Agos Gazetesi, 4 Nisan 2008


• Abdal müziğinin önemli bir kaynağı olan babanız Muharrem Ertaş’tan başlayalım isterseniz.


Abdallarda 5-6 yaşına gelen erkek çocukları düğünlere götürmeye başlarlar. Önce boş durmaması için bir zil verirler eline. Köçeklik yapılırdı bizim memlekette. Erkek çocukları böyle başlardı, biraz büyüyünce kaşıklarla oynarlardı. Bu süre içinde bizim cemlerde, cemiyetlerde nasıl oturulur kalkılır, gözlemlerlerdi. Yaş 11-12’yi geçtikten sonra da kabiliyeti gereği saz, keman, davul, birini alır, devam ederdi. Hiçbirine yeteneği yoksa köçekliğe devam ederdi. Babam da ustasından dinlediği türküleri, bozlakları havalandırarak başlamış. Kendisi cemlere zakir olarak katılırdı. Dedenin yanında Pir Sultan Abdal’dan, Hatayî’den deyişler çalıp söylerdi. Babamın bu yönü cemlerimizde kalırdı. Cem dışında semah çalıp söylemezdi. Düğünlere gidilince, dışarıya göre hareket edilirdi. Karacaoğlan, Âşık Kerem gibi Abdal kanalından gelen ozanların türkülerini havalandırırdı. Abdal geleneği çok eskilere dayanan bir kanaldır.


•Kökeninizi, size neden ‘Abdal’ dendiğini babanızla konuşur muydunuz?


Birbirimize bir şey dememize gerek olmazdı. Her vardığımız yerde “Abdallar geldi, Abdallar gitti” derlerdi; artık üstlenmiştik bunu. Ülkemizdeki çeşitli milletleri sayarlar, en son “Cingan” derlerdi. Biz Cinganlardan bir önce gelirdik; ‘Dertli Yoldaş’ adlı türkümde de söylemiştim: “Zengin isen ya bey derler ya paşa / Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, hâşâ.” Bize de davul-düğün çalgıcıları, Abdallar derlerdi. O dönem pek bilemezdik ama sonradan okuduğumuza göre Horasan’dan gelirmiş Abdallar.


•Siz müziğe nasıl başladınız?


Beni 6 yaşındayken zille başlattı babam. Hem köçeklik yapardım, hem zil çalardım. Darbuka da çalardım. Babam saz çalardı, ben onun yanında saz çalamazdım. Abim keman çalıyordu, ben de cümbüşe başladım.


•Köçeklik yapmayı bırakmanız nasıl oldu?


Tatsız bir olay sonucunda oldu. Kırıkkale’de bir köye gitmiştik, fasıl etmemiz gerekmişti. Babam oynamamı teklif etti, saygıyla kabul ettim. Bu arada bir ses kulağıma geldi: “Vah yazık, pek gencimiş” gibilerden. Ritim zillerini babamın önüne koydum. Anladı. Bilirdik birbirimizi, arif insandı, hiçbir kelime söylemedi. O da üzüldü böyle bir davranışa maruz kalmama.


•Bir röportajınızda “Gezdiğimiz yerlerde kimse bizimle arkadaşlık etmezdi” diyorsunuz. Gittiğiniz köylerde yaşıtlarınızla ilişkiniz nasıldı?


Abdal köylerinde kendi yaşıtlarımla oynardım. Ancak ben babamın arkadaşıydım, bir köye gittiğimizde babam saz çalardı, ben de yanında olurdum. Fazla yük olmamak için uzun süre kalmazdık. Çok fazla arkadaşlık edecek durum olmazdı. Çocukluk yaşımı yaşayamadım. Bir gün bir köyde çocuklarla oynadığım sırada birinin “Biz topraktan hasıl olmuşuz, siz fışkıdan” dediğini duydum. Bunu babasından duymuş ki bize söylüyor. Bunlar fesat yaratan paslı beyinlerin, cahilliğin ifadeleri.


•Bu bakış açısı sizi nasıl etkiliyordu?


