Bir özgürlük türküsüdür, tutturmuş gidiyoruz. Ancak sazımız eksik...


İnsan, seçimlerinde özgür müdür? Yoksa insan genelgeçer kanunlara, ahlak yasalarına veyahut inanç ilkelerine göre mi hareket eder?


Bu soruları bizden evvel nice filozoflar sorup durmuşlar ve kendi düşüncelerine göre de cevaplar aramışlardır. Biz de bu yazımızda bazı açıklamalarla bu konuyu ele alacağız.


Friedrich Nietzsche (Alman filozof); aforizmalarında ve kitaplarında, üstüninsan’dan söz eder. Bu üstüninsan kavramı, ona göre özgür insanı temsil eder. Öyle ki Nietzsche üstinsan’ında; özgür ve kendini geliştirmiş-gerçekleştirmiş insanı, kendi ben’ini tanıyan insan olarak tanımlar. Kendi ben’ini tanıyan insan ise fıtratı, doğası, yapısı, istek ve arzularını bilebilen ve bunları doğal olarak karşılayabilen insandır. Çünkü filozofa göre insan ancak bu şekilde üstinsan’a ulaşabilirdi. Bu sayede kendini tanıyıp geliştiren insan da kendini gerçekleştirmiş olacaktı. Üstinsan’a ulaşamayan insanlar ise basit ve sıradan olmaya mahkûm idiler ona göre.


Bundan dolayıdır ki insan fıtratına ters düşüyor diye, Deccal kitabında Hristiyanlığı mahkûm etmiştir Nietzsche. Çünkü onun tabirine göre, zorba ve düzenbaz rahip -burada kilise düşüncesinden söz ediyor- insanın fıtratında olan yeme, içme, cinsellik gibi temel ihtiyaçları kaçınılması gereken birer zaaflık olarak görüyor ve insanı çile ve acı çekmeye davet ediyordu tıpkı İsa'nın çektiği çile gibi. Aslında ister istemez Nietzsche’nin bu sözleri, Hristiyanlığın rahip (kilise) tarafından değiştirildiği kanısına varıyordu.


Tam olarak tanrıya inanıp inanmadığını bilemediğimiz Nietzsche, aynı isimli kitabında Müslümanlıktan ise övgüyle bahsediyor hatta Haçlı Seferleri sayesinde Müslümanları yakından tanımış olan Hristiyanların gördükleri bu koca İslam medeniyeti karşısında eğilmeleri gerektiğini vurguluyordu. Elbette ki filozof; İslam inancına sahip olduğu için değil, Müslümanlığın insan fıtratına uygun olması sebebiyle söylemişti bu sözleri. Çünkü Müslümanlık, Hristiyanlık gibi temel ihtiyaçları hor görmüyor, bu ihtiyaçları kendi ahlak yasasına uygun biçimde insana bahşediyordu. Örneğin; yemenin içmenin bir nimet olduğunu söyleyen İslam, israf etmemeyi öğütlüyordu. Cinsel arzunun giderilmesi için hayvanlar gibi değil de insanlar gibi evliliği tavsiye ediyordu. Örnekler elbette de çoğaltılabilir. Bizim burada demek istediğimiz, İslam’ın insan doğasına uygun bir biçimde ahlak yasaları koymasıdır. İşte tam bu noktada, özgürlük sorusunu kendimize sorarken ıskaladığımız bir şey ortaya çıkıyor:


Hangi inanç olursa olsun, hangi ahlak yasası veyahut kanunlar... İnsan bunlardan birini benimsemişse, bu benimsenenlerin prensiplerini de kabul etmiş demektir. Her şeyden evvel sorduğumuz bu soru yanlıştır. Çünkü kabul edilen inanç insana öğüt, kanunlar ceza, ahlak yasaları ise davranış biçimleri getirecektir. Bu noktada insanın şu soruları sorması daha mantıklıdır: Ben inanıyor muyum? Yoksa her türlü inancı ret mi ediyorum? Bu bana özgürlük getirir mi? Ölümden sonra beni ne bekliyor? Hangi inanç, din fıtratıma en uygun? Özgürlük her istediğini yapmak mıdır? Tüm bu sorular başka soruları doğurur, doğan sorular da yeni soruları…


Bize göre insan seçimlerinde ve davranışlarında özgürdür. Ancak bir inancı, bir ahlakı benimsemişse bunların getirdiği ilkeleri de kabul etmiştir ve bunlardan mükelleftir. Burada yaratıcının bir sözünü vurgulamak istiyorum: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” Bu söz inanan insan için gayet açıktır. İnanmayana ise bir şey ifade etmesini bekleyemeyiz. Hülasa, insana özgür olacağını veya olduğunu kim söylemişse koca bir yalan söylemiştir. Bu yalan da ölümden sonra hakikatin ta kendisine çıktığımızda son bulacaktır. Sözlerimi Nietzsche’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Sen gerçeğin ne kadarına dayanabilirsin?”