"Yaşam ve ölüm... İkisi de gerçektir. Bizler dünyaya geldiğimizde önce yaşamı tanıdık. Merhaba dünya... Sonra bizlere ölümü öğrettiler. Ancak insan aynı anda yalnızca birini idrak edebiliyor. Yaşam nehrine kapılan kişiler ölüm denizini unutur. Ölüm yokmuş gibi dünya nimetlerine tutunur. Ölüm denizini düşünenler için ise artık nehir yoktur. Nehre kapıldık..."
Orta yaşlı adam, yazdıklarını son bir kez okuduktan sonra hep yaptığı gibi kalemini not defterinin kenarına taktı. Ancak bir avuç büyüklüğündeki defteri, ceketinin iç cebine koydu. Cümleleri kafasında tekrar etmeye devam ederken hafifçe başını salladı. Evet, sanırım gerçekten aklından geçenleri yazabilmişti. Yazmak uğraşındaki birisi için küçümsenemeyecek bir başarıydı bu.
Yine de bu başarısı onu bir yazar yapmıyordu. İçinde bulunduğu metronun varacağı yer ne bir yayınevi ne de ilham almak için gittiği bir huzur yuvasıydı. Hayır, gideceği yer belki de huzur yuvasının tam tersiydi; işe gidiyordu.
Ellerini cebine sokarak oturduğu yerden etrafına bakındı. Bu saatlerde normal olarak kalabalık olan metroda hemen herkesin yüzü asıktı. Anlaşılan kimse kendi huzur yuvasına doğru yol almıyordu. Tekrar yazdıklarını düşünmeye döndü. Önceki gün katıldığı taziye ziyareti, farkında olmadan onu etkilemiş olmalıydı. Öyle ki gece rüyasına bile girmişti. Tam olarak ne gördüğünü hatırlayamıyordu fakat içerisinde ölüm barındırdığına emindi.
Aktarma durağının yaklaşmasıyla insanlar hareketlendi. Tren durdu ve inecek çoğunluk kapılara yığıldı. Diğer vagonların boşalmasına rağmen kendi kapısında bir türlü erimeyen kalabalığın onda uyandırdığı merak duygusuyla, kafasını uzatarak ön tarafta neler döndüğüne baktı.
Gördükleri aklına tekrar rüyasını getirdi. En önde koltuk değnekleriyle yürümeye çalışan bir adam vardı. Bu sebepten bu kadar beklemeye rağmen kimse homurdanmıyordu. Rüyasında sakat ya da engelli biri mi vardı? Bu adam engelli değildi. Görünüşe göre yalnızca ayağı kırılmıştı. Bulanık hafızasını zorlar vaziyetteyken sonunda yol açıldı ve insanlar eskisinden de fazla acele ederek sakatlanmış adamın iki yanından geçti. Az önce şikayet etmeyen kişilerin sitemleri, sert ve hızlı adımlarından okunuyordu sanki.
Aklına yazdıkları geldi...
Ölüm üzerine ne ilk defa düşünüyor, ne de ilk defa ölüm hakkında yazıyordu. Hatta yazmaya karar verdiği ilk seferde bunun sebebi yine ölümdü. Kendi intihar mektubunu bitirmesi sabaha kadar sürmüştü. Belki başka bir sebepten, belki de mektubu beğenmediğinden, o sabah iradesi sonunu getirmeye yetmemişti.
Bir daha intiharı denemedi ancak birçok intihar mektubu yazdı. Sonraları bu mektuplara ara sıra yazdığı kısa yazılar eşlik etti. Ölmek istemesiyle başlayan bu uğraş, kısa zamanda hayattan aldığı yegane keyif haline gelmişti.
Metrodan dışarıya uzanan tünelin yürüyen merdivenlerinde beklerken de, acaba öğlen arası yazmaya vaktim olur mu, diye düşünüyordu. Pek acele etmediğinden muhtemelen otobüsü çoktan kaçırmıştı. Otobüs... Bu da rüyasında vardı sanki. Biraz daha odaklandığında uzun bir araç görür gibi oluyordu. Belki iş yerinde içeceği kahve bulanık zihninin netleşmesine yardımcı olurdu. Tünelden çıkarak durağa yöneldi. Metroya bindiği vakitte henüz karanlık olan gökyüzü, yolculuk esnasında aydınlanmıştı. Sonbahar olmasına rağmen parlayan fakat ısıtmayan güneşin ışıltısı, neredeyse omuzlarına değecek gri saçlarından yansıyordu. Sürekli aklı meşgul olduğundan, ayaklarının gide gele çoktan ezberlediği yolu, yalnızca önüne bakarak ve insanlara çarpmamaya çalışarak yürüdü.
Durağa vardığında telefonunu eline aldı ve iş arkadaşlarından birisine on dakika gecikeceğini yazdı. Tahmin ettiği gibi görüldü mesajı dışında bir yanıt alamadı. Aldırmadan gelen otobüslere bakmaya koyuldu. Kendisininkini beklerken emin oldu. "Evet, gördüğüm kesinlikle bir otobüstü."
