Bazen durup dururken bir his geliveriyor bana; mevcudiyetine hasret kaldığım, sıkça özlemini duyumsadığım ama onu aynı sıklıkla hissedemediğim, içimde ara ara şans eseri misafir edip de temelli kalmaya bir türlü ikna edemediğim... Nasıl bir his biliyor musun?
Hayal et ki; çocuksun, mevsimlerden kış ve dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Yarıyıl tatilinin henüz başları; okullar kapalı ve açılmasına daha var. Evde, oturma odasındaki televizyonun karşısındaki koltukta uzanmışsın ve pelüş bir battaniyeye sarılmışsın. Bir yandan ellerini ve çıplak ayaklarını o battaniyeye hafifçe sürterek onun o yumuşacık dokusunun verdiği hissin seni sarmalamasına, sanki sana kocaman sarılıyormuş gibi hissettirmesine izin vererek onun sıcaklığının tadını çıkarırken; bir yandan da televizyon kumandasına ortak olan başka hiç kimsenin o an orada bulunmayışının rahatlığıyla istediğin kanalı, istediğin çizgi filmi izleyebiliyor olmanın keyfini çıkarıyorsun. Ve tüm bunları hissettiğin sırada, bu hislerin içerisinde; gelecek kaygıların yok, umutsuzlukların yok, henüz hayal kırıklıkların ve hüsranların yok, başta çokça inanmış olup sonrasında hep ayağın takılıp düşmelerin yok, inanç ile inançsızlık arasında, umut ile umutsuzluk arasında, özgürce hayal kurmak ile artık hayal kurmak için kendine izin vermemek arasında gidip gelmelerin yok henüz... Hayallerin var çokça; istediğin her şey olabileceğine ve istediğin her şeyin senin için mümkün kılınabileceğine sonsuz inandığın için uçsuz bucaksız hayallerin var ve her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor bu hayaller külliyatına... Dolayısıyla birtakım şeyleri ciddi ciddi düşünme zamanlarının gelmesine daha yıllar yıllar olduğunu bilmenin rahatlık ve hayallerinin gayet de olabileceğine hatta zaten olacağına dair duyumsadığın o çok güçlü inanç sayesinde sürekli olarak bunların kaygısını hissetmiyorsun, bunlara ilişkin ''Acaba?..'' içeren sorular debdebesinin anlık akıl tutulmalarına kapılmıyorsun, başka herhangi bir şeyi yaptığın esnada bir yandan da zihninin arka planında bunlar ha bire dönüp dönüp durmuyor henüz... O an televizyon izliyorsan; sadece televizyon izlemenin keyfini çıkarıyorsun. Yemek yiyorsan; sadece yediğin yemeğin tadına varıyorsun. Bu kadar... İşte öyle bir his...
Hayal et ki; karanlık-kapalı bir havanın hakim olduğu yağmurlu bir günde işlerini halletmek için sabahtan dışarı çıkmışsın, dışarıda hafiften ıslana ıslana yürüyerek işlerini hemencecik halledivermişsin ve nihayet kendini eve atmışsın. Eve girdiğin gibi hiç zaman kaybetmeden üstünü değiştirip rahat, sıcak tutan, yumuşacık ve kalın bir şeyler giymişsin üzerine ve kendine sıcacık bir kahve yapmışsın güzelce. Evde ne kadar mum varsa hepsini toplamışsın bir köşeye ve yakmışsın teker teker. Bir eline sıcacık kahveni, bir eline ise halihazırda okumakta olduğun kitabı alıp koltuğa -aynı zamanda camdan dışarıyı da görebilecek şekilde- konuşlanmışsın. Genel olarak bir sessizlik hakim dışarıda. Daha doğrusu insan sesi duyulmuyor pek fazla. Yere düşen yağmur damlalarının ve yer yer kendisini belli eden gök gürültüsünün sesi geliyor yalnızca. Ve sen; doğanın sesi eşliğinde, dışarıdaki karanlık havayı evindeki mumlarla aydınlatarak, bir yandan kahveni yudumlayıp bir yandan da kitabını okuyarak o atmosferin huzurunu, insana hissettirdiği tazeliği ve ferahlığı adeta bir nefes gibi içine çekiyorsun an be an, sessizce söylediğin minnettarlık türküleri eşliğinde, her anının kıymetini derinlemesine hissederek... İşte öyle bir his…
