Hayatın içinde bir yerlerde, boşlukların asla doldurulmamış köşelerinde asılı kalmış mumlar gibiyiz hepimiz.

Kimimiz kendi kendini söndürmek için dörtnala eriyor, kimimiz ötekinden güç alıyor. Kimimiz ise kendi kendini öldürürken doğuruyor… On binlerce mum… Hepsi bir boşluğun el değmemiş on binlerce köşesinden birinde öylece duruyor…


O boşluğun bize sunduğu alan içinde ne ileri gidebiliyoruz ne de geri. Topluca, bizi içine çeken bir okyanusa doğru hissedemeden sürükleniyoruz. Hissetmeye çalışanlarımızı daha çabuk örseliyor gönülsüz çıkılan bu yolculuk. Nitekim öylesine hareketsiz bir sürüklenme ki bu, söndükten sonraki son cılız umudumuz dahi salınarak yükselemiyor, olduğu yerde dağılıveriyor. Sağa ya da sola kıvrılamıyor. Ötekinin dumanına karışamıyor. Birkaç saniye almıyor izinin silinmesi. Birkaç saniye almıyor hatırlanmaması…


Okyanusun içindeki dünyayı bilmeden yol alıyoruz. Kimsenin itirazı yok gittiğimiz yöne. Kimsenin çırpınacak gücü, kıvılcımını dağıtacak mecali yok. Büyük bir sessizlikle beraber boşluğumuzu da heybemize katıp sürükleniyoruz. Sonra boşluğun içindeki sapaklardan birine girince bir şeyler değişmeye başlıyor. Bir şeyler okyanustan esen rüzgârla ona yaklaştığımızı hissettirirken aynı zamanda bizi de çiseleyen yağmurlar gibi incitmeden ama kendisini de fark ettirecek bir şiddette ıslatıyor…

Boşluktan bize eşlik eden on binlerce tını duymaya başlıyoruz hemen ardından. Herkesin işittiği kendi evinin tınısı oluyor. Yola çıktığı ev, varacağı yerin adresini o tını vasıtasıyla veriyor. Fakat varacağı yerin evi olup olmadığını ise kimse bilmiyor…


Ben tüm on binlerin tınısından daha güzel bir tınıyı, daha güzel bir bilinmezliği işitiyorum. Hayat diye nitelendirdikleri o her sabah aynaya bakabilme savaşı benim için, içi boş hurafelerle dolu olan bir oyundan daha fazlasına dönüşüyor bir anda…



Kendini hem parçalara ayırıyor, hem de ikiye katlıyor tüm bildiklerim. Genişliyorum. Göğsüm kabarıyor. Göğsümün altında yepyeni bir dünya peydâ oluyor. Yepyeni bitki örtüleri, yepyeni mevsimler, onları ağırlayan aylar baş göstermeye meylediyor.

8 ayrı mevsimi duyuyor, 6 ayrı ayı aynı ânın içinde yaşıyorum. Tüm zıtlıkların birbirini eşlediği bir hayata şahitlik ediyorum… Hissediyorum, tüm sarsılmalara rağmen hissediyorum ki varacağım yer evim oluyor. Verilen adres evime çıkıyor. Bunu bilmenin verdiği emniyetle herkesin sıkılarak gittiği o yolu ben içimde heyecan kıpırtılarını besleyerek sürdürüyorum.



Bir uçurumun başından başlayıp sonsuzluğa dökülen karanlık bir sürüklenişten, hiç kimsenin almadığı hazzı alıyorum.



Fakat ne var ki bir an geliyor, her şey böyle herkesin kendi oyunundan farklı ve erişilemez giderken eriştiğim yegâne yerde çakılıp kalıyorum. Bir anda kesiliyor o tını, işte o zaman bir santim bile kımıldatılmadığımız o değişkenler boşluğunda sabit olan tek yerimi kaybediyorum, dağılıyor, sönüyor, ne kendine yetenlerden ne de kendini doğuranlardan olabiliyorum.


Çıkmaz bir döngünün içinde kıvrılıp aldığım hazzın kursağımda kalışı gibi dar bir kursakta, öylece bükük kalıyorum.



Bir kere kesilmeyegörsün, bir kere işitemeyeyim o tınıyı, alaşağı oluyorum. Kendi içimde kendini yineleyen tüm sistemim bozuluyor, tekrardan ibaret olan çürük bir yaşamın içine bile sığamaz hale geliyorum.



Büyümüşlüğüm o sessizlik ve yol bilmezlik çukurunda sımsıkı kapattığım avuçlarımın içindeyken, kılçık gibi keskin ve batmaya hazır hale gelip paramparça oluyor…



Göğsümün içindeki hudut bilmeden genişleyen ve evrilen dünyaya mahsus o 8 mevsim bir anda 4’e düşüyor, 6 ay ise 12 aya devrediyor kendini.


