bir an geldi, baktım da yazmadan yapamıyor oluşumu gördüm. yazgımı yazmak için kutulardan defterler aradım. zaten yazılmış diyor birisi lakin benim de yazmamı kim engelleyebilir? her şey sözlüklere dönüşüyor. rüyaların, kutuların, takvim yapraklarının arasından sözcükler çıkarıyorum. herkesin neden hayatımdan çıktığını, çıkarıldığını anladım: yazmaya yer açılsın diyeymiş. incinmişlik çıkıyor karşıma bir kutudan, başka birinden fütursuzluk, başka birinden merhem tarifleri. bütün defterleri buluyorum, en çok sakındığım hariç. 


kendimi aklayıp paklamadım. gidip tüm yapmacıklıkları bir köşede bıraktım. açtım ördüğüm saçlarımı, çıkardım gözlüğümü ve bozdum imla kurallarını, okunsun diye uğraşmadım el yazım. kapılar çaldı sonra sabırsızca, bir kez değil, iki kez değil. kalkmaya tenezzül etmedim. gökyüzü güzel, yine de buruk bir şeyler hissettiğim. geç oldu, bu burukluk ondan. topladığım çiçekleri koklamayı unutmuşum gibi. eski bir mektubu hiç olmayacak yerde okumuşum gibi, evime giden yolu unutmuşum gibi, yanlış durakta beklediğimi hissedip beklemeye devam etmişim gibi. yanlış duraktan bunu sezdiğim an ayrılmalıydım. ilk defa bir çocuğun ağlamasına göz yummuşum gibi. her şeyin bir ilki vardır, diyor acımasız bir ses. her ilk böylesine yakar mı insanın yüreğini?


toplamak için önce dağıtmak mı lazım? ne kadar denersen dene, toparlanmayan şeyler var. ne demekti acını yaşa, duygularını bastırma ne demekti? geri dönüşü olmayan büyük olaylar ruhuma dokunmuyordu sanki. ölüme ağlamadım. küçük olayların ruhumdaki tesiri daha fazla sandım. sarmaşıklarıma ağladım. ben sandım ki kalbim farklı atıyor herkesten. bir aritmi... duygularımı, cevizden yapılmış işlemeli bir sandığa koyup üstüne naylondan çiçekli bir örtü serdim. Ne tozlara aldırdım ne yapaylığına naylonların. ne altına gizlediklerimi düşündüm ne bir toz bezi alıp ortalığı süpürdüm. yüzleşmek çıktı karşıma. 


kalemimin mürekkebi kurudu sonra. diyar diyar gezip mürekkep aradım. her şeyimi verecektim, yeter ki yazmak olsun. gülgûni renkte bir mürekkep istedim, kötüsüne razı olmadım, tüccarlarla pazarlık yapmadım. anlamak, anlatmak için mi; bir şeyleri değerli kılmak için mi yahut değerli olan şeyleri görmek, göstermek için mi yazıyorsun diye sordular. hiçbiri değil, yazmasam ölecektim dedim. onlar gibi yaşamadığım için yaşamıyor sanıldım, mutluluğumu onlar gibi göstermediğim için mutsuz atfedildim neden yazdığımı soran tüccarlar tarafından.


bir mürekkep ustası buldum sonra, tam da erik ağacının zamkını katıyordu havana. ağaçların kendi yaralarını sarmak için ürettiği bu zamk, benim de yaralarımı sarar mı diye sordum ona. sabredersen sarar dedi, mürekkep olabilmesi için havanda karıştırarak beş bin defa dövmem gerekiyor. dayanamam dedim, yazmalıyım, kelimeler diziliyor kursağıma, "gırtlağımda bir harf büyüyor."


saklı kalmış obalara gidiyordu yolum bu sefer. duymuştum, oralarda hikâyeler anlatılırdı büyük bir ateşin başında. insanlar evvelden bilirdi, dört nala at sürmeyi. anne karnında öğrenirlerdi, gelmiş geçmiş tüm hikâyeleri. cömertlerdi, varsa mürekkepleri muhakkak verirlerdi. böylece hikâye anlatıcılarını aramaya koyuldum. bir dağ başında buldum onları. kimisi yazmıyormuş. ben sadece anlatırım, dedi. unutmuyor musun, dedim. hayır, aksine insanlara unuttuklarını hatırlatıyorum, dedi. hep dinleyenlerin oluyor mu, diye sordum. hep değil, dedi. anlatmak istediğinde ya biri olmazsa dedim. o vakit anlatmam, sözlerimi havaya söyleyemem dedi. oysa ben dağa, taşa, havaya, suya ve uçurumlara bağırıyordum sözlerimi. cevap veren bir yankım da yoktu üstelik. bu soruyu hiç sormamış olmayı diledim.


kimisi konuşmadı benimle,

"beni konuşmaya zorlama ne olur,

sözün sularını tükettim ben,

kaynağını kuruttum,

geriye bir büyük sessizlikler kaldı yüreğimde." dedi.


kimisi mürekkebim yok, benim hikâyem bitti dedi. nasıl biter insanın hikâyesi, dedim. gönül gözüyle bakmayı yitirirse biter, dedi. bir kez vâkıf olduktan sonra yitirilir mi,

dedim. her şeyi yitirebilir insan, dedi.

kimisi paha biçemedi, yapmak için asırlarını verdiği mürekkebe. yüksek meblağlar teklif ettim, kabul etmediler.


kimisi, herkesin mürekkebi farklı zamk ve kaderle yoğruldu, seninki bitmişse bizimkinden deva bekleme dedi. beklediğim bir cümle, iki sözcük. kimseden duymadım yahut benim duyamayacağım bir frekanstaydı sesleri. ben de zihnime yazmaya başladım her şeyi. tüm takviyelere inat birazdan unutacaksın derken dimağım, direndim. uzun bir yolculuk sonrası zihnimin en derinlerden birkaç hatıra çıkardım sonra. kulaklarında hâlâ sesini duyduğun hangi şiir olduğunu unuttuğun bir şiiri hatırlamış gibi, çocukluktan varlığını unuttuğun bir arkadaşını hatırlamış gibi.

hatırlanmayan anılar üzülüyor mudur, merak ettim. sonra yazmaya devam ettim, belki de o şiiri ben yazmışımdır diye, belki de o arkadaşım ölmemiştir diye. yaşadığımız anlar nereye gidiyor diye soruyor birisi. hiçbir yere gitmediğine eminim. uzansam dokunacağım. sonra ansızın en çok sakındığım defter çıktı karşıma, yaşamak defteri.


bütün bunlar yaşanmış mıydı yoksa sadece zihnimden sayıklamalar mıydı? ne fark eder? anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler sanki hakikati bilirmiş gibi,

sanki hakikatin sırrına ermiş gibi,

masala inanmayan gerçeğe inanır mı?


her şeyin sözcüklere giden bir yol olması, her vakit yazmak, bir şeylere engel oluyor olabilir miydi? yaşamaya mesela... ne çok soru var. ne çok biriken, unutulan, tozlanan şey var. farkına dahi varılmayan ne çok şey var. tozları süpürüp hatırlamaya, yola ve altını çizmeye devam edeceğim; kendimi bulduğum tüm satırların, tüm hislerin, tüm sokakların, tüm istasyonların, tüm mevsimlerin ve tüm canlıların...