Aracı durağa yanaştı. Otobüs diğerlerine oranla daha az sıkışık olacak şekilde dolmaya başladı. Akbilini bastığında yüksek sesle bağıran red sesi yüzünü buruşturdu:"Kahretsin, yüklemeyi unuttum." Telaşlı gözlerle içeri baktı. Doğal olarak kimsenin umurunda değildi. Kimisi gözlerini kapatıp uyumaya çalışıyor, kimisi de bilerek başka yöne bakıyordu. Arkasında bekleyenler daha fazla sabredemedi ve kartlarını okutarak yanından geçmeye başladılar. O sırada şoföre döndü: "Affedersiniz, buna binemezsem işe geç kalırım." Kafasını pencereye yaslı olan sol koluna dayamış şoförün gözleri kapalıydı. Uykusuz olduğu her halinden belliydi. Gözlerini kısık şekilde açarak ona doğru baktı. Sonrasında koluyla "geç" işareti yaptı. Teşekkür ederek otobüse bindi. Orta kısımda oturacak yer bulmuştu. Halen yarım saatten fazla yolu vardı. Cebinden not defterini çıkararak aldığı eski notlara göz gezdirmeye koyuldu.
Dolu olan otobüs, yolculuğun ortasında yine bir aktarma durağında neredeyse tamamen boşaldı. Genelde bu duraktan sonra pek inen binen olmaz, hatta şoför kalan durakların çoğunu duraklamaksızın geçerdi. Ancak o gün öyle olmadı. Durdukları durağın birinde otobüs epeyce bekledi. Not defterine odaklandığı sırada ona doğru seslenildiğini fark etti. Tepedeki aynadan ona bakan şoförün sesiydi bu.
"Birader! Hop, birader! Bi el atabilcen mi?"
"Bana mı dediniz? Buyrun?"
"Evet. Şu dışarıdaki arkadaşa yardımcı olur musun?"
Açık olan orta kapıdan dışarıya baktığında durumu anladı. Ona doğru merhamet bekleyen gözlerle bakan bir kadın ve önünde tekerlekli sandalyeli bir oğlan duruyordu. Yerinden kalkarak otobüse binmelerine yardım etti. Kadın teşekkür ettikten sonra sandalyeyi otobüsün uygun yerine sabitledi. Sonrasında çömelerek felçli olduğu anlaşılan çocuğunu öptü. Cebinden bir mendil çıkartarak ağzından akan salyaları sildi ve hemen arkasındaki koltuğa oturdu.
Yerine oturduğunda tekerlekli sandalye tam karşısında kalmıştı. Bu durum ona daha dikkatli bakma fırsatı verdi. Daha dikkatli bakmak istiyordu, çünkü rüyasında gördüğü kişinin tıpkı bu oğlana benzediğinden neredeyse emindi.
Sandalyeye mahkum gencin battaniye altından görünen ayak bilekleri inanılmaz derecede zayıftı. İki yana açılmış kollarının inceliği de aynı derecedeydi. Sağlıklı gözüken yüzü, çenesi göğsüne yapışık bir şekilde ona doğru dönüktü. Muhtemelen başından aşağısı felçliydi. Çocuğu süzerken bir anda onunla göz göze geldi. Aynı anda oğlanın yüzünde bir gülümseme yayıldı. Anlaşılan ikisi de aynı anda birbirini süzüyordu.
Çocuk gülümsemeyi sürdürerek ondan gözlerini bir süre ayırmadı. Belki de kafasını çeviremediğinden böyle yapmıştı. Sonrasında arkasında duran annesine erişmeye çalışır gibi kafasını ve gözlerini geriye doğru oynattı. Kadın, oğlanın bir şey arzuladığını hemen anladı ve kulağını ona yaklaştırdı. Oğlanı dinledikten sonra ayağa kalktı ve karşıda duran adama yaklaştı.
"Merhaba,"
"Merhaba."
"Şey, özür dilerim. Oğlum sizinle konuşmak istediğini söylüyor. Eğer bir mahsuru yoksa... Bir beş dakika..."
"Tabii konuşuruz. Niçin mahsuru olsun?"
Adam kadının minnettar bakışları arasında yerinden kalkmaya niyetlenmişti ki kadın onu durdurdu.
"Kalkmanıza gerek yok. Sandalyeyi önünüze sabitlerim, öyle daha rahat olur."
Kadın çocuğun sandalyesini düzgün şekilde adamın yanına sabitleyip oğlanın yüzüne eğildi.
"Abini çok uzun süre rahatsız etme olur mu annecim?"
"Olur anne."
Çocuğun sesi beklediğinden daha kalın çıkmıştı. Bulunduğu durumda yaşını tahmin etmesi zaten zordu ve anlaşılan tahmin ettiğinden daha büyüktü.
Kadın eski oturduğu yere tekrar döndü. Çocuk annesinin biraz uzaklaşmasını bekleyip lafa girdi.
"Merhaba, adım Umut."
Konuşması oldukça düzgündü. Zihinsel bir engeli yok gibiydi.
"Memnun oldum Umut, benimki de Gökhan."
Genç adamın gözleri, aniden çok mutlu bir haber duymuşçasına parladı. "Gerçekten sensin."
Gökhan önce anlamadı. Sonra çocuğa baştan aşağı yeniden baktı. Onu daha önceden tanımadığına emindi. "Ben miyim? Beni biriyle karıştırdın sanırım."
"Hayır, karıştırmama imkan yok. Sensin!"
"Kim benim?"
"Biliyor musun? Seni rüyamda gördüm ben."
Bu haber, ilk duyduğunda Gökhan'ı sarstı. Ancak çabucak kendine geldi. Onun donuk bakışlarını yakalayan genç devam etti.
"Bilmiyorsun..."
