Barda kimse kalmadı. Uzun upuzun bir günün sonrası öyle bir yorgunluk düştü ki şehrin üstüne tüm ağır sesler kesildi birden. O kafa patlatan kargaşalar yerini kayalıklara çarpan dalgaların sesine bıraktı. Birkaç saat önce büyük bir kavga oldu. Görmeliydiniz, şişeler herkesin kafasında patladı. Kırmızı gömlekli olan sanırım kendisi bir tır şoförüydü, şurdan yani en sondaki masadan koşarak gelip içeriye yeni girmiş olan daha önce bir yerlerde gördüğümü düşündüğüm adama saldırdı. Bu olaylar karşısında ben hiçbir şey yapmadım. Evet, sadece izledim. Kan, öfke ve uçuşan yumruklardan sonra kendimi ufak sıyrıklarla kurtulmuş, şimdi bulunduğum yerde oturmuş halde buldum. Barmen ve çakırkeyif birkaç müşteri dışında artık kimse rahatsızlık vermeyecek diye düşündüm.


 Bu ahşap taburede ne kadardır oturuyorum bilmiyorum ama uykusuzluktan yere yığılmayım diye dirseklerimle destekliyorum başımı. İçimin ta midemden alevlendiğimi hissediyorum. Tutuşmaya başlayan dallar gibi oluyor şehir. Gözlerimi yakıp geçen gecenin sonsuzluğunu sürekli hatırlatan neon ışıklar var bir de. Onlar zamanlarımı bozuyor. Akreple yelkovanı bir türlü yakalayamıyorum.


 Parmaklarımı biraz önce bitirdiğim kadehten çektim. Bir süredir bittiğinin farkında bile değildim. Başımı tezgahın yanındaki duvara yasladım. Ara sıra caddeye açılan kapıya bakıyor ve yılbaşı için süslenmiş tavan süslemelerine göz gezdiriyordum.


Önceleri ben daha küçükken annemin beni babamdan nasıl sakındığını onun korkusunun hapse girdikten sonra bile peşimizi nasıl bırakmadığını anımsadım birden. Her şey on yaşımda treni ilk kez görüşüm ve “Ne kadar hızlı bu şey!” dediğim kadar süratle yaşanmıştı. Mahallenin suçsuz bir gününün geçmediği her günde okula gitmeye çalıştığım ve horlanmış çocukluğumun izleri hala aklımın bir kenarında. Annemi on iki yaşımda, beni aniden bıraktığından bu yana hiç görmedim mesela. Gidip sorabilirdim, araştırabilirdim ama yapmadım. Devletin o soğuk koridorlu yurtlarında hep iyi günlerin geleceğine inandım durdum. Gençliğimi, devlete hayırlı bir vatandaş olarak harcamaya çalıştım. Hiçbirini beceremedim.


Bu, yeteneksiz oluşumdan değil bağlandığım her şeyin uçup gitmesiyle alakalı bir şeydi sanırım. Ara sıra yurdun duvarlarından atlamayı başarır arkadaşlarımla yakındaki markete gidip gazoz alır ve gölete doğru yürürdük. İlerde ne olacağımızı tartıştığımız ürpertili yaz gecelerinde ben hep iyi bir ev ve harika bir işim olmasını dilerdim. Diğerleri hayalindeki o mükemmel kadını tasvir eder, çok iyi bir aile kuracağından söz eder ve iş bir süreden sonra dramlaşırdı. Şimdi ben hariç hepsi bu ideallerine çok yakın.


Buraya iki adımlık mesafedeki o derme çatma dairemden tüm bunları düzenli olarak düşündüğüm çoğu akşam gelirim. Eskiciden aldığım mor abajurum haftanın beş günü sabaha kadar odamı aydınlatır. Kalemler, kağıtlar birbirine girer. Pencerem hep sahile bakar. Çay her sabah aynı saatte kaynar. Bunlardan sıkıldığım zamanlarda bara uğrarım. İlerde sokak arasında bir kitapçı var. Okunacak bir şeyler geldiği zaman bir iki tane alıp sahildeki banka veya daireme geçerim.


