Küçükken annemlere "Cennete gitmek çok kolay değil mi sizce de?" diye sorduğumu hatırlıyorum. Gülmüşlerdi, anlamamıştım. Ta o yaşımda bile belki benim düşünce ufkumun çok gerisinde olduklarını ve bu yüzden beni anlamadıklarını düşünmüştüm. Yanılmışım. Allah Teala’nın bizden istedikleri belliydi. Yol açık ve netti. Baktığım zaman biz kulları çok da zorlayacak istekler değildi bu istenenler. Zaten Allah kullarına kaldıramayacakları yükü yüklemezdi. İmtihan sırrını çözdüğümü ve bu yolda kolay bir şekilde yürüyüp rıza ufkuna çok da zorlanmadan (!) varabileceğimi düşünüyordum. Dedim ya, küçüktüm.
Denklemde bir bilinmeyen vardı. Farkındaydım. Büyüklerin ayağını kaydıran, onları oyunun dışında bırakan bir şey vardı. O zamanlar tesirini benim dikkatimi çekecek kadar şiddetli bir şekilde üzerimde icra etmiyordu bu şey. Yanardağın altında asırlar boyunca uyanmayı bekleyen bir ejderhaya benzetirdim onu. Evet, imtihan çorbasının olmazsa olmazı, altınla bakırı ayıracak mihenk taşı... Esfel-i safilin misin, Eşref-i mahlukat mı? Bu şey karşısındaki tavrın belirleyecek ne olduğunu. İçimizde bir başka biz, kulaklarda hiç susmayan bir ses, imtihan bu ya hep menfiye bir heves. Her an, her saniye vuruşman gereken bir düşman saldırır bir sağdan bir soldan...
Evet, imtihan sırrımızın özünde nefsimiz varmış meğer. Nefis, yani kendimiz. O kadar da kolay (!) değilmiş Müslüman olmak. Bir pehlivan olmamız iktiza ediyormuş. Bir gün, iki gün, bir ay değil; bir ömür boyu... Bin defa mağlup etsen ve mağrur olsan bin birinci seferde tepetaklak olman işten bile değilmiş. Büyükler söylemiş ya -büyükler, aah büyükler. Esasında söylenecek her şeyi söylemişler de öyle gitmişler- akşam Şah-ı Geylani’nin imanı ile koysan başını yastığa, ertesi gün için kendini kurtulmuş sanma. Her gün kendine has bir cehd, gayret ve yenilenmişlik ister. Bir tazelenme bekler iman.
Sorun şu ki hep verilen darb-ı meselde olduğu gibi hastalığından bihaber olan kişi tedavisi için bir arayış içerisine girmeyecektir. Düşman olarak görmediğin biri ile savaşmazsın, savaşmayı bırak herhangi bir önlem alma ihtiyacı dahi hissetmezsin. Kapıyı bacayı açık bırakır gidersin konu komşuya. Evinde yeller eser, hanen tarumar olur, evlad-u iyalin derbeder olur da bilmezsin. Çünkü bir tehlike sezmemişsindir. Vah ki ne vah halimize...
Gürül gürül gelen nesillerin felaketi de budur. Gençler içlerindeki bu cazibedar fısıltı ile muhatap olmadan önce böyle bir ses, böyle bir nefes ile muhatap olacaklarından habersizler ve donanmaları gereken ekipmandan da bu sebeple mahrum kalıyorlar. Ceylan bile ormanda dolaşırken görünürde bir sıkıntı olmasa da her an teyakkuz halindedir. Çünkü bilir ki ormanda aslan var ve elbet bir gün karşısına çıkacak. Kendi talim ve terbiyesine memur vasıtaların, onu nefsine karşı uyarmak ve selim yolda ilerlemesini temin etmek adına dert sahibi olmaları gerekirken Necip Fazıl’ın dediği gibi genç, kendini bu vasıtalardan dahi korumak durumunda bırakılmıştır. Okulda, sokakta, hatta anbean yanında taşıdığı telefonunda, düşman olarak bellemesi ve savaş pozisyonu alması gereken menfi cazibeler ona bir dost gibi sunulmuş ve daha kendini tanımadan, uçmaya başlamadan kolu kanadı kırılmıştır. Ve bu dost görünümlü düşmanla yıllarca içli dışlı olduktan sonra, şayet nasibi varsa onun aslında dost değil, düşman olduğu ve iki dünyasını da tarumar edecek hususiyetlere haiz olduğu gerçeği ile yüzleşecektir.
Bunu kabullenmek, araya mesafe koymak, uzak durmak ve sonunda zehrin tüm damarlardan tamamen temizlenmesi gibi ondan tamamen beri olmak ve ömür boyu bu mesafeli duruşu muhafaza etmek, takdir edersiniz ki artık çok zor ve hatta imkansız bir hal almıştır. Bu gencecik dimağların sırtına ne kadar büyük bir yük bindirdiğimizin farkında mıyız büyükler? Ve onlara her defasında yanlarında olduğumuzu söylediğimiz halde aslında ne kadar yalnız bıraktığımızın...