Elbette neden bahsettiğini bilmiyordu. An itibariyle karşısındaki insanı ciddiye alıp almaması gerektiğinden bile emin değildi. Arkada onları duyamayan anneye kaçamak bir bakış attı. Kadın bir sorun mu var edasında başını iki yana sallayarak yüzünü Gökhan'a döndü.
Genç adam dikkatliydi ve duruma çabucak uyandı. Sesini daha da alçaltarak ekledi:"O da bilmiyor."
Bunun oğlanın kafasındaki bir oyun mu yoksa kendini anlatma şekli mi olduğundan emin olamayan Gökhan, anneye her şey yolunda der şekilde işaret etti.
"Öyle mi? Demek beni rüyanda gördün ve bunu annenden sakladın. Neden böyle bir şey yaptın?"
"Öyle değil." dedi genç adam. "Seni gördüğümde hatırladım."
Giderek garipleşen bu diyalog adamı biraz rahatsız etmeye başlamıştı. Konuyu değiştirmek için hamle yaptı.
"Kaç yaşındasın Umut?"
"Yirmi."
Şaşkınlığını çok belli etmeden konuşmayı sürdürdü. "Vay be! Kocaman bir genç adammışsın. Anlat bakalım annenle bu kadar erken saatte nereye gidiyorsunuz? Yoksa gezmeye mi çıktınız?"
"Kitapta bugün diyordu. Seni görmeyi çok istedim. Annem beni buraya getirsin diye ağladım."
Kitap da nereden çıkmıştı şimdi. Anlaşılan genç adam, Gökhan'ın düşündüğü kadar aklı başında biri değildi. Akışına bırakmaya karar verdi.
"İyi yapmışsın aslanım."
"Değil mi? Sen de hatırladın değil mi? Söylesene, sen de beni gördün değil mi?"
Bir iyilik olarak başladığı bu sohbet artık can sıkmaya başlamıştı. Gökhan, artık annenin onu bu durumdan kurtarmasını umuyordu. O tarafa doğru baktığını anlayan çocuğun ağzından çıkanlarda, lafını bitirme isteğinden doğan telaş vardı.
"Ben de çok istedim biliyor musun?"
"Neyi? Ne istedin aslanım?"
"Ölmeyi..."
Gökhan'ın tüyleri diken diken oldu. Ağır hareketlerle genç oğlana döndü. "N-Ne?"
"Duyduğun gibi. Ama anlıyorsundur işte. Ben, tek başıma yapamazdım. En azından bu halimle. Sonra seni gördüm."
"Beni mi gördün?"
"Evet, rüyamda gördüm. Beni kurtardığını gördüm."
"Ne diyorsun sen? Ne kurtarması, ne rüyası?"
"Başta ben de inanmadım. Sonra o adam bana kitabı verince..."
"O adam da kim? Hangi kitap?"
"Ben de tanımıyorum. Sohbet ettik bile sayılmaz. Ama kitabı bana o verdi."
"Tamam koçum sakin ol. Sanırım anneni çağırsak iyi olacak."
"Dur! Dinle. Seni gördüm. Rüyamda. Tıpkı benim gibiydin. Yani benim gibi görünmesen de aynı ızdırabı çekiyordun. Olmak istediğin şeyden çok uzak, geri dönüp yeniden başlama şansı olmayan biri. O akşam ben... Yine yatağım pislenmişti. Annem temizledi. Çok uğraştı. O gece çok üzüldüm. Yerde yattım. Sonra rüyamda sen vardın. Bitti diyordun. Her ikimiz için de..."
Gökhan ağzı açık şekilde dinlediklerini sindirmeye çalışıyordu.
"Sonra iki gün geçti. Komşumuz ziyarete geldi. Misafirleri vardı. Tanımadığım yaşlı biri. Bana bir kitap bıraktı. Senin kitabını. Yazarın sen olduğunu görünce inandım."
"Benim kitabım mı? Benim kitabım falan yok ki? Ben yazar değilim."
"Olacak."
"Ne saçmalıyorsun sen. Ağrı kesici falan mı aldın?"
"Yaklaş" dedi genç adam. "Sandalyenin yan cebine bak. Orada."
Gökhan çekiniyor olsa da tam olarak neler olduğunu anlamak istiyordu. Bu yüzden tekerlekli sandalyenin yan cebine doğru uzandı. Gazeteye benzeyen geniş kağıtların arasında bir kitap buldu ve çıkartarak eline aldı. Orta kalınlıktaki kitap normal gözüküyordu. Kapağına dikkatlice baktı ve başlığı sesli okudu.
"ÖLÜME MEKTUPLAR'. İki defa üst üste çok satanlar listesinden sizlerle."
"Yazar kısmına bak."
"Yazan: Gökhan DİNÇER. Şaka falan bu öyle değil mi?"
"Aç ve kendin gör."
Kitabı açan Gökhan bu sefer ciddi anlamda şok oldu. Kitap kendi yazmış olduğu intihar mektupları ve yazılardan oluşuyordu. "Bunu nereden buldun?"
"Söyledim ya? Tanımadığım bir amca verdi. Hem bunun ne önemi var söyler misin?"
En yakın arkadaşlarının bile binbir ricayla okuduğu, okursa da yorum yapma zahmetinde bile bulunmadığı yazıları kitap olmuş elinde duruyordu Dahası kitabın üzerinde çok satan yazıyordu. Bu sabah halen uyanamamış mıydı acaba?