Arkadaşlarımın çoğu e-posta yollayıp durumlarının her seferinde daha iyi olduğundan bahsediyor. Hayat denilen şey sahiden varmış onlara göre. Anı yaşamakmış Carpediem’miş. Sonra bana kartpostallar gönderip eşleri ve çocuklarıyla olan fotoğraflarını yolluyorlar. Ben de şehrin özledikleri yerlerinden kareler gönderiyorum. Devletin verdiği burs olmasa onlara işim hakkında yalan söylemezdim, iki yıllık koca bir yalanı ustaca kurguladım ve hepsi beni bir çağrı merkezinde çalışıyor olarak biliyor.


 Bu sabah aldığım iş teklifini saymazsak iki yıldır elle tutulacak hiçbir şey yapmadım. Düşünmekten bir an bile kurtulamadım. Şimdi her şey olağan geliyor. Barın kapısına bakarken ve gece bir türlü bitmezken kendimi bin kez düşleyebiliyorum.


Barın kapısı yavaşça açılıp kapandı. İçeriye etrafı gözetleyen, birini aradığı belli olan yirmili yaşlarının ortasında bir kadın girdi. Daha önce hiç bu kadar tanıdık bir gülüş görmemiştim. Paltosunu hafifçe silkeledi, küçük siyah çantasını eline aldı ve hafif öfkeyle:


“Mert Bey” dedi. Nefes nefeseydi ve hala beni görmemişti. Göz göze gelmemek için çabaladım. Neden bilmiyorum ama onu görünce biraz önce donan zaman tekrar yürürlüğe girdi. Rüzgar, içerideki kasvetli havayı temizledi.


Ben doğrulup elimi yavaşça kaldırarak nerede olduğumu bildirdim. Beni görünce rahatladığını derin bir nefes verdiğini fark ettim.


“Sonunda,” dedi. Yerinde durdu bir şeyler anımsamış gibi oldu. Saçını eliyle düzeltti ve yanımdaki tabureye oturdu. Heyecanlıydı.


“İnanmıyorum,” dedi elini uzattı, elini sıktım. “Bunca zaman sonra sen...”


Ceren, onu tanıdığım bir yıllık sürenin ardından benle yollarını ayırmıştı. Travmalarıma daha fazla katlanamadığı için miydi yoksa eylemsizliğim mi buna yol açmıştı bilmiyorum. Bir sabah her şey yerli yerindeyken eşyalarını toplayıp gitmişti. Beni terk edenler arasında not bırakan tek kişiydi. Yazdığı notu hala cüzdanımda saklıyorum. Her kelimeyi anımsıyorum: “Bu gidiş ikimiz için de en iyisi, umarım bir gün yaralarını saracak birisi olur.”


Üç yılın ardından onu bu barda beni arıyorken bulmak, her şey yitip gitmişken karşımda görmek o kadar iyi hissettirdi ki uzun bir süre gözlerim onun gözlerinde kaldı.


“Hiç değişmemişsin.” dedi açık sözlüydü: “Hala durduk yere kaşlarını çatıyorsun.”


“Sen çok değişmişsin.”


“Hiç öyle değil… Birkaç saattir her yerde seni arıyorum. Telefonlarına da ulaşamıyorum. Neden cevap vermiyorsun?”


“Telefonum yok.” dedim sakince.


“Şaka yapıyorsun galiba…” deyip güldü: “Ne zamandan beri dünyadan kopuksun?”


“Ulaşabildiğine göre birkaç ışık yılı uzaktayım.” dedim tebessüm ederek.

Sinirlenmiş gibiydi ama bunu üstelemedi.


“Değişeceğini düşünmüştüm. Ama sen hala bir mucize bekliyor gibisin. Daha ne olmasını istiyorsun? Bu kadar yıldır bir bitki gibi yaşamışsın sanki.”


