Bezelyeleri tek tek yediğin zamanın tozları hâlâ ciğerlerimde. O yüzden dinlemek zorundasın.
İçimi saran kutsal hayvanları dinleyeceğin kısımlar buralar.
Bunları niye görüyorum bilmiyorum. Seninle bir yaşamımız var. Gelecekten parçalar geçmişime karışıyor ama bu durumdan şikâyetçi değilim. Bir bebek var kucağında ve bana gülümsüyorsun, ardından babam çıkıp bana sert bir tokat atıyor. Acımıyor bu sefer. Sen varsın çünkü. Kulağım kanıyor. Eskisi gibi net duyamıyorum bir daha.
Bunlardan sıkılırsan bırak ve bütün kâğıtları yak.
Gördüklerimi aktarmak benim işim, dinlemekse senin.
Yanımda sen ve o bulacağım hayvan olursa rahatlayacağıma inanıyorum. Geçmişimden gelenleri savuşturabilecek en güçlü şey sensin. O hayvanı bulduğumda orada olmalısın.
Pişmanlık varsa, hatırlanan zaman düz bir çizgide ilerlemez o yüzden dikkatli dinle.
Kendini hazırla.
Pişmanlık varsa, hatırlanan zaman düz bir çizgide ilerlemez.
Hadi…
Sessizliğin gebe olduğu şeyi bulabiliriz beraber. Hiç sesin olmadığı hatta hiçbir şeyin olmadığı yerdeki gizli bütün kelimeleri bulmaya çalıştığımız bir oyun bu. Geride bıraktığımız zamana kızgınlıkla bakabilecek kadar duru kelimeler bunlar. Onları arıyorum. Sen yanımdayken daha cesurum. Beni koruyacak hayvanlara ihtiyacım var. Tut elimi. Onları bulduktan sonra evcilleştirebilmem için gözlerin gerek, parıldayan boynun ve narin bileklerin de.
Kurumaya bırakılmış sebzelerin ipteki görüntüsü kadar unutulmayacak adımlar atmalıyım. Yanımda olmasan da onları bulduğumda öyle karşı koymalıyım ki en yakındaki su kaynağına yazılabilsin her şey.
Unutma, Suyun Hafızası, dünyanın hafızasına eşdeğer.
Bin yıl önce ölen savaşçının son sözünü dahi bulabilirsin sularda. Akışıyla her an yeni bir nehir doğduğuna inanma. Ay ışığı nehre vurunca gözünü kamaştıran ışığın güzelliğini boş ver. Suya bak. Moleküllerinde birinin anılarını saklayan su fikri seni gülümsetmiyorsa bırak ve bütün kâğıtları yak.
Elini sımsıkı tutuyorum. Merdivenlerden aşağı koşar adım iniyoruz. Sokakları bir bir geçip istasyona varıyoruz. Bilet almaya gidiyorum. Döndüğümde yoksun ama nereye gidersem gideyim vardığım yerde olacağını biliyorum, bu cesaretin kaynağını ise bilmiyorum.
Kompartıman sessiz. İçeridekiler birbirlerine bakmamakla meşgul. Sessizlik oyununu ben de oynadığımdan kim olduklarını hatırlamıyorum bile. Onların da bana bakmadığını bilmeme rağmen beni unutmayacaklarına inanıyorum. Her yol arkadaşına bırakılmaya çalışılan o ölümsüzlük arzusu dördümüzün ortasında can bulmuş oturuyor. Bilet kontrolüne gelen görevli bile kaçıramıyor o arzuyu.
Gözlerimi kapattığımda balkondaki saksıda büyüttüğün domates geliyor aklıma. Bunlar olacak biliyorsun o yüzden korkma. O saksıdaki ilk domatesi ağzıma atınca güleceksin.
O domatesin tadı gelince gözümü açıyorum ve hepsine bakarak kendimi onlara sunuyorum. Hepsi birden telaşlanıyor. Onlardan aldığım ölümsüzlüğün cesaretiyle en arka vagona kadar yürüyorum. Son kısmın kapısını açınca birilerini görüyorum. “Burası son!” bakışlarını görüyorum ve arttırıyorum. Kapıyı açık bırakıp geriye doğru on adım atıyorum. Koşacağımı anladıklarında içeri kaçışıyorlar. Sonun olmadığını göstermem gerek. Hikâyenin benim hikâyem olduğunu ve seninkine karışıp bizim olacağını koşarken nasıl anlatayım; kutsal hayvanı bulmaya gittiğimi nasıl söyleyeyim.
