Nazi Almanyası'nın Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph George Gobels'ın ortaya attığı ilginç ve tehlikeli bir propaganda tekniği vardır: Büyük Yalan Tekniği. Bu tekniği Joseph Gobels şu sözlerle açıklar:

“Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır."


Bu tekniğe göre büyük bir yalanı sık bir şekilde tekrar etmek, dinleyen kişiye onun yalan olduğu gerçeğini unutturacaktır. Adolf Hitler, "büyük yalan tekniği" hakkında şöyle söyler:

“…Böylesine 'devasa' yalanların uydurulmuş olabileceği asla akıllarına gelmez, başkalarının gerçeği bu kadar rezilce çarpıtacak fütursuzluğa sahip olabileceklerine inanmazlar. Bunu ispatlayan gerçekler akıllarına açık bir şekilde önlerine getirilse bile hala şüphe duyacaklar ve tereddüt edecekler ve başka bir açıklama olabileceğini düşünmeye devam edeceklerdir.”


Bu teknik kulağa biraz absürt gelse de işe yaradığı aşikardır. Platon'un mağara alegorisini de bir bakımdan buna örnek olarak verebiliriz sanırım. Mağara alegorisi ve büyük yalan tekniği arasındaki tek fark; birisinde (mağara alegorisi) doğrusunu hiç bilmedikleri, diğerinde ise (büyük yalan tekniği) doğrusunu bildikleri bir şeyin inkar ediliyor olması... Ortak noktaları ise (kişinin kendisi dışında) ikincil bir kişi tarafından söyleniyor olmaları.

Bu noktada daha ilginç bir durum ortaya çıkıyor: Bir kişinin ikincil bir kişi olmadan, kendi kendine yalan söylemesi mümkün mü?


Mitomani hastalığı, insanın kendi yalanına inanması durumuna verilen isimdir. Mitomani hastaları, hayal gücüyle ürettikleri düşüncelerin gerçekliğine inanırlar. Yalan söyleyerek kendilerini önemli bir insan veya kahraman gibi gösterirler. Eski yalanlarını desteklemek için sürekli yeni yalanlar uydururlar. Bu şekilde oluşan yalan zinciri o kadar uzar ki, söylenen ilk yalanın ne olduğu unutulur...


David Lynch'in 2001 yapımı Mulholland Drive filminde Betty, Hollywood'a büyük umutlarla gelen genç bir oyuncudur. Ancak onun için hiçbir şey yolunda gitmez. Seçmelerde iyi bir oyunculuk performansı sergileyemez ve başarısız olur. İstediği rolü başka bir oyuncuya kaptırır. Hollywood'da tutunmak için bir yönetmenin yatağına girmesi gerektiğini fark eder. Ancak bunu kesinlikle istemez... Bu şekilde iyice dibe batan Betty kendini evine kapatır ve kendi yalan dünyasını kurmaya başlar.


Betty'nin kurduğu bu hayali dünyada Hollywood'un kirli yüzü yoktur. Seçmelerde herkes onun oyunculuğuna hayran kalmıştır. Ona (gerçek hayatta) rol vermeyen yönetmen, tehdit edilmiş ve bu yüzden rolü ona vermemiştir.

Gördüğünüz gibi Betty, kurduğu bu hayal dünyasında kendini muhteşem biri haline getirmiş ve başarısızlığını başka sebeplere bağlamıştır. Kendi kendini bu şekilde manipüle etmiştir. Tıpkı Naziler'in büyük yalan tekniğinde ya da Platon'un mağara alegorisinde olduğu gibi, kendini sahte olan bir şeye uzun süre maruz bırakmıştır. Bunun sonucunda ise gerçek ve yalanı ayırt edemez duruma gelmiştir. Yönetmen David Lynch filmi öyle bir ustalıkla çeker ki, izleyiciye de Betty'nin yaşadığı bu karmaşık duyguları hissettirir. İzleyen kişi hangi sahnenin gerçek, hangi sahnenin sahte olduğunu anlayamaz.


Aristoteles sanat ve edebiyat için "gerçeğin birer yansımasıdır" yorumunu yapar. Yani birer kopyadırlar. Bunun üzerine neo-klasikçilerin bir kısmı; "Sanat, idealleştirilmiş tabiatın yansımasıdır," görüşünü ortaya atar. Bu görüşe göre sanat ve edebiyat gerçek hayatın değil, gerçekleşmesi temenni edilen (idealleştirilmiş) bir hayatın kopyasıdır. Aslında bu görüşe göre insanın sanat ve edebiyat ile ilgilenmesi, idealleştirilmiş bir tabiata kaçma çabasıdır bir nevi (Betty'nin yaptığı gibi).


Betty de bu görüşte olduğu gibi kendini idealleştirilmiş bir tabiata sokar. Güzelliklerle dolu, gerçekleşmesi temenni edilen bir tabiat...

Herkes kafasında kendince idealleştirilmiş bir tabiat kurabilir. Bu çok doğaldır. Ama buna sıkı sıkıya bağlanmak korkunç sonuçlar yaratabilir. Gerçek ya da gerçeği hatırlatacak şeyler, sizin konforunuza zarar verecek bir tehdit unsuruna dönüşür. Çünkü gerçek, yalanın ölümcül düşmanıdır.