İnsanlar aşağılanınca incinir. Ben bunu kabul etmiyorum. Bir atasözü haline gelmiş, “Kızı kendine bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya” diye. Bu ne demek? Bizi bahane ederek, aşağılayarak, kızlarının gönlüne gem vurarak, kendi istedikleri yere veriyorlar. Gençtik, gittiğimiz köylerde âşık oluyorduk. Ama bir Abdal’ın böyle bir şey yaşamasına imkân verilmezdi. Kendi çevremizdeki üç-beş Abdal ailesi kendi içinde evlenirdi. Diyemiyorduk ki “Biz âşık olduk, gönlümüz başkasında.” Bırakın benim gençlik yıllarımı, bugün bile bize kız vermezler. Oğlum Almanya’da bir okul arkadaşına âşık oldu. Kızın ailesi “Bunlar Abdal’dır” diye vermedi, kız kendi aklıyla gelinimiz oldu.


•Sizin de böyle bir hikâyeniz var galiba…


Hangi birini anlatayım? Sadece benim değil, tüm Abdalların kaderi böyle. Evcilik oynadığım kıza âşık oldum ben, ondan sonrasında âşık bir çocuk oldum. Gittiğim her yerde âşık oldum. Babam da böyleydi, ikimiz de âşıktık. Göze yasak yoktu, görüp sevdalanırdık. Anam ölünce babam beş öksüzünü yükleyip bir hayvanın sırtına, köy köy gezerek bize ana aramıştı. Kimse bize kızını, dul gelinini vermedi. İnsan insan olsaydı belki kardeşim üç aylıkken bakımsızlıktan ölmeyecekti.


•Sevdalandığınız kadınlarla iletişim kurabiliyor muydunuz?


Mümkün mü? Konuşmayı bırak, ona bir dönüp de bakabiliyor muydun? Ona baktığın bir görülsün hele… Kapısının önünden bir geç bakalım. Kafamızı kaldırıp bakamazdık bile. Bunlar bizim için tehlikeydi [gülüyor]. Öte yanına gitmeyin, “Bakamazdık bile” diyorum, daha ne diyeyim?


•Babanız askerdeyken hayatınızı nasıl sürdürdünüz?


Köyün hemen hepsi “deşirme” yani dilenmeyle geçinirdi. Babam askere gidince, köylülerden biri dedi ki “Al babanın sazını, benimle dolaş.” 8 yaşındaydım. Köy köy, kapı kapı gezdik. Un, buğday, bulgur, ne verirlerse onla geçindik. On beş köy gezdik, kimse bana demedi ki “Şu sazı bir çal, dinleyeyim.”


•Babanızla beraber hakaretlere uğradığınızda, Muharrem Usta bırakıp gitmeyi düşündü mü hiç?


Bizim başka gelirimiz yoktu. Bu işi yapmak zorundaydık. Babam beş öksüzü hangi duvarın dibine bıraksın da gitsin? Çaresizlik içinde kalıyordu. İnsana yakışmayan bu aşağılamaları istese de kabul etmişti, istemese de.


•Kırşehir’den ayrılıp Ankara’ya gittiğinizde neler yaşadınız?


Ümit yokluğu içindeydik. O sıra ‘radyo’ diye bir şey kuruldu, toplanıp dinlerdik. Orada dayım Hacı Taşan’ı duydum. Onun sesini duyunca, yerimde duramaz oldum. Kimseye haber vermedim. Aldım sazı, bindim otobüse, Ankara Radyoevi’ne gittim. İlk gün kimseyle konuşamadık. Ertesi gün nihayet içeri girdim, Muzaffer Sarısözen hocayı gördüm, oturuyordu. Orda babamın bir bozlağını havalandırdım. Hoca kalktı, karşı tarafa notasını yazdı. Beğendiler. Kayıttan sonra döndüm köye. Üç ayda bir de mektup gelirdi. Çağırırdı, söylerdim.