İçimdeki her şeyi ortaya serecek hayvanı arıyorum.
Tut elimi bırakma.
Ya da bırak. Yoluma her türlü çıkacağını açıklayamam ama.
Nereye
gidersem
gideyim
orada
olacağını
nasıl
anlatayım.
Kompartımandan çıkıyorum.
Trenin arka vagonunda çıkış kapısı açık. Demirlerden ötesi, sağlı sollu ağaçlar, demiryolu ve bembeyaz bir gökyüzünden ibaret.
Koşu başlıyor.
Öze doğru atılan okun durmadığı bir koşu bu.
Arkamdan seslendiğini duyuyorum ama Orfeo’nun hikâyesinden çok şey öğrendim. Arkama bakamam. Vardığım yerde olacaksın zaten.
O hayvanı bulduğum anda yanımda biteceksin.
Son vagondaki koşum devam ediyor. Bel hizama gelen demirlere ayağımı bastığım anda gelen o rahatlama hissiyle yeni bir dünya kurabilirim. Gölgeyle beslenen balıkların olduğu, her şeyin sonsuz defa tekrarının olmadığı, sadece bir defa yaşanan yeni bir Dünya. Lethe nehrinden geçip ulaşılan cesur yeni dünya belki de burası.
Ayağım demirlerden ayrıldığında başlayan yükselişle kendi galaksimi yaratabilirim; alçaldıkça içime dolan sevinçle de kendi evrenimi.
Yükseldiğim noktanın fazla oluşu düşüş sonrası dünyaya daha güçlü karşılık vereceğimi gösterdiğinden mutluyum. Çarpışmaya hazırım.
Karar verilen olmaktan kurtarabilecek bir kafa tutuş bu.
Artık biliyorum ki yadırganamayacak kadarım.
Bir dal sesi ve çatlayışı ortalığa yayılıyor. Beni yavaşlatan ama kaburgamın sağına bir parçasını bırakan minik bir dal var. Sırt üstü düşer düşmez vücudumun püskürttüğü minik parçanın kızgınlığı sarıyor her yeri. Bin yıl yaşamak varken kanla kaplı oluşuna kızıyor. Kanımla dallarına sunulan geçmişimden o da memnun değil.
Anılarım damla damla akıyor toprağa. Sıcaklığını hissediyorum ama devam etmem gerek, bulmam gereken bir şey var. Her şeyi çözebilecek bir hayvan. Var biliyorum.
Anıların kanda taşındığını nasıl anlatayım her şeye. Nereye gidersem gideyim orada olacağını nasıl anlatayım.
Pişmanlık varsa, hatırlanan zaman düz bir çizgide ilerlemez, demiştim.
Evdeyim. Annemle babam işteler. Masanın üstünde bir tabak yemek var. Onlar gelene kadar oturuyorum. Vazgeçilmiş her şeyin ağırlığı var her şeyde. Hava bile ağır o sırada. Oraya seni koyunca anca hafifliyor her şey. Kanepeye oturuyorsun, ben de başımı dizlerine koyuyorum. Kan akmaya devam ediyor. Boz bulanık oluyor her şey. Yastığı dizlerinin üzerine koymana izin vermiyorum. Ateşim var ve kusmamam gerek. Yere kusarsam olacakları düşünemiyorum bile. Kirli küvetin içinde soğuk suda yatıyorum. Tek sıcak şey elin oluyor. Kan akmaya devam ediyor. Pek çok meşe ve nemli toprak geride kaldı artık. Bir tilki var önümde. Acaba aradığım bu mu? diye soruyorum. Elimi sıkınca küvette irkiliyorum. Ateşim yok artık. Doktor soruyor “Ateşin sorumlusu sen misin?”