Hep böyle haklı cümleler kurardı. Şimdi de onun gelişi bir mucize gibi geliyordu. Bunca yıl ben bu sözü duymak için mi bekledim... Gerçi o hep şansın safsata olduğunu düşünürdü. Bana her defasında fırsata doğru koşmam gerektiğinden bahsederdi. Beni ödipal kaoslarımın içinden çıkarırdı. Çöküp bir kenarda tükenmiş hissettiğimde hep iyi olmak için sebepler sunardı. Onu kaybetmiş olmamın aynı zamanda umudu da yitirmiş olduğum anlamına geldiğini anladım. Bu yüzden mucize kavramı bende anlamını tüketmişti. Bir bitki ne kadar güneşe ihtiyaç duyuyorsa o kadar güneşsizdim.


“Bazı ışınlar hayatıma artık uğramıyor” dedim, gözlerimi kıstım: “Senin ışığın yansıyana kadar bu topraklara yıllardır güneş doğmuyordu.”


Güldü, saçlarını tekrar düzeltti. Yaklaşıp elini yanağıma dokundurdu.


“Çok yorgun gözüküyorsun Mert.” dedi. Gözlerime baktı. Kısa bir sessizlikten sonra: “Buraya neden geldiğimi biliyor musun?”


Bilmiyordum ki bunu da panikle hiç düşünememiştim. Düşünsem de aklıma onun neden tekrar döndüğüne dair hiçbir şey gelmedi. Kararsızca durup onu dinledim.


“Ben bir süredir danışman olarak çalışıyorum. Bana sürekli bazı temsilcilerden çizimler geliyordu. Şirketin mailine ve bana yüzlerce geldi belki de. Hepsi anonim bir isimle ama aynı tarzdaydı. Oturup sabaha kadar hepsini inceledim. Bir ipucu bulabilmek için didik didik tüm çizimlere baktım. Sonunda çizdiklerinin içinde bir tanesi senin o zamanlar bile ufak tefek de olsa bir şeyler karaladığını aklıma getirdi.”


“Lise binasının ortak avlusu muydu bu?”


“Evet, tam olarak oydu. Daha sonra seni bulmak için değiştirdiğin adreslere ve çıkardığın arkadaşlarına ulaşmak zorunda kaldım. Elimde sadece bu civarda bir yerlerde oturduğunun bilgisi vardı. Bin Ladin’den daha iyi saklanmıştın senin anlayacağın.”


Dairemde çizdiğim resimleri internette paylaşıyordum evet ama hiç peşine düşüp kim ilgileniyor kim ilgilenmiyor diye bakmıyordum. Ceren’in bunları takip edip beni bulması ise en baştan beri takdir edilesiydi. Bin Ladin az kalırdı gerçi ben mahallenin bana hayalet demesine alışmıştım. Tamam, her şeye rağmen beni bulmuştu aferindi ona. Burada ona tutunamayışımdan, beni mağaramdan falan çıkarmamasından dem vurabilirdim. Postmodernist olmamak için daha az modern davranmaya çalışıp durumu rasyonalize etmeye çalıştım:


“Peki, neden beni bulmak istedin?”


“Bulunmaya niyetli olmasan da sana bir teklifle geldim. Bulunduğum şirket sana bu bataklıktan çıkman için bir iş sunuyor. Gelip bizimle çalışacaksın. Patronum maaş ve geri kalan işleri sen işi kabul ettiğinde halledecek. Yapman gereken şurayı karalamak en iyi yaptığın iş değil mi?”


Bir süre durdum. Ceren’in gözlerinden bunu ne kadar istediğini, dairemi, göleti ve barın sessizliğiyle birlikte her şeyin değişebileceği ihtimalini düşündüm. En önemlisi de ben de bu fikre ısınmıştım.


Ceren, ben düşünürken etrafı izliyordu. Kanamayı durdurmak için burnunu peçeteyle baskılayan adama sonra barın ıslanan camlarından dışarıya yeni başlayan yağmura göz atıyordu.