Sonra İstanbul’a gittim, günlerce karın tokluğuna iş aradım. Nihayet Şençalar Plak stüdyosuna gittim. Orda çaldım, mukavele imzaladım. Kadri Şençalar beni aldı, Beyoğlu Saz’a getirdi. Öğle ve akşam orada yemek yiyeceğim, akşamları da saz çalacağım. Plak başına 25 kuruş alacaktım ama, nerde… İki sene İstanbul’da böyle çalıştıktan sonra Kırşehir’e döndüm ama tutunamadım oralarda. Ankara’ya gittim, orda pavyonlarda çalıştım.


•Ankara’daki yıllarınızda dinlediğiniz müzisyenler var mıydı?


Bayram Aracı’dan çok esinlendik. Mahzuni’yi dinlerdim, o da beni dinlerdi. Orhan Gencebay’ı da dinlerdim, sözleri sağlam olduğu için. Davut Sulari’nin sazını da sesini de severdim; kendine has bir tavrı vardı. Veysel’imize saygımız var, ‘şair’ derim ben ona.

Bir mantık olmalı insanda. Bizim ozanlarımız kendilerini Tanrılaştırmışlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Sen Tanrı isen hepimiz Tanrı’yız, sen kulsan hepimiz kuluz. Neyin kuluyuz? Gönül kuluyuz.


•O yıllarda evlendiniz. Bu konuya fazla girmeyeceğiz ama boşanmanızı açıklarken söylediğiniz “Eski yanıkları yüreğimden atamadım” sözünü biraz açmanızı rica edeceğiz.


Genç yaşlarımızda hiçbir şey düşünmeden âşık oluruz. Çalışmaya başladım, evlendim ama yüreğimdeki aşk sönmedi. Yani âşık olmadan evlendim. Bu doğru değildi. Evlenecek bir insanın, evlenmeden evvel yaşadıklarını ruhundan çıkarması lazım ki evliliğine yönelsin. Mutlaka yüreğe iz eden olaylar vardır, onlar ayrı. Ben evliliğe saygıdan bahsediyorum. Keremler gibi yanarken, bekâr hayatından kurtulmak için evlenmem gerekiyordu. Böyle bilinçsiz adımların sonucu ayrılık oldu.


•Askerlikten sonra Anadolu’da birçok turneye çıktınız.


Anadolu’da nahiye ve kazalar dahil, hep gezdim. Yorulmak nedir bilmiyordum. Ben kendi özgür düşüncemle, kendi türkülerimi söylemeyi seçtim. Deyiş söyleyebilirdim ama deyişler arifçedir, önemli olan cahili eğitmektir. Bütün kötülükler cahillikten kaynaklanıyor: “Suçun sorumlusu ruhtur, vücudun günahı yoktur.”


•Birlikte oturduğunuz bir gece siz türkü söylerken Zeki Müren’in başını duvara vurarak ağladığını duymuştuk. Sizin hiç ağladığınız oldu mu?


Ben 2-3 yaşlarında evcilik oynarken âşık olduğum o kıza söylediğim türküyü baştan sona bitiremem; “Bugün bana bir hal oldu / Yardan kara haber geldi.” Kuru kuru, belki kendimi kontrol edip söyleyebilirim, içkili olursam söyleyemem. ‘Hata Benim’ albümünde de bir yerde takıldım. O albümdeki türküler bir nokta üzerindedir. Kendimizi bildik, hatalarımızı anladık, af diledik, kabul edilirse…


•Çocukluğunuzda, gençlik döneminizde, hatta Ankara’da “yalnız” olduğunuz anlaşılıyor.


Doğru. Benim ayağım yalın, karnım açtı. Çocukluğum, gençliğim böyleydi. Ankara’nın kalabalık caddesinde bir yoksul gördüm mü ona ne gerekiyorsa verirdim. Böyle bir dünyam vardı. Kaç kişiyi evlendirdim, bilmiyorum.