"Bunlar doğru bile olsa, yani dediğin gibi bir adam gelip sana gerçek olmayan basılmış kitabımı vermiş de olsa, tüm bunlar ne anlama geliyor? Lafını edip durduğun şu kurtuluş da nedir?"
"İkimizin de.." diye devam etti çocuk. "İkimizin de tüm dilekleri gerçek oluyor. Hepsi sona erecek. Sen tıpkı arzu ettiğin gibi okunacaksın. İnsanlar seni anlayacak. Bir sürü insan. Benim de tek dileğim gerçek olacak. Üstelik bunun için kimseler kendini suçlamayacak.
O bilmiyor... sen de bilmiyorsun..."
"Neyi bilmiyorum?"
"Kitabın arkasına bak."
Gökhan tereddüt ederek de olsa kitabın arkasını çevirdi ve okumaya koyuldu. "Gökhan Dinçer kimdir? Yazdıklarıyla büyük ses getiren sanatçının tek ve en gözde eseri. Asıl alanı işletme üzerine olan değerli sanatçı 16 Ekim 2016 tarihinde acı bir trafik kazası sonucunda hayata gözlerini yumdu. Ceketinin cebinde bulunan notlardan hep ölmeyi arzuladığı anlaşılan sanatçının öldükten sonra toparlanan yazılarından oluşan bu kitap, edebiyat dünyasında bir bomba etkisi yarattı...."
Okumayı bıraktı. 16 Ekim... İçinde bulundukları gündü. Bugün ölecekti.
"Nasıl yani..."
"Hepsini gördüm, meraklanma. Bizler gideceğiz." Göz bebeklerini arkaya, annesine ve şoföre doğru çevirdi. "Onlar kalacak. Tıpkı arzu ettiğimiz gibi."
Gökhan derin bir nefes aldı. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok şeyi sindirebilmesine imkan yoktu. Genç adamın bahsettiklerinin saçmalık derecesiyle birlikte elinde duran kitabın gerçekliği kafasını epey karıştırmıştı. Dahası anlattıklarında doğruluk payı yok değildi. Ölmeyi arzuladığı doğruydu. Bunun hakkında emin olacak kadar çok düşünmüştü. Ancak ölmeye hazır mıydı? Bugün? Bu otobüste? Dahası hayatı buna hazır mıydı? Sevdikleri, arkadaşları... Annesi buna hazır mıydı? Arkadaşlarından elbette şaşırmayanlar olacaktı. Peki ya patronu?
Patronu mu?
Hadi ama... BU SAÇMALIK!
"Beni dinle. Yazdıklarımı sana kim verdi ya da nereden buldun bilmiyorum. Bu eşek şakası ya da her neyse kim organize etti, onu da bilmiyorum. Ancak buna artık bir son vermenin vakti geldi."
Oğlanın şaşkın bakışları içinde arkada oturan anneye seslendi: "Hanımefendi! Bakabilir misiniz?"
Kadın oturduğu yerden kalkarak ikisini yanına geldi. "Ne oldu, yoksa canınızı sıkacak bir şey mi söyledi? Kusuruna bakmayın, son günlerde biraz..."
"Hayır hanımefendi bir sorun yok. Maşallah pek akıllı kendisi. Yalnızca son zamanlarda pek iyi uyuyamamış sanırım. Ben bir sonraki durakta ineceğim zaten, tekrar yanınıza alabilirsiniz."
"Olur tabii."
Annesi sandalyenin ayaklarındaki kilidi açtı. Geri geri uzaklaşırken Gökhan da yerinden kalkarak çıkış kapısının yanında duran inecek var düğmesine bastı. Genç adam giderek uzaklaşırken gözlerini ondan ayırmadı. Gülümsüyordu.
"Durduramazsın." diye kıkırdadı. "Boşuna uğraşıyorsun. Ağzına kadar ulaşmış, denize dökülmek üzere olan bir nehri durdurmaya gücün yetmez."
Gökhan, hayatının belki de tümünde elbette ki çok zor zamanlar geçirmiş bu genç adamı sonunda anlamaya başlamıştı. Bu söylediklerinde bile kendi cümlelerinden esintiler vardı. Belki de bir şekilde eline geçen yazıları, çocuğun zaten bozuk olan sinirlerini iyice dağıtmıştı. Kendini bir bakıma suçlu hissetti. Pencereden durağı kontrol etti. Biraz erken inip yürümesi gerekecekti fakat bu hoş olmayan anısı ne kadar çabuk biterse o kadar iyiydi onun için.
"Şşşt! Umutçum abiyi rahat bırakalım artık istersen."
"Önemli değil." Durak iyice yaklaşmıştı. "Kendine iyi bak delikanlı." Gökhan, düşünmeden söylediği bu cümledeki ironinin farkına hemen sonraki saniye vardı. Fakat artık çok geçti.
Yüzünü cama doğru çevirdiği anda otobüsün dönmesi gereken sapağı atladığını gördü. -Yanlış mı gördüm acaba? diye yolu tekrar kontrol etti. Bir yanlışlık yoktu. Yanlış otobüse mi binmişti? Ayrıca araç sanki biraz fazla mı hızlı gidiyordu? Kaşları çatık bir şekilde annesinin önüne geçmiş Umut'a doğru baktı. Onun söyledikleri yüzünden kuruntu yapıyor olmalıydı. Anlamanın tek yolu şoförle konuşmaktı.