Avuçlarımda kar olsun isterken dayanılmaz bir soğuk sarıyor etrafı. Elimde bir ıslaklık var aynı anda kuş sesleri de. Ağaçların arasında bel hizama gelen yeşil otlar var. Sadece bir yere toplandıkları için korkutucu görünüyorlar. Seni bile onun girişine koyamıyorum. İçine dalma arzumun da oluşu sızımı daha çok hissettiriyor.
Annem havluya sarıyor beni. Küvetteki su artık sıcak. Üstümü giydikten sonra iki parmak kalınlığındaki sopa kaburgamın sağ tarafına iniyor. Kanepenin kenarına biraz kusmuşum. Kırık sopa duvara fırlatılıyor. Bir kapı çarpma sesi. Bir baba siniri. Çalılığın yanından kaçıyorum sonra. Gördüğüm en ışıklı alana doğru ilerliyorum. Bir baca dumanı görünüyor. Ormanda çözünüp toprağa karışmayı beklerken gelen dumana karşı koyamıyorum. Yaşama içgüdüsü benden güçlü.
Çıkıyorum ağaçların arasından. Kanım akmıyor artık.
Bir çayırın başlangıcındayım. Seni görüyorum.
Bütün bu haykırışlardan sonra beş adım atınca kaçağı görüyorsun ve donakalıyorsun. Benim gördüğümü senin de gördüğünü anlayınca sevineyim mi üzüleyim mi karar veremiyorum.
Cesur olan benim zannederken, kalakalıyorum.
Bir Boğa. Albino.
İki yüz adım mesafeden bile görebildiğin kırmızı gözleriyle beni bekliyor.
Aradığı şeyi bulan herkes gibi korku doluyum. Korkutucu olan, aranan şey değil bulduktan sonra gelecek boşluk. Yokluğun korkusu içimdeyken koşmaya bir türlü başlayamıyorum. O ise buraya ait olmayan beyazlık içinde yer alan kızıl gözleriyle ayaklarını yere sürüyor. Albino beyazlığı, korkutuculuğunu zerre azaltmıyor, aksine dünya dışı bir varlıkmış gibi geliyor. Boynuzlarının ucu ve burun halkasının siyahlığı ölümü çağrıştırıyor hemen. O halkanın altından çıkan sesin sahibi gereğinden fazla parlak ve gereğinden fazla iri gözleriyle gözlerime bakmaya devam ediyor. İlk adımı benden bekliyor, besbelli. Aradığım şeyi bulmuş gibi hissediyorum. Yemyeşil bir örtü üzerinde karşılıklı bakışıyoruz. Yürüdüğüm sırada etraftaki bütün böcek sesleri de kesildiğinden kendimi bir cam fanusta gibi hissediyorum. Havasız kalacağımı içimden geçirdiğim anda, kurtuluşun da karşımda olduğunu anlıyorum. Beyaz bir kızgınlığa doğru gitmeye hazır olup olmadığımı ölçmeye çalışıyorum ve bunun için hangi ölçü birimini kullanacağımı düşünüyorum. Seçenekler arasında Korku da var Cesaret de; Yaşama İlgisizlik de çeldirici olarak gözüme çarpıyor ama son şık hepsini eliyor: Yok oluş arzusu. Bunu görünce haykırıyorum ama duymuyorum. Babam geri geliyor bir saat sonra. Hiçbir şey olmamış gibi televizyon seyrediyor. İçkisi önünde.
Her şeyi yere bırakıp, ilk olarak ben başlıyorum o boynuzlu albino kızıllığa doğru koşmaya. O ayak sürüyen ve kızgın bakan korkutucu şey duruyor bu sefer. Ayaklarını sürdüğü yerler çoktan kahverengi olmuş bir boğanın şaşkınlığından güç alarak daha da hızlanıyorum. Her adım daha da zevk veriyor. Durduğunu gördükçe artan hızım gerçek manada başımı döndürüyor. O çarpışma anını arzuluyorum. Bu büyük çarpışma bütün her şeyimi ortaya dökecek, bunu hissediyorum. İki yüz adımın sonsuza genişlediğini ve hızımla zamanı yendiğimi görüyorum. Zaman’ı korkutan her şey gibi gururluyum. Evrenin bile korkudan daha da hızlı genişlediğini hayal edip o son adımlarda bile gözünü kapatmıyorum, yine de kararma oluyor. Çarpışmanın şiddetinden çok, sesi daha çok etkiliyor beni. Aşil tendonumun çatladığı an kadar güçlü o ses, her zerreme yapışıyor.