Zaman oldu parmaklarım durdu. Evvelden de çalarken ufak tefek olurdu ama “Kalsın” derdim. Alkol, gıdasızlık… Sabah kalktığımda aç karnına bir dolu bardak susuz rakı içmezsem kendime gelemiyordum. Bizim sanatta nereye gitsen önce içki gelir. Ankara’da pavyondayım, perdeye basmak istiyorum, basamadım. Korkularım da var, evvelden. Gövdemden bir su boşaldı, sahneden indim. Hacettepe Hastanesi’nde hemen müdahale edecek imkân yokmuş. İsviçre’den bir doktor gelmiş. Sabaha karşı evini bulduk. Masaya yatırdı beni, ucu iğneli telefon fişi gibi bir kabloyu parmaklarıma soktu, cereyan verdi, “Başka bir şey yapamam” dedi.

Evimin kirasını ödeyemedim. Bir tanıdığa anlattım, “Böyle böyle” diye. Kravatını düzeltti, “Hı, hı” dedi, gitti. Sonra kardeşimin gönderdiği bakım kâğıdıyla Almanya’ya gittim. Gurbetçilerin geçtiği köprüden aynı şekilde ben de geçtim.


•Hastalığınız sırasında yakın çevrenizin gösterdiği vefasızlığı neye bağlıyorsunuz?


Bu insanların ruh yapısına bağlıyorum ben. Karacaoğlan ne demiş? “İyi günde yaren, yoldaş çok olur / Dar gününde dost bulunmaz, nedendir?” Çalıp söyleyemiyordum, evden çıkmak zorunda kaldım. Çocuklarım analarının yanındaydı. Tedavi Almanya’da da 5-6 ay sürdü. O sürerken de düğünlere gidiyordum, bize ekmek lazımdı. Buradan gittiğimde çok etkilendim.20 küsur sene Almanya’da kaldım. Evime gelmek şöyle dursun, bir gün bir telefon eden, “Öldün mü, sağ mısın?” diye soran olmadı. Aha, geldim, gidiyorum, duymadım. Hâlâ yok. İki-üç senedir, Telif Hakları Kanunu çıktı da türkülerimi okuyacak birisi olursa Kalan Müzik’i arıyor, firma da bana soruyor.


•TRT’den arayan oldu mu?


Yok. Ben radyoya imtihanla girmiştim, ayda iki defa 15’er dakika program hakkı verdiler bana. Nida Tüfekçi Ankara’ya Halk Müziği Şube Müdürü olarak gelmişti, ilk işi bizi dışarıya atmak oldu. Âşık Veysel’in bütün türkülerini, benim türkülerimi listeden çıkartmış, 5 tane türkümü bırakmışlardı. Bir daha radyoya uğramadım. Şimdi yenilik yapmak zorunda kaldıkları için benim türkülerimi de ekliyorlar. Almanya’da evimdeyim [gülüyor], TRT’de “rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü” deniliyordu. “Gitse de kurtulsak” mı diyorlar, nedir? Kimseye bir zararım da yok, kimsenin türküsünü çığırmıyorum. Alnımızda “ayrı bir millettir” diye yazmıyor. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler [gülüyor].55 senedir sahnedeyim, türküler veriyorum. Biz bir renkiz, ben de bu ülkenin bir sanatçısıyım. TRT halkın vergileriyle yaşayan bir kanal. Benim diğer kanallarda, şov programlarında ne işim var? Şov sanatçısı mıyım ben? 70 yaşına gelmişim…


•Bu nedenle mi “devlet sanatçılığı”nı kabul etmediniz?


Ne demek devlet sanatçılığı? Hepimiz bu devletin vatandaşıyız, bu memleketin sanatçısıyız. Ayrıca bir “devlet sanatçısı” ne demek? Ben burada bir “ayrım” gördüğüm için kabul etmedim.


•Siz Almanya’da iken burada türküleriniz okunuyordu, çoğaltılıyordu, kasetleriniz korsan basılıyordu.


O saygısızlıklar maalesef ruhumu çok yıprattı. Neler neler… Yarım asır geçmiş, firmanın sahibi ölmüş, oğluna geçmiş; o ölmüş, onun oğluna… Burada Kalan Müzik’e teşekkür ediyorum. Ortada, ayaklar altında kalmış eski plakları derledi, topladı, düzgün bir şekilde yeniden sundu. Bazı kanallarda görüyordum, türkümü söylüyorlar, adımı söylemiyorlar. “Bu türkü kime ait?” diye soruyor, kimisi “Naçizane” diyor [gülüyor]. Bunlar da beni rahatsız etti, bahane oldu, geldim. Harbiye konserinde şaşırdım oranın dolu olduğunu görünce; sevindim de tabii. Bu cesareti de Hasan [Saltık] sağladı, ona borçluyum bunu.