İniş kapısından şoförün olduğu kısma doğru hareketlendi. Koltuk ve demirlere tutunarak ilerliyordu. Şoförü kısmen görmeye başladığı anda hızlı giden araba sert şekilde sarsıldı. Gökhan yere düşmekten son anda kurtuldu. Araba bir çeşit tümseğin üzerinden geçmişti fakat epey hızlı gittiğinden çok sarsılmıştı.
Gökhan doğrularak şoför mahaline birkaç adım daha yaklaştı. O zaman sürücünün direksiyona yapışmış olan iki elini ve karşıya doğru bakan yüzünü görebildi. Onun yaklaştığını fark eden şoför ter içerisinde bağırındı: "Delikanlı, çabuk yerine otur!"
Onun bu telaşlı hali bir şeylerin yanlış gittiğini gösteriyordu. Muhtemelen uyuyakalmış ve az önceki sarsıntının etkisiyle uyanmıştı. Tehlikenin derecesini anlamaya çalışan Gökhan, otobüsün ön camından gittikleri istikamete baktı. Keskin bir viraja doğru yaklaşmakta olan araç, şeridini korumaya çalışıyordu. Başını çevirdiği anda sürücü, eliyle direksiyonun yan tarafına uzandı ve otobüs ani bir şekilde yavaşlamaya başladı. Acil durum fireni gibi bir şey devreye girmişti. Ani frenle birlikte virajı almaya çalışan araçta, annesi oturduğu yerden tüm gücüyle Umut'a sarılmış, tekerleri neredeyse yerden kesilen sandalyesini sabit tutmaya gayret ediyordu. Gökhan ise demirlere tutunmuş, koltukların arasına girmeye çalışıyordu.
Ancak ne frenler ne de sürücünün manevrası haddinden fazla hızlı giden aracı yola getirmeye yetmedi. Bariyerlere çarpan otobüs, sekerek diğer tarafa doğru yattı ve bu haliyle bir süre sürüklendi. Daha sonra virajın devamındaki bariyerlere tekrar dokundu ve durdu.
Yan yatmış araçta kırılmış camlar ve birbirine girmiş tutunma demirleri arasında Gökhan'ın tek gözü açıldı. Diğer göz kapağı sanki kaskatı bir şekilde gözünün altına yapışmıştı ve açmaya çalışmak acı veriyordu. Kaza sonrası kendine ilk gelen o olmuştu. "Tabii ya..." diye düşündü. Bugün yaşadığı bu garip hikayenin baş aktörüydü ve baş aktörler kazalarda her zaman ilk kendine gelen kişi olurdu.
Bulunduğu yerden hareketsiz bir şekilde etrafına bakmaya çalışırken yanıldığını fark etti. Hemen karşısında ona doğru bakan Umut belli ki çok daha önce uyanmış, hatta belki bilincini bile yitirmemişti. Üzerinde bulunduğu tekerlekli sandalye yer yer eğilmiş fakat nispeten tek parçaydı. Onu etrafındaki darbelerden koruduğu belliydi. Nitekim Umut'un da saçlarının arasından süzülen kanlar haricinde görünürde bir şeyi yoktu.
Annesi için aynı şey pek söylenemezdi. Oğlanın arkasındaki koltukta biçimsiz bir biçimde yan yatmış, kanlar içinde ve baygındı. Bir kolu hala kaza boyunca korumaya çalıştığı oğlunun boynunun üzerindeydi ancak öyle bir şekil almıştı ki kırıldığı hemen fark ediliyordu.
Kıpırdamaksızın tek gözüyle tüm bunları gören Gökhan'ın düşüncelerini ani ve şiddetli acı hissi bastırdı. Uyanmanın verdiği refleksle hareket etmeye çalışmıştı. Ancak tek bir kılı kıpırdamamış, dahası iğneli bir fıçıya atılmışçasına her bir hücresi alarm vermişti. Açık tek gözünü tekrar karşıya doğru dikti. O anda tüyleri ürperdi.
Az önce Umut'un yüzünde gördüğü o ifadesiz suratın yerini adeta şeytani bir gülümseme almıştı. Ancak Gökhan'ın tüylerini ürperten gülüşün şeytaniliği değildi. Bu durumda gülümseyebiliyor olmasıydı.
"Sana söyledim." diye mırıldandı. "Gücün yetmez dedim."
Sahiden de hiçbir şey yapmaya gücü yetmiyor, kasları onu dinlemiyordu. Boynundan aşağısı yoktu sanki. Ona doğru sırıtan Umut'un her gün nasıl hissettiğini anlayabiliyordu. Yine de şu an aklından geçenleri anlamasına imkan yoktu. Ölümün kıyısında bir insanı böyle gülümsetebilecek şey ne olabilirdi ki?
Derken devam eden acısına alışan zihni başka düşüncelerle doldu. Tüm bu yaşadıklarının gerçeküstülüğünü bir anlığına kabullenmeye karar verdi. Umut'un ağzından süzülenleri tekrar hatırlamaya çalıştı. "Biz gideceğiz... Onlar kalacak..."
Oynatamadığı başına rağmen çabayla Umut'un arkasında devrilmiş kanlar içerisindeki annesine baktı. Çocuk, sanki aklından geçenleri okumuşçasına ona doğru konuştu. "Nabzı atıyor." dedi. "Kolundan hissedebiliyorum. Merak etme, yaşıyor!"
