Serotonin bir çeşit mutluluk hormonu… Eksikliğinin bazı psikolojik problemlere sebebiyet verdiği söyleniyor. Uzmanlar, bu hormonun dışarıdan yapay yollarla alınmasıyla düzeleceğini pek mümkün görmeseler de spor yapmak, sağlıklı beslenmek, yürümek, gülmek, sevdiklerinizle vakit geçirmek gibi birtakım faaliyetlerin faydalı olacağı görüşündeler. Kaldığım evin yakınında büyükçe bir park var. Burada zaman zaman insanları gözlemleme şansım oluyor. Mutlu gözüken insanlar görüyorum. Parkta çocuklarıyla güle oynaya vakit geçiren anneler, babalar... El ele tutuşan gençler, spor aletleriyle egzersiz yapan ihtiyar amcalar, yürüyüş yapan adamlar, hepsi de sahiden mutlular mı? Çocuğunu parkta oynatan bir baba, borçlarını düşünüyor olabilir mi? Gençleri işsizlik kaygısı sarmış mıdır? Sağlık problemlerinin her geçen gün artması endişelendiriyor olmalı mı ihtiyar adamları? Gelip geçenlerin bilmediğimiz daha başka dertleri var mıdır acaba? Kendime baktım. Mutlu muydum sahiden? Ya ailem, kardeşlerim, akrabalarım, arkadaşlarım... Gördüm ki her birini bir pençe-i kahr kanadından yakalamış. Kimi eşinden muzdarip, kimi çocuklarından, kimi hastalıkla mücadele etmekte, kimi maddi sıkıntılarla boğuşmakta. Nazarımı bu kez enfüsi daireden afaki daireye çevirdim. Ülkemin, İslam âleminin kangrene dönüşmüş sorunları canlandı zihnimde. Yağan bombalar, ağlayan çocuklar, çöpten ekmek toplayan kadınlar geliyor gözlerimin önüne. Dünyayı saran hukuksuzluklar, zulümler, çevre kirliği ve daha bir sürü sorun iğdiş ediyor dimağımı. Tüm bunları düşünürken mutlu olabilir miyiz, mutluymuş gibi davranabilir miyiz? Neden sonra ilahi buyruk imdadıma yetişiyor birden. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele.”[1] Korku ve endişe… Dünya var oldu olalı bu ilahi hükmün şemsiye altına girmeyen yok. 

“Gâh safa buldu gönül ayinesi gâh keder

Böyledir hâl-i cihan böyle gelmiş böyle gider”

Belli ki algı ile gerçek arasındaki farkı kabul etmediğimiz sürece inkisar-ı hayale hep uğrayacağız. Şu var ki hayatın akışı içerisinde insanların birçoğu tam manasıyla mutlu olmasalar bile huzuru yakalama şansları hep vardır. Kimisi bir keşişte arar bu huzuru, kimisi papazda, kimisi totemde, kimisi meditasyonda, kimisi de gözyaşıyla ıslanmış bir seccadede... Kuşkusuz mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun birçok bileşkesinin olduğunu görmezden gelemeyiz. Aldığımız eğitim, yaşadığımız çevre, ekonomik durumumuz, hayata bakışımız, maneviyatla olan ilişkimiz belirleyici güçlerden bazıları. Fakat iki önemli gücün etkisini yadsıyamayız.

İlki sevgi…

Rabb, kâinatı sevgi üzerine halk etti. Halk da Halık’ın halk ettiği hissiyattan nasiplenmeye çalıştı. Kimisi nasiplendiğini paylaştı. Kimisi ise cimri davrandı. Ne sevgisini kendisine verdi ne de başkasına. Mezarlar yığınla dillendirilemeyen latifelerle doldu taştı. Oysa sevgi çürümeye terk edilecek kadar değersiz bir meta değil. Bir anne sütten önce sevgiyle emzirdi çocuğunu. Heykeltıraş, taşa onunla can verdi. Picasso, fırçasıyla paha biçilmez eserler meydana getirdiğinde yanında hep sevgi vardı. Beethoven işitme engelli olsa da dünyaca meşhur olan 9. Senfoni Orkestrası'nı kalbinin sesini dinleyerek bestelemişti. Yunus’a dünyayı unutturan sevgi, Cemil Meriç’e gözlerini kaybettirmişti. Çanakkale’de, “Sevgi” ölümü bile göze alıp bir vatanı hediye etmişti bizlere.