•Son dönemde, geçmişten farklı olarak, genç, üniversiteli, müzikal açıdan daha seçici bir dinleyici kitlesinden ilgi görüyorsunuz.


Tabii, Anadolu’da, her yerde bunları görüyorum. Üniversiteler özel konserlere davet ediyorlar, gidiyorum. Konser bitiyor, etrafıma doluşuyorlar, sorular soruyorlar. Ben söylediğim türkülerin sözlerini “Sorusu da cevabı da içinde” olarak söyledim. Gençler, talebeler bunun ne olduğunu anlıyorlar. Yıllar önceki konserlerimde yaşlılar, orta yaşlılar olurdu. Bugün ise daha ziyade gençler dinliyor.


•Abdal ve Bektaşi kimliğinizi daha rahat yaşayıp ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz?


Evet. Madem “şu, şu” dendi, ben Abdal’ım, neslim de Abdal. Yani şu Laz, şu Kürt, şu Çerkez, Tatar ise, beni zaten –ben söylemeden– karşımdaki söylüyor: “Abdallar” diyor, ben de “Evet, Abdal’ım” diyorum, “benim adımı sen koydun.” Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Bunlara ayrı ayrı isim takmak suçtur. Bu bir ayrımcılıktır, doğru değildir. Kim söylediyse suç işlemiştir. Bir aşağılık, bir yukarılık… Bu ayrımcılığın sonu kavgadır, kavganın kârı var mı? Birbirine düşman olan Fransa, Almanya, öteki beriki gelmişler bir araya, insanca anlaşmışlar, sınırlarını açmışlar birbirlerine, ne güzel. Bütün dünya eninde sonunda birleşecek.


•İzmir’de günleriniz nasıl geçiyor?


Müstakil bir evim var orda. Aşiretler geliyorlar, oturuyok, dertleşiyok. Bir de küçük bahçem var. 11-12 çeşit meyve dalı diktim, onlarla vakit geçiriyorum. Kanaryam Almanya’da kaldı. Hep bir kanaryam olurdu. Serbest bırakırım; kafesi vardır ama kapısı açıktır, yemini yer, çıkar. Onu bağlayamam ben. Kuşların en güzel seslisidir o.

“Abdal olmayan herkes ağamızdı”


•İstanbul’dan Kırşehir’e döndüğünüzde üzücü bir olay yaşamışsınız.


Her sabah kalkar çarşıya giderdik, akşam olmadan da evimizin ihtiyacını alır, dönerdik. İstanbul’dayken gördüm, orda herkes birbirine denkti. Ona sebep, ben de Kırşehir’de şapka takmamıştım. Yolun kenarında cami vardı. Yaşlılar caminin kenarında oturuyorlardı. Dönüşte caminin önünden geçerken çocuklar beni taşlamaya başladılar, Bağbaşı mahallesinde şapkasız geziyorum diye. O tarihlerde Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi, hazmetmezlerdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın… Düğün-derneklerde de sürekli şapka takardık. Abdal olmayan herkes, büyüğü de küçüğü de bizim ağamızdı. Onlara hürmet göstermek zorundaydık. Beş yaşında bir çocukla bile “Ağamın oğlu, ağamın kızı…” diyerek konuşurduk.


•Taşlanma olayından babanıza bahsettiniz mi?


Bahsetmedim, bahsetsem ne olacak? O da bilirdi. Biz onlara muhtaçtık. Onlar düğününe çağıracak ki biz çalıp bahşiş alıcaz. Kimi şikâyet edelim? Öyle bir cesaretimiz yoktu, aç kalırdık. Ondandır ki ayrıldım o topraklardan. Çeşitli türkülerde de isyan ettim buna.