Attığım adımlar sıradanlaşıyor, herkese ve herkesin oyununa benzemeye başlıyor. Herkesin sabahıyla aynı sabaha uyanıp herkesin gecesiyle aynı geceye sıkışıyorum. Uykudan kaçıp yalınayak gezdiğim sokakları kaybediyorum.


Yaşamsal tüm anlarımı birbirine bağlayan koridorlara geçmek için binbir emekle döşediğim merdivenlerim yerle bir oluyor. Asılı kalıyorum o tozdan gözün gözü görmediği koridorların en çıkmazında...

Saf havadan ibaret olan bir boşlukta boğulabilir mi insan? Tüm organları ezilip kanı çekilebilir mi hiçbir basınca maruz kalmadan? Boğuluyor ve eziliyorum…

Çünkü yalnızca o tını sayesinde bu hareketsizliğin mutlak bir gidişat olduğunu görebiliyorum… Çünkü yalnızca o tını sayesinde o boşluktan sıyrılabiliyor, bununla beraber küf bağlamış gözlerimden de sıyrılıp büyük bir parlaklığı da cebime atıp sıradanlığa dışardan bakabiliyorum.


Zaten bir kere içerdeki tekdüzeliği dışardan görmeyi tatmasın insan, bir daha eskisi gibi kalamıyor o varoluşun içinde. Her şeyi dışardan bakarken parıldayan o gözlerle tartmaktan sebep, aklının sınırlarına kendi elleriyle döşediği mayınların üstünde geziyor sürekli…


Herkesin hiçbir şeyi sorgulamadan, dümdüz seyretmekten nasıl asla ama asla kurtulmak istemediğini anlamaya çalışıyorum. Sonunu bir yere bağlayamadığım düşünceler izliyor sonra arkasını.


Birbiri ardına dizeler işitmeye başlıyorum. Ellerimde kılçıklar, canımda batmanın verdiği bir ince yanma duygusu, avuçlarım sımsıkı kapalı, mayınların üstünde gezerken…



Büyüyorum, değişiyorum. Nihayet bir uçurumun başından başladığım o karanlık sürüklenişin yarı yolda aydınlanmasıyla bana verdiği hazzın asıl kaynağına, evim diye varacağım yer olan okyanusun ucuna yetişiyorum. Çoğu mum evini kaybediyor varana kadar. Boşluk onları da alaşağı ediyor. Ben vardığımda alevim cılız da olsa yanmaya devam ediyor...


Sonra gövdem okyanusun soğuk, gergin ve katı sularına değdikçe o cılızlık birden beni terk edip yerini daha gür bir alev bırakıyor. Gövdem suya batıp ruhum bedenimden sıyrılmayı başardıkça daha da gürleşiyor. Sönmek bir yana, okyanustan onca darbe yedikten sonra dahi sağa ya da sola kıvrılmıyor; tıpkı boşluğun içindeki o mutlak hareketsizliğin bizi hapsettiği sürüklenişte olduğu gibi sabitliğini muhafaza ediyor…


Şimdi o sürükleniş yerini bir yerleşmeye bırakıyor artık. İçinde olduğum savaş aynaya bakabilme savaşından çok daha öteye taşınıyor. Hiçbir savaşın kazanamadığı kadar derin ve yükü ağır bir anlam kazanıyor…


Fark ediyorum ki bu savaşı tüm anlarıyla beraber göğüsleyebilmenin adıymış o dizeler. O tını benim işitmemi engellese de kendini benden uzak tutmamış, hareketliliğin içindeki kusursuz yerini hep korumuş ve nitelendirmiş. Göğsümün altında doğan dünyaya onun da eli değmiş. O mayınlarda o da yürümüş, elimdeki kılçıklardan kendi ellerinde de biriktirmiş. Verdiği adrese benden önce gidip beni beklemiş…


Fark ediyorum ki ben işitemesem de beni bu kıyıya yetiştiren o tınının kendisiymiş. Büyümüşlüğüm de yitmişliğim de ondanmış. Tüm farkına varışlarım ve tüm vazgeçişlerim, tüm devam edişlerim ve tüm direnmeye çalışmalarım ondanmış.



Şimdi nihayet yolun sonundayım. Ev diye vardığım yerin, herkesin büyüklüğünden feyz alıp ismini verdiği o okyanusun, bana yol gösteren tınının göğsümün altında yarattığı o berrak dünyanın içinde bir yerde akan sonsuz bir nehir olduğunu anladığım yerdeyim…



Hayatın içinde bir yerlerde, boşlukların asla doldurulmamış köşelerinde asılı kalmış mumlardan biriyken ve bir uçurumun başından başlayıp sonsuzluğa dökülen karanlık bir sürüklenişten hiç kimsenin almadığı hazzı alırken sizlerin bir okyanus olarak gördüğü fakat özü itibariyle benim gözlerime doğru akıp duran o nehrin orta yerinde dahi kendi alevini diri tutabilen bir muma dönüştüm…