Bir diğeri ise korku…

Eğitim dönemlerimde yığınla öğretmenim oldu. Bugün ikisi hariç hiçbirisini hatırlamıyorum. Aradan otuz beş yıl kadar bir zaman geçmesine rağmen ne dayak yediğim ilkokuldaki öğretmenimi ne de başımı okşayan hocamı unutabildim. Niçin dayak yemiştim? Çocukluk işte… Tekme savurduğum arkadaşımın çekilmesiyle ayakkabı numaramın duvara çıkmış olmasıydı tek suçum. Herkesin içinde dayak yemek kötü bir duygu. Ayrıca bir çocuk için hiç de adil bir ceza değil.

“Bir gece su isteyerek sürekli sızlanıyordum.” dedi Frans Kafka, babasına. “Elbette susamış olduğum için değil herhalde kısmen sizi kızdırmak kısmen de eğlenmek için olsa gerek. Birkaç sert gözdağından bir sonuç alamayınca beni yatağımdan aldın, balkona çıkardın ve kapalı kapının ardında üzerimde gömlekle bir süre yalnız bıraktın. Sana bu davranışının yanlış olduğunu söylemek istemiyorum, belki de o zaman gece huzurunu başka bir yolla sağlaman mümkün değildi. Ben bununla sadece senin eğitim tarzını ve bunun benim üzerimdeki etkisini açıklamak istiyorum. Bu olaydan sonra herhalde uslandım ama iç dünyamda zarar gördüm. Bana çok tabii görünen anlamsızca su isteyişim ile dışarıya götürülmemin olağanüstü korkunçluğu arasında kendi anlayışıma göre doğru bir bağlantıyı hiç kuramadım. Dev gibi adamın, babamın en yetkili kişinin, neredeyse nedensiz olarak beni gece yataktan alıp balkona çıkarabilmesi yani onun için benim hiçbir şey ifade etmediğimi düşünmek yıllar sonrada hep acı verdi bana.” [2]

Sevgideki hayat iksirini de, korkudaki travmayı da unutmamız pek mümkün gözükmüyor. Sevgi sözcükleri kullanmamız karşımızdakine, “Sen benim için değerlisin.” mesajı verirken şiddet içerikli söz ve fiiller de “Sen benim için önemsizsin.” demenin bir işaretidir. Karakter oluşumunda bu iki hissiyat mutlu ya da mutsuz olmada önemli bir kilometre taşıdır. Sevgi var olan duyguları ihya ve inşa ederken korku bir katalizör gibi bütün duyguların üstünden geçer, kimyasını değiştirir. Narsist ya da şiddete meyyal bir kişiliğin temelinde ailede/çevrede/okulda sevgisizliğin ya da korkunun yattığı uzmanlarca hemfikir olunan bir konu. Bu arada fıtri bir korkudan bahsetmediğimizi de söylememiz gerekir. Hayatın devamını sağlayan ve belirli bir düzeyde olması gereken korku faydalıdır da. Kastedilen dövme olayı gibi dışarıdan gelen bir müdahale ile oluşan korkudur. Böyle bir korku çocuklarımızda fizyolojik ve ruhsal birtakım problemlerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Kalp çarpıntısı, terleme, titreme, panik atak, kaygı, stres, suçluluk duygusu, cezalandırılma duygusu, saldırganlık, çekingenlik, kekemelik ya da agorafobi (Örneğin korku filmi izleyen bir çocuğun lavaboya gidememesi) gibi daha onlarca nevrotik ya da patolojik rahatsızlıkları sayabiliriz. Herkes, korktuğu şeyin temeline indiğinde geçmişte yaşadığı olumsuz bir müdahalenin olduğunu görecektir. Dayak atmakla sorunun çözüldüğünü varsayan eğitimci ya da ebeveyn büyük bir yanılgı içerisindedir. Dayak, kısa vadede sorunu çözmüş olsa bile uzun dönemde çocuklarımızın ruhsal yapısında tamiri mümkün olmayan gediklere yol açabilir. Korkuyu korkutarak hayatımızdan çıkarmak ise ancak bir eğitim işidir.

