriyordu. Düşüncelerim keskindi çünkü asla kendimi kaybedecek kadar alkol almazdım.


“Beni en çok ne kaçırır biliyor musunuz?” diye sordum ve cevabını beklemedim.


“Evlilik muhabbeti açan erkekler ve eğlenmek isteyen erkekler.”


Kurnaz gülüşü yüzünde yayılırken ne demek istediğimi anladığını biliyordum.


“Erkeklerin hem ilgisini çekecek hem de onları korkutacak bütün özelliklere sahipsiniz,” dedi başını iki yana sallayarak.


Gülümseyerek geçiştirdim. Fakat birkaç dakika sonra duygularım tam tersine döndü.


“Bir erkeğin hayatını paylaşmak için fazlaca kendime aitim,” dedim başkaldıran bir manifestoyu okurcasına ve devam ettim.


“Kendi dünyam, kendi zekâm, kendi hayatım var. Belki de kandırılmak için fazla zekiyim ya da kandırılmak istemiyorumdur.”


Düşünceli gözlerle beni süzen bu adamın karşısında neden içimi açtığımı bilmediğim için gözlerimi kaçırdım.


Aslında normal şartlar altında normal bir kadının hayatında heba olacağımı biliyordum, tüm mesele buydu.


Teoman gözlerinde yanan ateşli pırıltıyla konuyu değiştirdi.


“Sizce bu yetenek işi midir yoksa öğrenilebilir mi? Eğer ikinci seçeneği seçiyorsanız öğrenciniz olmaya talip olduğumu da göz önünde bulundurun.”


Gülümseyerek birkaç dakika sessizliğe sığındım. Gözlerimin önünden çeşit çeşit karakterde öğrencilerim geçti. Kimi piyanoyu öğreniyor ama çalamıyordu, kimi bir ay içinde piyanoya dair her şeyi öğrenmek istiyor ve ay sonunda hezimete uğruyordu, kimi ise istikrarla kendini bu işe veriyor ve aylar sonra kendi kendine belki de benim öğrettiğimden daha fazla bir ilerleme katediyordu…


“Notaları öğretebilirim, enstrümanın dilini öğretebilirim ama yetenek doğuştan gelir,” dedim.


Tahmin ettiği cevabı verdiğimi kanıtlarcasına kendinden emin şekilde tek kaşı kalktı.


“Bu benim içinde geçerli,” diyerek savunmamı sürdürdüm “Eğer içinizde bir aşk varsa bu parmaklarınıza akabilir.”


Doğu müziğine de batı müziğine de hayrandım, benim dünyam müzikti. Sanatın tek pusulasının kalp olduğu gibi.


Tarık sahnede harikalar yaratırken en sevdiğim parçayı çalmaya başlamasıyla dikkat kesildim. Por una Cabeza. Kemanın sancılı telleri ruhuma pençesini geçirdiğinde artık sohbetten iyice koptuğumu hissediyordum. Olduğum yerde yavaşa salındım.


“Sonsuz bir anlayış, incelikli bir sevgi ve kendine has bir ele geçirilmek tek çareniz,” dedi.


Bu saptama kaşlarımı çatmama neden oldu.


“Diğer türlü korkarım bu güzellik bekâr kalacak.”


Kaşlarımın yay gibi havalandığını hissettim, alayla güldüm. Kadehin içinde sızlanan koyu renk sıvıyı hiç düşünmeden kafama diktim. Boğazıma saplanan ince uçlu iğneler mideme doğru yol aldı ve ardından gelen yanma hissiyle kendime güldüm.


“Bu güzellik tango yapacak,” dedim ve ayağa kalktım.


Birkaç adımımı sürüyerek sahnenin önündeki açıklığa alımla dans ederek ilerledim. Bakışlarımla Tarık’ı kışkırtıyordum. Adımlarım kemanın sesiyle şekilleniyordu. Koreografi olmadan doğaçlama bir dans içimden geliyordu. Karşımda hayali bir adam vardı ve ellerim ona tutunuyordu, bacaklarım bacaklarına sürtünüyordu. Beni belimden tutup çeviriyordu ve adımlarımız öpüşen dudaklar gibi bir ayrılıp bir birleşiyordu. Kısa bir an Teoman’ın hayranlıkla baktığını fark ettim ve görmezden geldim. Tango ruhumu ele geçiren bir şeytan gibi beni baştan çıkartıyordu. Keman bedenimle konuşuyordu, damarlarım kemanın telleri gibi geriliyordum veya savruluyordum.


İlham dolu kafamı anlayacak, sanatçı ruhumun gelgitlerine karşın benden uzak duracak ve içim yalnızlık çektiğinde beni rahat bırakacak biri yoktu. İçim gitmeler çekerdi benim, gitmelerimde beni özgür bırakacak bir adam yoktu.


Tek başına tango yapılmazdı. Kural buydu.

Ben tek başına tango yapıyordum.