Abdallar dağıldı gitti


•Sizin kadına bakışınız farklı. “Kadınlar insandır, biz insanoğlu” diyorsunuz. Geldiğiniz kültürde de böyle midir, yoksa bu sizin şahsi görüşünüz mü?


Kendi görüşüm bu. Bektaşi’yim ben, deyişler çocuğuyum. İnsanlara doğruyu onların anlayacağı şekilde söylemek gerekiyor. Şu kısa ömürde insanlar dünyaya geliyor, nereye geldiğini bilmeden gidiyor çoğu: “Vücut ölür ama ruhlar ölmez / bunca mahlûkat var, hiçbiri gülmez / Cehennem azabı zordur çekilmez / Azap çeken hayvanları görmeli.” Kendi doğrularımı söylüyorum…


•Abdallarda kadın müzisyenler var mı?


Yok, bizde kadın müzisyen yok. Çalmazlar da, okumazlar da. Aile şeyi böyle. Yarım asır geçmiş, şimdi bile yok. Çünkü gidip geldiğimiz yerler erkek yerleri; düğünlere gidiyoruz. Varsa da, kendi aralarındadır.


•Kürt Abdalları duydunuz mu hiç?


Tabii, çok Kürt Abdalları var. Neden Kürt Abdalı? O da babalarımız gibi, gitmiş, Kürt köyünün içinde kalmış, Kürtlerin düğünlerinde çalmış, Kürtçe öğrenmiş. Onlara da “Kürt Abdalı” derler. Herkes nerede ise oranın Abdalı olmuş, biz de Anadolu’nun Abdalıyık.


•Abdal müziği bugün yaşatılabiliyor mu peki?


Bizim çocuklarımız şapkalarının gölgesinden çıkamıyorlar. Duygusal insanlar bunlar, davet edilmeyen yere gitmeyen insanlar. Başkaları bizim türkülerimizi televizyon kanallarında söylüyor. Bizimkiler o cesarete sahip değiller. Eskiden düğünlerde “Cin işi, şeytan işi” derlerdi, kimse elini uzatmazdı saza, kemaneye, davula, zurnaya. Okula giden gençler baktılar ki cinin de, şeytanın da fotoğrafı yok, aldılar davul-zurnayı, sazı ellerine. Bizimkiler aç kaldı. Tahsilleri yok, aç kalanlar da dağıldı her tarafa. Benim bütün hısım-akrabalarım İzmir’e gelmiş.Şimdi hanımlar ev temizliğine gidiyorlar, kalanlar da hanımlarının yolunu bekliyor, bir cigara parası getirecek diye. Kendi mesleklerini yapamıyorlar. Bu gelenek, bu kaynak yok oluyor tabii. Abdallar dağıldı gitti. Bu türkülerin kaynağı kuruduğu zaman bu kültür ölmüştür.Bu kültüre Kültür Bakanlığı’nın el atması lazım. Bakanlığın, Türkiye’nin dört köşesindeki kaynakların özüne inmesi lazım. Abdallara aylık verilmesi lazım, “Siz bu kültürde doğal olanı devam ettirin” denmesi lazım. Benim ricalarımla Kırşehir’den ve Keskin’den 15’er kişi bakanlığa alındı. Sözleşmeliler; kadroya alınmadılar daha. Bu insanların tahsili yok. Gençler okuyor ama bu sefer de sazı bırakıyorlar. Saz bize ecdattan gelen bir kanaldır, kaybolmaması gerekiyor.


Abdallar ve Neşet Ertaş hakkında:


Terim olarak “gezgin, derviş, deli, sofu, veli, mecnun, divane, şaşkın” gibi anlamlar barındıran ‘Abdal’ sözcüğü, IX. yüzyıldan sonra tasavvufi bir anlamda da kullanılmıştır. Yerleşik inanç sisteminin dışında konumlanan, Kalenderilik ve Bektaşilik ile sıkı bir ilişki içinde biçimlenen bu topluluk, Anadolu’da aşiret yapısı içinde örgütlenmiştir. İnançları ve ayinleri açısından büyük oranda Anadolu Aleviliği kapsamında yer alırlar ve diğer Alevi zümreleri ile ortaklıklar gösterirler. ‘Türkmenlik’ gibi tek bir etnik kökene indirgenemeyecek kadar karmaşık bir tarihi olan Abdalların –kimi ortak özellikler taşımakla birlikte– Çingenelerden de ayrı bir etnik yapıları olduğu düşünülmektedir. Bazı yerel araştırmaların ortaya koyduğu verilerden hareketle, Abdalların “gizli” ve “özel” bir dilleri olduğu da söyleniyor.

