Bir insan kendi varlığından nefret ederek yaşayabilir mi? Her sabah güneşin doğmasından nefret ederek ya da aldığı her nefeste acı çekerek mutlu olabilir mi? Bütün gününü kendisiyle savaşarak, sürekli bir arayış içerisinde tamamlayabilir mi? Halit, son birkaç yılını her sabah doğan güneşten ve gökyüzünde parlayan, uzaktaki yıldızlardan bile nefret ederek yaşıyordu. Onun bu hali sadece nefret olarak tanımlanamayacak kadar derindi, yaşama arzusunun eksikliğiydi, ölüme duyulan özlemdi. Hiçbir şeyden durduk yere rahatsız olmuyordu ama bulduğu sebeplerin çoğu fuzuliydi, sabah uykusunu böldüğü için bir kuşun ötüşünden rahatsız olabilirdi. Ya da küçük bir çocuktan çok gürültü yapıyor diye nefret edebilirdi. Dünyada var olan her bir zerreden nefret etmemek için hiçbir sebebi yoktu ve nefret onu dünyaya bağlayan son büyük duyguydu. Nefretinin başkalarına ve çevresine verdiği zarar neredeyse yok denecek kadar azdı, en büyük zararı gören çoğu zaman bizzat kendisiydi. Her şeye karşı beslediği bu duygudan bile aslında nefret ediyordu, bu duygu katmanlar oluşturmuştu zaman içinde, beslenen bir domuz gibi.


Yine bu sabah da gözlerini yakan güneş ışığından kaçınarak uyandı. Geç kalacaktı yine, hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu parayı kazandığı işine. Alarmını bilerek daha erkene kurmuyordu, geç kalmak istiyordu kasıtlı bir şekilde. Çalıştığı bu işi, kendisi üzerinden başkalarının kazandığı büyük paralar olarak yorumluyordu. Bu yüzden o sömürü çukuruna ne kadar az giderse, orada ne kadar az zaman geçirirse o kadar rahat edeceğini düşünüyordu. Ona göre patronu asla doymak bilmeyen aç bir canavardı, müdürleri ise o canavarın artıklarıyla beslenen köpekler. Paraya ihtiyacı olmasa bir dakika daha bu işi yapmazdı ama paraya olan muhtaçlığı şu an onu bu işe bağlayan zincirlerdi. İşe gitmeden önce bir şeyler yemesi gerekiyordu, bu zevk alarak yapılan bir kahvaltıdan çok zorunlu bir beslenme rutiniydi. Sabah yediği yiyeceklerin hiçbiri midesine iyi gelmiyordu, bu yüzden oldukça az miktarda, tok tutacak şeyler yemeye çalışıyordu. Çoğu zaman yolda yediği bir poğaçayla öğünü geçiştiriyordu, en ucuz malzemelerle yapılmış bu sağlıksız besin aslında mide sorunlarını arttırıyordu ama bunu düşünmüyordu bile. Ne yemek yemekten ne de başka bir şeyden zevk almak istemiyordu, mutluluğa karşı bir alerji geliştirmişti adeta.


Hayatında yaşadığı her kötü şey için genelde başka insanları ya da başka şeyleri suçluyordu. Sahip olamadığı hayat için, sahip olamadığı mutluluk için suçu hep başkalarında buluyordu, bu yüzden her şeyden bu kadar nefret ediyordu. Başkalarını suçlamakta her zaman haksız olmasa da bunun, sorumluluğu kendi üstünden atmak için kullandığı bir kılıf olduğunu kendisi de biliyordu. Bütün hayatı boyunca çarkları döndürmeye yetecek kadar çalışmıştı, işten kaçmanın bir yolunu bulduğu anda o işi bırakırdı. Bu yüzden hayatındaki birçok insanı kaybetti, çünkü insanlar onun yanındayken kendilerini kullanılmış hissediyorlardı. Halit’e göre kendisinde hiçbir sorun yoktu, kimseye bir zarar vermiyordu, kimseye bir kötülük yapmıyordu. Yalan söylemiyordu, bu zamana kadar kimseyi kasten incitmemişti, hiçbir canlıya isteyerek zarar vermemişti. Hiçbir şeye doğrudan bir zararı yoktu. İnsanlar ondan bir şey bekledikleri için hayal kırıklığına uğruyorlardı, çevresine sürekli, kendisinden bir şey beklememelerini hatırlatıyordu. Bir süre sonra insanlar buna alışıyor ve artık ondan hiçbir şey beklemiyorlardı sonrasında ise hayatından sessizce çıkıp gidiyorlardı. Halit’in gerçekten kimseye bir zararı yoktu, kimseye bir yararı da yoktu, hatta bu dünya üzerinde bıraktığı tek bir iz bile yoktu. Ona göre dünyanın kendisi başlı başına bir saçmalıktı ve insanlar var olmayı hak etmiyorlardı. Bu yüzden kendi varlığına karşı hiçbir değer beslemiyordu.