Daha fazla düşünmek istemiyordum. Zaten bu zamana kadar düşünüp de ortaya bir şey koymamıştım. Her şey düğüm olup çıkmıştı. İlk yıllarda hem kendi üzerime hem de öteki üzerine düşünür benliğe ve onun yıkımına uğrardım. O zamana kadar yalanlamış olduğum gerçekliği, diğer yarımı bulacağıma inanır buna rağmen hiç tamam olamayacağımı düşünürdüm. Her şey bundan ibaretmiş de ben böylece asıl kendime ulaşacakmışım gibi hissederdim. Ceren, bu olaylar gereğinden fazla olay çıkardığında her şeyden vazgeçmeyi seçti. Ben kendime tahammül edemezken o edebiliyordu. O, bazı şeylerin düşünmek için çok saçma olduğunu çok iyi biliyordu.


Bu yüzden “Tamam,” dedim. Kendimden ilk defa emindim. Kalemi alıp imzaladım.


Ceren, sevinç gösterileri yapıyordu. Cebinden iki kağıt çıkarıp bana doğru gösterdi. “İşte,” dedi gülümseyerek: “Bu sabahki biletlerimiz.”


“Geleceğime bu kadar emin miydin?” dedim, şaşırmıştım.


“İlk defa emindim,” dedi dudağını büktü: “Çünkü her çıkış yolu arayışında seni çizimlerinin arasında buldum. Seni bir tek ordayken evinde gibi gördüm.”


Bana bir zamanlar dünyadan uzaklaşıp kendi köşeme çekilmemi söyleyen her şey uzaklaştı birden. Şimşekler çaktı ve dünya yeniden yaratıldı. Kıtalar ayrıldı birbirinden, krallar öldü, sanayi gelişti ve J.F. Kennedy bir kez daha suikaste kurban gitti. Her şey yapayalnızlıktan kurtuldu. Soğuk akşamüstleri hiç sigara dumanlarını anımsatmadı. Geceleri babamı hiç öldürmek istemedim. Hiç düşlemedim annemi gittikten sonra. Yaralarımı hiç olmadığı kadar sakladım çünkü görünmelerine gerek yoktu.


O günün sabahı yağmur şiddetini artırırken uçağa bindik. Geride kalan her şeyi kibrit aleviyle tutuşturdum içimde. Loş odamı çoktan unuttum. Kitapçıyı, barı ve sahildeki bankı uçup giden şeyler olana dek zihnimden kovuşturdum.

 

İçimde bir yerde sonsuz bir tatilin sıkıştığını hissediyorum. Asıl kendimi ve asıl maceramı görebildiğim kısmıyla anımsıyorum. Bu şey geleceğin bir parçası haline geliyor. Görünür bir ev bana çok tatlı bir anı hatırlatıp duruyor. Uyumakla uyuşukluk arasında ben bir söğüt ağacının altında uyuklarken bundan sonra yalnız olmayacağımı düşlüyorum. Bu şey, bir şeylerin mümkün olduğuna inanmak gibi. Rus romanlarındakine benzeyen o geçmeyen dinginliğin esiri oluyorum. Daha tatlı bir şeyle anlatacak olsam çikolata mahmurluğu derdim. Bir öğleden sonra aklımda dünyaya ait hiçbir şey yokken yola çıkmış olmak ve yaşanacak tüm olasılıklardan bahsederken seni hiç bıkmadan dinlemek gibi bir şey. Evden yeterince uzaklaşmışım ve yolu tekrar buluyorum.


Yan yana oturuyoruz. Uçak biraz sonra kalkacak. Ceren’in kulaklığından Sinatra’yı duyuyorum. Gözlerini dinlendiriyor, kulaklığının birini çıkarıp beni dinliyor.


“Ne yapıyorsun?” diyorum.


Çantasından çıkardığı güneş gözlüğünü takıp: “Sabun,” diyor.


“Anlamadım?”


“Sabun yapıp satıyorum.”


Beni hayatımın çok garip bir döneminde tanıyan Ceren’e dönüyorum: “Ben de Jack’in kırık kalbiyim.” diyorum gözlerinin içi gülüyor, ben de gülüyorum.


Tablo: Nighthawks (1942), Edward Hopper