Başta Orta Anadolu (Kırşehir, Yozgat, Konya, Kayseri, Keskin), Çukurova (Toroslar, Adana), Doğu (Antep, Diyarbakır, Maraş) ve Ege illeri olmak üzere ülkenin birçok yerine dağılmış olan bu göçmen topluluk, günümüzde büyük oranda yerleşik hayata geçmiş bulunuyor. Anadolu’da elekçilik, sepetçilik, kalaycılık, nalbantlık, davulculuk gibi el sanatlarıyla uğraşan Abdalların en yaygın mesleklerinden biri “çalgıcılık”, yani müzisyenlik.

Abdalların bulundukları yerlerde dışlandıklarına, marjinal bir hayata hapsedildiklerine dair birçok veriden bahsedilebilir. Bu duruma yoksulluk, kendini topluma uyarlamak için kimliklerini törpülemek ya da kapalı mahallelerde “savunma” duygusu ile yaşamak gibi olguları eklemek de mümkün. Dolayısıyla, hâkim toplumsal yapıya kendini adapte etme çabası, sonuçları itibariyle bir asimilasyon sürecine dönüşme tehlikesi taşıyor.

Abdalların yaygın uğraşlarından olan müzik üretiminin önemli kanallarından biri Kırşehir bölgesinde karşımıza çıkmaktadır. Bulduk Usta ve Yusuf Deveci’nin yanında çıraklık eğitimini aldıktan sonra kendi özgün yorumuyla bir ekol oluşturan Muharrem Ertaş (1913-1984) bu zincirin önemli bir halkasını temsil ediyor. Onu Hacı Taşan, Çekiç Ali gibi yerel sanatçıların takip ettiğini belirtelim. Abdal müziğini yerel üretimin sınırları dışına çıkaran ve geniş dinleyici kesimleriyle buluşturan ilk popüler isim ise Neşet Ertaş olmuştur.


Neşet Ertaş 1938’de Kırşehir’in Kırtıllar (Tırtıllar) adlı bir Abdal köyünde doğdu. Daha çocukluk döneminde, 5-6 yaşlarında iken “köçek” olarak babasının yanında düğünlere giden Ertaş, ihtiyaca göre zil, keman, cümbüş gibi enstrümanlar çaldı; daha sonra bağlamayla devam etti. Gururu kırıldığı için köçekliği bırakıp Ankara’ya gitti; yıllarca pavyonlarda, düğünlerde, turnelerde müzik yaptı, İstanbul’da plaklar doldurdu. En sevilen şarkılarını bu dönemde besteledi. 1978 yılında alkol nedeniyle sağlığı bozuldu, tedavi için Almanya’ya gitti ve yıllarca dönmedi, hatta öldüğü yolunda haberler çıktı. 1999 yılında Kalan Müzik, Ertaş’ın bütün eserlerini bir CD külliyatı olarak yayınlamaya başladı. Müzik yaşamıyla üç kitaba konu oldu: B. Bilge Tokel, Bir Neşet Ertaş Kitabı, (Akçağ Yay., 1999); Ö. Özcan, Neşet Ertaş: Yaşamı ve Bütün Türküleri, (Simurg, 2001); H. Akman, Gönül Dağında Bir Garip, (İş Bankası Kültür Yay., 2006). Neşet Ertaş hakkında, Can Dündar tarafından hazırlanmış bir belgesel film de (Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik, 2005) bulunuyor. Abdal müziğinin yaşayan bu son büyük temsilcisi ile, konser vermek üzere geldiği İstanbul’da bir söyleşi yaptık.


AGOS, EROL MUTLU – ULAŞ TOSUN