Göremediği taraftaki şöforü aklına getirdi. Şoför mahalli otobüsteki en güvenli yer sayılırdı. Pekala hava yastıkları ve kemeri sayesinde yırtmış olabilirdi. Her şey oğlanın söylediklerini işaret ediyordu sanki. Ancak tek bir sorun vardı.
"Yaşıyor ama ölecek. Kan kaybediyor." Zar zor aldığı nefesi ve çatallı çıkan sesiyle devam etti. "Nasıl kurtulacak? Biz nasıl öleceğiz?"
"Birazdan burada olurlar." diye yanıtladı yan dönmüş sandalyesinden. "İlk onları alacaklar. İkimiz de daha iyi durumdayız."
Ambulansı kastediyor olmalıydı. Söylediği şeyler giderek daha mantıklı gelse de arada boşluklar vardı. Artık durmuş olan otobüste onları öldürecek olan şey neydi? Geç götürüldükleri hastanede mi bitecekti her şey? Oysa kıpırdayamıyor olmasına rağmen Gökhan hiç de ölecek gibi hissetmiyordu. Ona daha iyi durumda olduklarını oğlanın kendisi söylemişti. Öyleyse nasıl?
"Rüyamda..." diye devam etti oğlan. "Aydınlık ve çok sıcak bir yerdeydik. Cehennem gibiydi. Midem bulanıyordu. Sonra seni gördüm ve geçti. Bitti dedin. Her ikimiz için de. Sonra beni tuttun ve yürüyebildim. Senin yanında... Birlikte serin ve feraha yürüdük."
Gökhan hipnoz olmuş bir şekilde oğlanı dinliyordu. Onu dinlerken acı hissetmiyordu sanki.
"Yürürken arkama baktım." diye ekledi. "Herkes mutluydu. Annem mutluydu. Sonunda, onun ve benim dualarımı duydu. Seninkileri de... Artık kimse acı çekmeyecek."
Oğlan bunları mırıldanırken Göhkan, vücudunun ısındığını fark etti. Belki de yavaş yavaş ölüyordu. Ancak böyle durumlarda tam tersi üşümesi gerekmez miydi? O ise savrulduğu koltuğun üzerinde ter içerisinde kalmıştı. Dikkatini verdiğinde aynı ter damlacıklarını Umut'ta da fark etti. Otobüs yan yattığından dışarıyı görmek imkansızdı fakat yangın gibi bir şey çıkmış olmalıydı.
Bu fikirlerle ister istemez panik olan Gökhan yeniden kollarını oynatmayı denedi. Canı yansa da öncekine kıyasla bir şey hissetmemişti. "Acaba doğrulabilir miyim?" diye düşünerek tüm gücünü tek koluna verdi ve vücudunun üst kısmını koltuktan ayırmayı başardı. Ancak acıdan inlemek zorunda kalmıştı.
Oğlan onu uyardı: "Yapma, boşuna acı çekiyorsun."
Gökhan onu zar zor duyuyordu. Dikkati, doğrulduğu platforma düşmüş olan not defterindeydi. Defter açılmış ve sayfası katlanmıştı fakat birkaç kısmı zor da olsa okunuyordu. "...denize at..." yazıyordu. Gökhan, okuyabildiği bu küçük kısımdan hangi yazı olduğunu hemen anladı. İntihara kalkıştığı günün hemen ertesi günü yazmıştı bu yazıyı.
"Ölmek mi istiyorsun? Kendini denize atmayı dene! Atladıktan saniyeler sonra tüm gücünle kurtulmak için çırpındığını fark edeceksin. Öyleyse sen, aslında ölmek istemiyorsun. Yalnızca içindeki bir şeyi öldürmek istiyorsun. Eğer tüm benliğinle yok olmak isteseydin, o zaman her bir hücren bu konuda seni takip ederdi..."
Hatırladığı satırları sanki içinde bulunduğu durum için yazmıştı. Az önce panikle hareket ettirdiği kolları her bir sözünü kanıtlıyordu adeta. Sürekli ölmeyi mi düşünüyordu? Evet. Hayatının son birkaç yılı böyle geçmişti. Peki gerçekten ölmek mi istiyordu? Bunların ikisi tamamen farkı şeyler, diye düşündü.
Aklında tüm bunlar varken bacaklarındaki uyuşukluğun geçmesiyle yine bir acı dalgası yüzünü buruşturdu. Her tarafına batan camlar da ona hiçbir konuda yardımcı olmuyordu. Ancak artık ne yapacağını biliyordu ve bu ona en büyük rahatlamayı sağlamıştı. Uzandığı yerden ölümü bekleyemezdi. Kendini ve hatta etrafındakileri bu cehennemden çıkartmalıydı.
Doğrulduğu yerden çocuğa doğru gülümsedi. "Sanırım rüyanı anlamaya başladım dostum."
"Sahi mi?" Genç adam alaycı bir tavır takınmıştı. "Pes etmeye mi karar verdin?"
"Hayır. Tam tersi. Pes etmene izin vermeye niyetim yok."
Umut'un gülümsemesinin yerini soru soran bir yüz ifadesi aldı. "Nasıl yani?" diye düşünürken kurtarıcısı bellediği kişi ağır hareketlerle bacaklarını düzeltiyordu. Sonrasında onun şaşkın bakışları arasında inleyerek ayağa kalktı? "N'apıyorsun?"
İnlemesi duran Gökhan "Rüyana anlam katıyorum." diye yanıtladı. "ve bir de kendi hayatıma..."