İnsanlarımızın kaygılarını ya da üzüntülerini ortadan kaldırmak için birtakım antidepresan ilaçlara başvurduklarını biliyoruz. Doktor değilim ama ağır travma geçirenleri hariç tutarsak insanların leblebi yer gibi bu ilaçları sıkça kullanmalarını doğru bulmam. Yaşanılan en ufak bir olayda mutluluğu ilaçta aramamız büyük bir hata…

Dünyaya olması gerekenden fazla bir önem arz ettiğimizde bunalım kaçınılmaz oluyor. Zemin yüzünü acısıyla, tatlısıyla kabul etmek, beklenti kat sayımızı yükseltmemek bizlere mutluluğun kapısını açabilir. Bana öyle geliyor ki düşünce yapımızı nasıl yapılandırırsak hayata bakışımız da o nispette değişecektir. Mutluluğun düşmanı bizatihi mutluluğun peşinde ısrarla koşmaktır. Hırsla dünyadan keyif ve lezzet almak için çalışanların aksiyle tokat yedikleri, ne zaman ki hadiselere tevekkülle yaklaşıp, hayatı olduğu gibi kabullenenlerin de mutlu oldukları tarihi bir vakıa olarak çıkar karşımıza. Hayat zorluklarla nasıl tasaffi ediyorsa sanırım mutluluk da birtakım badireleri atlatmaktan geçiyor. “İnsan tefekkürünü saadetler uyutur, felaketler yaşatır.” der Profesör Ali Nihat Tarlan. Yeknesak bir hayat bir süre sonra bazı ruhsal problemlere kapı aralayabilir.

Mutluluğun önündeki en büyük engellerden biri de bizatihi kişinin kendisidir. İncir çekirdeği kadar küçük bir meselenin bile köpürtülerek gündem yapılması birey için rahatsızlık verici bir durum. Tuttuğu takımın yenilmesi, daha üst model bir arabaya binememesi, tatile çıkamaması ya da pansuman nev’inden sayabileceğimiz bazı ufak tefek problemlerden dolayı hayatı kendine zindan eden nice insanlar tanıyorum. Belli ki dertleri olmadığından kendilerine sorun bulmak için bin türlü bahane aramaktalar. Karamsar sohbetler, boynu bükük şarkılar, felaket pompalayan sosyal medya paylaşımları mutsuzluğumuzun birkaç ayak sesinden bazıları. Araba sürerken denk geldiği bir çukurdan dolayı bağırıp çağıran, küfür eden bir insanın davranışı laboratuvarda incelenmeye değer bir olay olarak görülebilir. Elbette insani reflekslerle tepki vermekten daha doğal bir şey olamaz. Ancak bu gibi durumlarda sorunun abartılması, tepki dozunun iyi ayarlanamaması yola açılan bir çukurun benzerini de kalbimize açabilir. Belki de durumu yetkililere bildirmek yapılması gereken en doğru iştir. Zira böyle davranarak hem sorunu çözmeye katkıda bulunmuş oluruz hem de bir vatandaş olarak görevimizi yerine getirmenin iç huzurunu yaşarız. İç huzurun ya da huzursuzluğun nedeni kendi yaptıklarımızdan başka bir şey değildir.