Hayal et ki; çocuksun yine. Seni alıp misafirliğe hatta altın gününe götürmüşler. Bir oda dolusu kadın… Hepsi bir ağızdan konuşuyor, gülüşüyor, birbirlerine hararetle bir şeyler anlatıp duruyorlar ve ne hikmetse anlatacakları ve konuşacakları şeyler hiç bitmiyor, tabağındaki yiyecekler azalıyor gibi olunca hemen birbirlerinin tabaklarına sonsuz eklemeler yapıyorlar, kilo aldığını söyleyip tabağını bir kenara koyacak gibi olan birisi çıkarsa hep bir ağızdan methiyeler düzüp ikna ediyorlar onu o kadar da kilolu olmadığına, çaylar içiliyor, çaylar bitiyor ve çaylar sürekli tazeleniyor, hatta bir ara kocaman demlikteki bitiyor da ikinci kere demleme işlemi gerçekleştiriliyor, tabaklar mutfağa taşınıyor elbirliğiyle ve tatlılar için yeni ve temiz olanları getiriliyor içeriye... Ve sen tüm bu olup biteni sadece izliyorsun, dinliyorsun, gözlemliyorsun. Elinde senin için hazırlanmış, tamamen sevdiğin yiyeceklerden oluşan bir tabak, koltuk yerine direkt halının üzerine, yere oturmayı tercih etmişsin ve yerle doğrudan temas halinde olmanın ilave huzurunu hissediyorsun. Hem yemeklerin tadını çıkarıp, sıcacık çayından yudumlayıp hem de oradaki kadınları, konuşulanları dinliyorsun sessizce. Tamamen gözlemci olarak… Ve hiç kimse sana dokunmuyor, herhangi bir şey söylemiyor, sorularıyla seni bunaltıdan daraltıya, daraltıdan bunaltıya sürüklemiyor… Rahatça ve sessizce, sakince, huzurluca orada mevcut olabiliyorsun. İnsanların konuştuklarından sende yankılananların farkına vararak, birtakım tespitler yapmaya, analizler yapmaya çalışarak ve oradaki insanların –her nasıl görünüyor olurlarsa olsunlar- aslında nasıl hissettiklerini, ne gibi dertlerinin olabileceğini, konuşmalarının alt metninde yatan gerçeklikleri algılayabilmeye odaklanarak, tüm bunların merakla ve zevkle kendi çapında okumasını yapmaya çalışarak sadece dinlemenin, izlemenin, gözlem yapmanın tadına varıyorsun… İşte öyle bir his...
Hayal et ki; yine küçük bir çocuksun ve ebeveynlerin seni bir süreliğine anneannenin evine bırakmışlar. Evin içerisinde sadece sen ve anneannen varsınız. Yine mevsimlerden kış, dışarısı oldukça soğuk ve eve girdiğin gibi anneannene sarılıp hemen televizyonun olduğu odaya atıveriyorsun kendini ve o odada bulunan kalorifer peteğine yapışıyorsun. Oradan gelmekte olan ısıyı daha fazla hissetmeye çalışarak ellerini ve sırtını peteğe iyice bastırıp yere çöküyorsun bir süreliğine. Anneannen sana bir şeyler yemek isteyip istemediğini, canının çektiği bir şeylerin olup olmadığını soruyor. Sen de hafiften çekinerek, yarım ağız: ‘’Hani şu geçen sefer yaptığın havuçlu-tarçınlı kek vardı ya, o olabilir aslında…’’ diye yanıt veriyorsun ve bunun üzerine -ne şanslısın ki- anneannen hemen mutfağa yöneliyor ve keki yapmaya koyuluyor. Sen de hemen televizyon kumandasını eline alıp istediğin kanalı açıyorsun ve hem o odada tek başına olmanın ve o soğuk kış günü sıcacık kalorifer peteğine yapışarak sevdiğin bir çizgi filmi izliyor olmanın hem de mutfaktan gelmekte olan ve dozajı git gide artan mis gibi havuç ve tarçın kokularının huzurunu ve dinginliğini çekiyorsun içine doya doya… Başka hiçbir şey düşünmeden... İşte öyle bir his…
Hayal et ki; ortaokulda ya da lisedesin. O gün yine yağmurlu, karanlık ve soğuk bir hava hakim dışarıda ve sabah erkenden yollara düşüp okula gidiyorsun. Sınıfa girdiğin gibi yakın arkadaş çemberinin çoktan gelmiş ve kalorifer peteğinin olduğu bölgeye konuşlanmış olduğunu görüyorsun ve müthiş seviniyorsun, için bir anda ısınıveriyor. Hemen çantanı sıranın üzerine öylece bırakıp -üzerinden montunu dahi çıkarmadan- onların yanına gidiyorsun ve arkadaşların yaslandıkları petekte kaykıla kaykıla sana da yer açıyorlar hızlıca. Keyfin gayet yerinde bir şekilde yerleşiyorsun oraya ve bir yandan ısınmaya çalışırken bir yandan da dersin başlamasına taş çatlasın on beş dakika kala'lık o sıkışık zaman periyodu içerisinde konuşabileceğiniz ne varsa konuşuyorsunuz birlikte. Salt okulda olmanın sana hissettirdiği o soğuk, daraltıcı, bunaltıcı ve maruz kalınan tonlarca koşullanma, gereklilik kipi, olanca kalıp ve dayatmaya katlanabilmek adına içindeki tüm tahammül kırıntılarını harcıyor olmaktan duyulan sinir birikintisine bu vesileyle bir nebze de olsa neşe, keyif, eğlence, samimiyet, sıcaklık gibi şeylerin de eklemlenmesi ve böylelikle o ortamın senin için çok daha çekilir kılınmasının tadını çıkarıyorsun minnetle... İşte öyle bir his...