Sandalyesiyle birlikte yan yatmış duran gence yaklaşmaya başladı. İşlerin nereye gittiğini anlayan oğlan haykırmaya başladı. "Dur! Yapma napıyorsun! Kurtaramazsın! Kimse kurtaramaz! Bizim kaderimiz bu!"
Genç adamın yanına gelen Gökhan,tek gözüyle kendine bir baktı. Her tarafı kesikler içerisindeydi ve hareket ettiğinde sırtı delice acıyordu. Yine de yürüyebiliyordu. Ancak Umut'u taşıyabilir miydi? Araç yan yattığından yukarıdan çıkmak zorundaydılar. Başını kaldırıp baktı. Camlar tuzla buz olmuştu. Yanlarında ufak kırıklar kalmıştı ancak acil çıkış için kullanılması gereken geniş pencerede o parçalar yoktu. Alt tarafında demir ve koltuklardan bir yığıntı oluşmuştu. Belki onlardan destek alarak ikisi birlikte çıkabilirdi.
Derken aklına ön cam geldi. Otobüsün ön tarafı yol kenarından tarafa denk geldiği için, duvar içeri ışık girişini engelliyordu. Bu sebepten orayı da kapalı gibi düşünmüştü. Ancak yakından bakılırsa duvarla otobüs arasında boşluk kaldığı anlaşılıyordu.
Gideceği yolu da belirledikten sonra Umut'un sandalyesine göz gezdirdi. "Umarım sıkışmamıştır." diye düşündü. Üzerinde bulunan örtüyü endişeyle kenara çekti. O anda Umut tüm gücüyle bağırmaya başladı: "Hayır! Rahat bırak beni! Sen aptal mısın?! Yerinde durup beklemen gerekirdi! Kitaba da mı inanmıyorsun?"
Bağrışmalara rağmen gördüğü manzara Gökhan'ı rahatlatmıştı. Genç adamın bu inanılmaz derecede zayıf vücutla sıkışmasına imkan yoktu. Dahası bu onun epey hafif olacağını haber veriyordu. Bunu yapabilirdi. Bir eliyle göğsünden destek verirken diğer eliyle bedenini sandalyeye bağlayan güvenlik kemerlerini çözdü. Oğlan adeta bir yaprak gibi kendisini onun kollarına bırakıverdi. Gökhan, onun bağırıp durmaktan kıpkırmızı olmuş başını omzuna yasladı. İki koluyla bir bebek kucaklar gibi onu kaldırdı. "İşte gidiyoruz."
"İstemiyorum!"
Gökhan aldırmadı. Ağır adımlarla bastığı yere dikkat ederek otobüsün ön tarafına doğru ilerledi. Umut'un bağırmaktan ağlamaya geçen gürültüsünü yok saydı. Titreyen dizleriyle otobüsün ön tarafına vardığında şoförü kontrol etmek istedi. Kafasından vücuduna kanlar akar bir vaziyette baygındı ve tek parça görünüyordu. Ancak akan kan ona acele etmesi gerektiğini işaret ediyordu. Derin bir nefes aldı ve umutla birlikte kendini dışarıya attı. O anda etraf daha da sıcak bir hal aldı. Otobüsün dış tarafı alevler içindeydi. Güvende olması için Umut'u daha uzağa götürmek zorundaydı. Ama aşırı şekilde yorulmuştu. Bedeninde kalan son kuvveti duvara tutunarak bir miktar yürümek için kullandı.
Umut'u yere bıraktı. Açık tutabildiği tek gözü de artık zar zor görüyordu. Ancak Umut'un kıpkırmızı olmuş yüzünü seçebildi. Diz çöküp iyi mi diye onu kontrol etmek isterken genç adam, belli belirsiz duyulan bir sesle konuştu: "lüt...fen..."
Gökhan onu dinlemek isterdi ancak buna vakti yoktu. Takati kalmamasına rağmen halen kurtarması gereken iki kişi bulunuyordu. Diz çökmüş vaziyetten ayağa kalkmak için niyetlendi. Tüm gücünü bacaklarına verip epeyce çabalaması gerekti. Ayağa kalkmayı başarsa da başı epeyce dönüyordu. İlk adımını atmaya çalışırken sendeledi ve yere düşerek bir tur yuvarlandı. Sırt üstü yatar vaziyette gözleri yaşardı. "Olamaz!" diye düşündü. "Annesi ve sürücü hala içeride! Ben ise ayağa kalkamıyorum!"
Buğulu gözlerinin üzerinde kocaman bir gölge belirdi. Bakışlarını kısarak ne olduğunu anlamaya çalıştı. Birazcık netleşen görüşü ona doğru eğilmiş iki kişiyi bildiriyordu. -Ambulans mı? Sonunda geldi mi? Hayır. Parlak giysiler yok! Yoldan geçenler olmalı. Asfaltta yatan iki kişiyi birileri görmüş olmalı!
Birden heyecanlandı. Halen çatallı çıkan sesiyle üstündekilere bağrındı.
"ACELE EDİN! İÇERİDE İKİ KİŞİ DAHA VAR! BEN İYİYİM ÇABUK OLUN!"
Silüetlerden biri koşar adım otobüse yönelirken diğeri ona daha da yakınlaştı ve baş ucuna oturdu. Başını çevirip enkaza koşan kişiye baktı. Kendinden emin hissettiren adımları ona da umut verdi. O anda ufak çaplı bir patlamayla otobüsü saran alevler büyüdü. Koşar adım yürüyen kişi otobüse epeyce yaklaşmıştı ki etkiyle geriye doğru düştü. Koluyla yüzünü korur vaziyette ayağa kalktı, sonrasında iki elini beline koyarak olduğu yerde durdu. Birinin o yangına yaklaşmasına imkan yoktu artık.