İnsanlığımızı hatırlatan iyilikler yapışımız ruhumuza manevi bir huzur verirken, insanlığımızdan utandıracak kötü faaliyetlerimiz ise bizlere cehennemvari bir vicdan azabı tattırabilmektedir. Esasen böyle farklı bir ruh halinin oluşu ise mayamızda iyiliği barındırmış olmamızdandır. İnsan, fabrika ayarlarına döndüğü vakit huzur-u kalbi yakalar aksi takdirde bir tavuk gibi çırpına çırpına dünyadan göçüp gider. İnsanın tabi ve gayri tabi halini anlatan bir anekdotu sizlerle paylaşarak yazımıza devam edelim. Afyonda benim de panelist olarak katıldığım arkadaşlarımızdan biri özetle şunu söylemişti: 

“İkinci Dünya Savaşında bir Nazi subayı, küçük bir çocuğu yanına çağırır ve ona:

 “Hangi gözümün takma olduğunu bilirsen seni ve aileni savaşın olmadığı güvenli bir yere göndereceğim.” der.

Çocuk kısa bir zaman dilimi geçmesine rağmen muhatabına cevabını hemen bildirir:

“Sağ gözünüz” der.

Çocuk yanılmamıştır. Nazi subayı şaşkın bir şekilde:

 “Nasıl oldu da doğru bir tahminde bulundun?” diye sorar.

Çocuğun verdiği cevap müthiştir:

 “O gözünüz, diğerine göre çok daha insani bakıyor.”


Evet, bir şarkıda dendiği gibi “Gözler kalbin aynasıdır / Yalan nedir bilmez onlar” Kuşkusuz insani bir gözle olaylara yaklaşabilenler bağırlarından çıktıkları topluma çok daha fazla değer katacaklardır. Karamsar bir tablo çizmek istemem ama dünya her geçen gün insani vasıflarını daha da çok kaybediyor. Teknoloji ile gelen medeniyet “Tek dişi kalmış bir canavar!”a dönüşmekte. Medeniyeti asıl besleyen irfan ve kültürdür. En son versiyonuyla çıkan bir telefonu cebine indiren ve komedide de “Sana telefon alacam!” repliğine dönüşen teknoloji çılgını zengin bir budalayı ne derece medeni sayabiliriz? Yaşam biçimimizi esir alan teknoloji duygularımızı zincire vurmuş gözüküyor. “Hırdavat medeniyetine” dönen Batı toplumlarında bu hâl daha bariz bir şekilde hissedilebiliyor. Ancak onlar genelde çalışmayı ve disiplinli olmayı ilke edindiklerinden hayatları bir şekilde formal düzeyde ilerlemeye devam ediyor. Misal, ailesinden şiddet gören bir çocuğun bakımını devletin üstlenmesi, trafik kurullarına uymayan birinin cezalandırılması gibi bazı müeyyidelerin/normların tavizsiz uygulanması toplumdaki kargaşanın galebe çalmasını önleyebilmektedir. Doğu toplumları ise normların tam olarak sistematikleştirilmemesindeki hasarı değerlerin içselleştirilmesiyle bir nebze çözebiliyordu. Ancak bu da artık çok zor gözüküyor zira slogana evirilmiş veyahut ötekileştirilmek için bir aparata dönüşen değerlerimizden bir hayır bekleyemeyiz.

Varlığında yokluğunu çektiğimiz değerlerimizin, dile gelmeyişi ızdırap verici. Hislerimizi hissettirecek birkaç sıcak sözden neden kaçınırız? Niçin sevgimizi haykıramıyoruz? Okur, bu konuda ne düşünür bilemem ama küçük düşeceğimiz yanılgısı, örfler ve adetler ve daha da kötüsü İslam’a mal edilen birtakım hezeyanların etkisidir bana göre hislerin dile gelmeyişindeki sebep. Genetik kodlarımızdaki hammadde (değerler) fazlasıyla olmasına rağmen bunların nasıl işleneceği noktasında yeterli bir bilgiye sahip olamayışımızı da konuşabiliriz aslında. Batı bizdeki kıymeti süsleyip püsledikten sonra yeni bir ürünmüş gibi tekrar bizlere pazarlamayı nedense çok iyi becerebiliyor. Mesela en basitinden bizdeki “imece” veya “iştirak-i amâl” gibi kavramlar hemencecik toplam kaliteye dönüşebiliyor. 