Nihilizmin en uçlarında yaşıyor gibi gözükmesine rağmen hala birçok ahlaki değeri mevcuttu. Asla birine fiziksel bir zarar vermez, asla başkasının hakkını yemezdi. İnsanlardan nefret etmiyordu aslında, nefret ettiği şey insanlığın ta kendisiydi, kavramlaraydı nefreti. Tanıdığı çoğu kişiye karşı herhangi bir duygu beslemiyordu ama insanların oluşturduğu topluluklardan oldukça rahatsızdı. Kanunlardan, işlerden, savaşlardan, eğitim sisteminden, şehirlerden ve daha birçok düzenden şikayetçiydi ama bunların hiçbirini düzeltmek için efor sarf etmiyordu. Belki Halit’i ülkenin başına geçirseler mükemmel bir yönetici olurdu ama asla kendisi böyle bir konuma gelmek için çaba harcamazdı. Ona hazır sunulan birçok şeyi koruyup yüceltebilirdi ama insanlar onun gibi birine bir şeyler sunmazdı. İçindeki bıkkınlık, pes etmişlik yüzünden kendi potansiyelini hiçbir zaman tam olarak kullanmamıştı. Çünkü buna gerek duymuyordu, neredeyse her şey anlamsız ve gereksizdi.


Uzun ve rahatlıktan son derece uzak toplu taşıma yolculuğundan sonra çalıştığı yere varabildi, büyük bir şirkette pek de önemli olmayan bir mevkide çalışıyordu. Kapıdan girdikten sonra karşılaştığı herkese formaliteden selam verip hızlı adımlarla ofisine doğru ilerledi. Her gün gördüğü yüzler ufak tefek istisnalarla birlikte değişmiyordu, onları her gün görmesine rağmen aralarında tatsız bir samimiyetsizlik vardı. İnsanlarla lafın gelişi muhabbet etmesi, formaliteden selamlaşması ve insanlara empoze etmeye çalıştığı fikirleri yüzünden çevresindekiler ondan çekiniyorlardı. Halit’le konuşmak, muhatap olmak oldukça zor bir şeydi. Başlangıçta fikirlerini hemencecik ortaya koymasa da muhabbetin ilerlemesiyle birlikte Halit’in radikal düşüncelerine maruz kalmak işten bile değildi. Bu düşüncelerini o kadar düzgün bir dille ve ustalıkla insanlara dikte ediyordu ki, insanlar üzerlerinde kurulan baskıdan kurtulmak için, istemeye istemeye bu fikirler doğruymuş gibi davranmak zorunda kalıyorlardı. Eğer karşı bir fikri savunmaya kalkarlarsa Halit’in kavgacı yanı, terbiyesini elden düşürmeden onların üstüne çullanıyordu. Tartışma saatler dahi sürse karşı taraf kabullenene kadar fikirlerini diretmekten vazgeçmezdi Halit. İşte bu yüzden insanlar artık onunla konuşmaktan bıkmışlardı, uzun sohbetlere asla girmiyorlar kısa ve sade konulardan bahsedip konuşmayı bitiriyorlardı.


Halit her gün olduğu gibi üçüncü kattaki küçük ofisine, öğle arası olana kadar kendini kapattı. İşlerini hızlıca bitiriyor ve kalan boş zamanında internette gördüğü her şeyi okuyarak geçiriyordu. Keşfettiği her bilgiyi okurken tuhaf bir tatminlik hissediyordu, internette gördüğü her şeyin doğru olmadığını bildiği için okuduklarını birkaç kaynaktan teyit etmeden kabullenmiyordu. Bazen kendi kendine aklının içinde derin tartışmalara giriyor ve kendi fikrine karşı nasıl savunma yapılabileceğini gözden geçiriyordu. Böylece insanların ona ne tür cevaplar verebileceğini öngörüyor ve o cevaplara önceden cevap hazırlıyordu. Fikirlerindeki açık noktaları ve eksikleri tespit ediyor bunları nasıl örtebileceğini düşünüyordu. Adeta zihninin içinde satranç oynuyor ve birkaç hamle ötesini hesaplayarak adımlarını hazırlıyordu. Halit insanların fikirlerine aslında saygı duyabilirdi ama bunun için sağlanmasını öngördüğü bir kriter vardı, insanların fikirlerini savunma şekilleri. Eğer karşısındaki düşüncelerini düzgün bir şekilde savunup ifade edebiliyorsa ona katılmasa da o fikre saygı duyardı. Ama bu zamana kadar kendini iyi bir şekilde ifade edebilen biriyle pek karşılaşmamıştı. İnsanların çoğu kendi fikirlerine sahip bile değildi, başkalarının ortaya attığı şeyleri kendilerininmiş gibi kabullenmişlerdi ve böyle davranıyorlardı. Kabullendikleri düşüncenin özünü sorgulamamış, bunun üzerinde kafa yormamışlardı. Bu nedenle Halit, onların fikirlerine asla saygı duymuyordu ve sonuna kadar üstlerine gidiyordu. Bunu yaparak onları zorla düşünmeye sevk edebileceğine inanıyordu ancak insanlar bu baskıdan kaçmak için sohbeti erkenden bitiriyorlardı ve Halit’in beklediği sonuç hiçbir zaman gerçekleşmiyordu. İnsanları düşünmeye zorluyordu ve zorla yapılan her şeyde olduğu gibi bu çabası da bir sonuç vermiyordu.