Gökhan, çok hızlı nefes alırken içini saran korkuyla diğer tarafa döndü. Umut, yüzü o tarafa dönük şekilde yan yatmıştı. Her iki gözü de olabildiğine açılmıştı. O gözlerden asfalta dökülen yaşlar birleşmiş, tıpkı bir nehri andırıyordu. Güneş ışığında Gökhan'a doğru yansıyacak şekilde parlıyordu.
O manzaraya bakarken düşündü. O ana kadar doğru olanı yaptığına olan inancı, şimdi yerle bir olmuştu. Yakınında yatmakta olan genci gerçekten de kurtarmış mıydı? Hayatta belki de elinde kalan son şeyi ondan almış, bu haliyle onu yine yaşamaya mecbur bırakmıştı. Neden yapmıştı bunu? Yaşamaya olan içindeki son isteği o gençle paylaşmak istemişti. Her şeyin yoluna gireceğine dair son inancı onu adeta kandırmıştı. Ve şimdi burada, başkası yerine verdiği kararın ağır pişmanlığının altında, ona gülen kaderinin kahkahalarının sesiyle boğuluyordu. Hayatının akışını değiştirmeye yönelik şimdiye kadarki en büyük çabası ona güzel bir ders vermişti.
...
Tükenmez kalemi elinde tutarken tüm bunları zihninden uzaklaştırmaya gayret etti. Ter içerisinde kalmıştı ve karşısında bulunan delikanlının gözlerine bakamıyordu. Tekerlekli sandalyedeki gencin gözleri de aksi gibi tam karşısında denk geliyordu. Kolları uyuşmaya başladı. Soğuk, çok soğuk bir nehrin ağzında, bir kayaya tutunmuştu sanki. Derin bir nefes aldı ve titreyen eliyle kitabın kapağına imzayı attı. Yüzünü çevirmeden kitabı ona doğru uzattı. Onun yerine annesi kitabı aldı. Oğlanın heyecanlı bakışları eşliğinde, yavaşça oradan uzaklaştılar.
Aldığı nefesi vererek ayağa fırladı ve sandalyesinde asılı olan dirsekleri yamalı ceketini giydi. Bir şey söylemeden açık havaya açılan kapıya yöneldi. Otururken arkasında ayakta duran adam bir adım öne çıktı: "Evet arkadaşlar! İmza etkinliğine on beş dakika ara veriyoruz!" Sırada duranların homurtusu önden arkaya doğru yayıldı.
Alışveriş merkezinin terasında yaktığı sigara, her nefeste ciğerini yaktı. Verdiği nefeslerin bulanan zihnini durulamasını umdu fakat öyle olmadı. Düşünceleri kötüye giderken henüz yarısındaki sigarasını yaslandığı demirden aşağı bıraktı.
Umut'un dediklerinin çoğu çıkmıştı. Yazdıkları okunmuş, birçok kişi onu anlamıştı. Tek başına kalan Umut, çok dayanamamış ve göçmüştü. Onu kurtarmayı bırak, bir iki sene ekleyebildiği hayatını ve kaçınılmaz ölümünü çok daha kötü hale getirmişti. En kötüsü tekerine çomak sokmaya karar verdiği kaderi, vermekten vazgeçtiği kendi hayatına karşılık iki masum kişiyi almıştı. Hayallerine yavaş yavaş ulaşırken yaşadığı hiçbir dakikadan keyif alamamış; o insanlara hissettiği borcu, onu bir gün bile rahat bırakmamıştı.
Bugün, geç de olsa o borcu ödeme günüydü artık. Bugün, hayatın ona biçtiği fakat bir türlü sığamadığı, kabullenemediği rolü oynamak zorundaydı. Bugün, öğrenme günüydü; tüm görmezden geldiği gerçekleri. Dersini geç de olsa almıştı. Bugün, bunu kendine de kanıtlamalıydı.
Düşen sigarasının rüzgarda savrulurken sert tabana giden yolculuğunu izledi. Geride bıraktığı izler, tıpkı sigaradan süzülen kor parçaları gibi kısa bir müddet parlayacak ve sonra yok olacaktı. Kalıcı olmak adına yazdığı kitapları, yaşadığı anıları, her şey...
Bu düşüncelerle demir pervazdan güç aldı ve beton korkuluğun üzerine çıktı. Sert esen rüzgardan kravatı havalandı. Tek eli cebinde kapattığı gözlerinin önünde, Umut'un asfaltta yattığı andaki yüz ifadesi belirdi.
Hatırladığı son şey, yüzmeye gayret ettiği soğuk nehrin, onu savuran sert akıntısı idi.
pınar
2020-06-11T18:15:06+03:00Okurken sürekli benimle kalan merak öykünün akıcılığına akıcılık kattı gerçekten. Kaleminize sağlık.
burak cenik
2020-06-11T18:03:52+03:00vakit ayırıp okuyanlara ve yorum yapanlara çok teşekkür ederim.
Jean Valjean
2020-06-11T17:34:44+03:00Bir çırpıda okudum. Son derece akıcı ve insanı düşüncelere sevk eden bir metin olmuş. Kaleminize sağlık.