“Eğitici bir matematik dersi öğrenciyi sıraların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi verip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yeri ve göğü ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”[3] Daha, dünyada yapılandırmacı (Constructivist) eğitimin esamesi bile yokken bizim içimizden çıkan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 106 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Her şeyi dışarıda arayan, kendi insanın neler yapabileceğinin farkına varamayanların kulakları çınlasın!

Netice-i kelam acıyı da, tatlıyı da avuç avuç paylaşarak mutluluklarımızı biriktirebiliriz. Yaşanmışlıkları tatmak farkındalığımızı üst düzeye çıkarabilir. Üzüntü de, sevinç de abartılmadığı zaman huzuru yakalama ihtimali hep vardır. Mülk edinimi ne kadar fazlaysa dünyaya memluk olma hali de o derece yüksek olacaktır. Köle özgür olmadığı müddetçe efendisine hep gebe kalmaya devam edecektir.

Sokrat’a:

 “Neden üzülmüyorsun?” dediklerinde,

“Çünkü ben kaybedince üzüleceğim şeyleri edinmiyorum.” demiştir.[4] Ve yine “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.” diyen Yunus Emre de felsefî derinliği olan bu cümleyi boşuna sarf etmiş değildir. Asıl mutluluğun ne olduğunu, nerede olduğunu ve nereden kaynaklandığını bilenler için maddi refah pek bir şey ifade etmez. Hatta onlar için “Konfor ruhun bataklığıdır.” diyebiliriz. Her şey elimizdeymiş gibi hayatı abartmamak, ümidimizi yitirmemek, ölümden korkarak yaşamak yerine ölüm için hazırlık yapmak, beklenti içerisine girmemek, obur bir beyin olmamak, iyiliklerini unutmak, yapılanları affetmek, bir meşguliyet bulmak, spor ve sanatla uğraşmak, ağlamak, yerine göre gülmek, rahatsız edici ortamlardan, felaket tellallığı yapanlardan uzak durmak en önemlisi de iman nimetine sahip olmak mutluluğun en birinci şartıdır bence. Değerli okurlar, genelde katıldığım toplantılarda okuduğum mutluluğun sırrı olabilecek aşağıdaki şiiri sizlerle paylaşmak isterim. Dostça kalın.


                      DESİDERATA (İstenen Şeyler)


Gürültü ve patırtının ortasında sükûnetle dolaş.

Huzur bul.

Herkesle dost olmaya çalış ama kimseye teslim olma.

Telaşsız, açık seçik konuş.

Başkalarına da kulak ver.

Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları.

Çünkü dünyada herkesin bir hikâyesi vardır.

Yalnız planlarını değil,

Başarılarının da tadını çıkarmaya çalış.

İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen.

Olduğun gibi görün,

Sevmediğin zaman sever gibi görünme.

Aşka burun kıvırma sakın.

O çöl ortasında gizemli bir yerdir.

Yılların geçmesine öfkelenme

Gençliğine yakışan şeyleri

Gülümseyerek geçmişe teslim et.

Ara sıra isyan edecek olursan

Ki, kâinatı yargılamak imkânsızdır.

Kavgalarını sürdürürken dahi

Kendinle barış içinde ol.

Unutma!

Bütün pisliğine ve çirkinliğine rağmen

Dünya yine de güzeldir.

Ve sen kâinatın bir parçasısın.

Mutlu olmaya çalış.

Dostları sevgiyle kucaklamayı unutma.

Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma.

En zor anında dahi gökyüzüne bakmayı unutma.

                                                    

                                               

Max Ehrmann, Necati İlmen                                                             


[1] Bakara Suresi, 155. Ayet

[2][2] Frans Kafka, Babaya Mektup, Ötüken Yayınları, s.12,13

[3]Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 1915

[4] Mahmut Kaya, Felsefe Metinleri s. 59