Öğle yemeğini genellikle tek başına yiyor, boş bir masa bulamadığı ya da iş arkadaşlarının onu masalarına davet ettiği ender zamanlarda mecburen insanlarla birlikte oturuyordu. Yemek yerken sohbet etmez, gerekmedikçe konuşmaz, daha çok çevresini izler ve dinlerdi. Bunun gibi zamanlarda çevresindeki insanlar hakkında bir şeyler öğreniyor ve onları yavaş yavaş tanıyordu. Kişileri birer yapboz gibi çözmeyi, onların karakterlerini analiz etmeyi küçük bir hobi edinmişti. İnsanları tanıyor olmanın kendisine bir üstünlük getirdiğini hissediyordu çünkü karakterini tanıdığı bir insanı nasıl manipüle edeceğini daha iyi biliyordu. Bunun haricinde binaların mimarisini incelemek, canlıların anatomilerini araştırmak gibi yine bilgi edinmeye dayanan birçok küçük hobisi vardı. Bu edindiği gerekli ya da gereksiz her tür bilgi onda heyecana benzer ama daha sönük bir his oluşturuyordu, yaşama isteği olmayan birisine oldukça tezat bir şekilde, dünyanın varoluşuna karşı büyük bir ilgi ve hayranlık besliyordu.


Kimi zaman bu her şeyden bıkmış ve nefret eden taraflarından rahatsız olup kendini düzeltmeye çalıştığı da oluyordu Halit’in. Ama ne kadar çaba sarf etse de bir ok gibi saplanmıştı bu tutum hayatına. Her çabaladığında hayattan daha çok nefret ediyordu, yaşamayı sevmek için bir neden aradığında bulduğu şeyler tam tersi yönde etki yaratıyordu. En büyük hobisi olan düşünmeyi suçladı bunun için bir süre, bütün bunların sebebinin çok düşünmek olduğuna karar kıldı. Daha az düşünmeyi, daha çok yapmayı denedi; insanlarla kaynaşmayı, onlara saldırmamayı denedi. Bir süre bunda başarılı oldu, arkadaş çevresi edindi hatta sevgilisi bile oldu bir süreliğine. Ama sonra her şey tekrar bir rutine bağladı ve aklına vurduğu zincirler büyük bir kuvvetle parçalandı. Hiç olmadığı kadar derin bir depresyona sürüklendi, mutlu olmayan bir insanın yakınında bulunmak istemeyen arkadaşları ve sevgilisi zamanla ondan uzaklaştı ve başladığı yere geri döndü, eskisinden daha yaralı bir şekilde.


Halit öğleden sonrayı da öğleden önce gibi geçirdi, müdürleriyle tartışmaya girmeden, bir ofiste kendini kapatarak. Mesaisi bitince balık istifi gibi toplu taşımayla evine döndü, akşam yine sevmediği bir kitabı okuyarak uykuya daldı. Rüyasında yine eski sevgilisini, hayatı boyunca sevmiş olduğu tek kadını gördü. Rüyası yaşadığı hayattan çok daha güzel gelmişti ona, hiç uyanmak istemedi. Rüya gördüğünün farkındaydı ama bunu göz ardı etti ve hayatta nadiren zevk aldığı anlardan birini sonuna kadar yaşadı. Oysa bir rüya ne kadar sürebilirdi zaten, en fazla yirmi saniyeliğine mutlu olmuştu aslında.


Halit bütün ömrünü bu şekilde geçirdi yıllarca aynı işe, sevmediği işine giderek. Nefret ettiği toplu taşımada saatler harcayarak ve bir insanın olmaması gerektiği kadar yalnız kalarak. Bu halinden kurtulmayı birkaç kez daha denedi, hatta bir keresinde neredeyse evlenecek kadar uzun bir süre iyi kalmayı başarabilmişti. Antidepresanları aylarca kullanmamıştı ve hiç olmadığı kadar mutlu olmuştu. Bir kitap bile yazmıştı, işinden istifa edip sevdiği şeyi yapma noktasına kadar gelmişti ki yine o büyük kırılma anlarından birine yakalandı. Yakasını ölüm gibi bırakmayan nefret ve düşünme hastalığı geri gelmişti. Birkaç aylığına ondan kaçmayı başarabilmişti sadece, eninde sonunda onun pençesine düşmüştü. İşte o an mutlu olmak için doğmamış olabileceğini düşündü Halit, belki de hiç var olmamış olması gerekiyordu. Doğması ve bu yaşa kadar hayatta kalması korkunç bir hataydı belki de. Bu düşünceler aklını bir yılanın ısırığı gibi zehirledi. Şehrin boş sokaklarında bir gece yarısı dolaşmaya çıktı, bu onun sokaklardaki son yürüyüşüydü.