Soğuk odada yalnız yatıyorum yine. Ateşim hala yüksek. Bana bakan tek kişi dahi yok. Yedinci his uykudan başka güvenebileceğim bir şey yok. Ayaklarım ayaklarına değince uyku en güzel yere sandalıyla taşıyor. Karanlığın yüreği her şeyi taşıyabilir.
Uykunun yedinci his olduğunu, onun karanlığı içinde her şey olunabildiğini nasıl anlatayım. Nereye gidersem gideyim orada olacağını nasıl anlatayım.
Boğanın çarptığı bedenim titriyor. En ufak parçama kadar ayrılıp büyük bir enerji yayıyorum. Parçaların birleşmesi sonsuzluk kadar uzun olsa da göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğini biliyorum. Paramparça olmadan kendimle bütünleşemeyeceğimi anladığım zirvedeyim artık. Öyle hızlı parçalara ayrılıyorum ki her taneciğim yanıyor ama küllerim çayıra yayılınca bir olmam kısa sürüyor. Yok oluşu bir iğne deliğinden gören herkes kadar canlıyım, artık tam bir hayatım. Zafer benim; kanım akmıyor artık.
Zaferin tadını alan herkes gibi doyumsuz oluyorum. Çayırın tutuştuğu ân ise beni kendime getiriyor. Çayırın sonunda bir iniş var. Koşuyorum hemen. Her yere çıkabilecekmiş gibi hissettiriyor. Toprağının ayakkabılarımı sarışıyla kendimi güvende hissediyorum.
Düzlükte beni karşılayan tarlanın koruyucusunun kafası yok. Kargaları korkutmaktan çok uzak. Kaburgasının sağından çıkan samanlar yere dökülmeye devam ediyor. Tarlanın sonunda çalışan bir traktör var. Üzerinde kimse yok. Sahibinin gelmesini beklemiyorum. Anneme fısıldıyorum ”Korkma.” diye ama dinlemiyor beni. Salonun ortasında yerde sigarasını içiyor. Kelimelerin olmadığı bir yer orası. Duvara çarpıp kırılan kelimeler. Yarısı sürülmüş tarlanın yanından yürüyorum. Duman kokusu o zaman ulaşıyor. Bir zaferin yaşandığı çayırın kokusu olması onlarca kışı arkada bırakmışım gibi hissettiriyor. Üzerimde koca bir battaniye var. Sobayı yakamamışım. Havasız ama sıcak bir dünya kurmuşum yatağın içinde. Tuvalete gidip geldiğimde ayaklarımın ısınması yarım saati buluyor. Tarlanın sonunda bir otobüs durağı var. Oradasın.
Ne olduğunu anlamadan trendeyiz yine. Babamın artık gelmeyeceği sonucunu birkaç ay sonra çıkarabiliyorum. Artık dışarı çıkabildiğim için umursamıyorum. Özlemek için zorlamıyorum bile. Nefreti alıp gidişi odamdaki her şeye hafifliği sunuyor. Biletler elimizden alınıyor. Yeni yol arkadaşlarıma bu sefer dikkatli bakıyorum. Dünyayı geçici süre paylaştığım iki kişiye ikram edeceğim bir yiyeceğim olsun bile istiyorum. Kemeri masanın üstünde babamın. Uçup sırtıma yapışacakmış gibi duruyor. Bilinci olan bir şeye dönüşmüş çoktan. Aynı heyecanın duymayan yol arkadaşlarıma kızıp acil durum frenine asılıyorum. Biri hariç hepsi sarsılıyor. Sensin o. Biliyorsun değil mi? Elinden tutunca korkuyorsun ama fazla direnmiyorsun. Aşağı inip rayların yanındaki uzun yeşil alanda koşmaya başlıyoruz. Trendeki herkes pencere kenarından bizi izliyor. Tren harekete başladıktan sonra da devam ediyor. Tren gözden kaybolduğunda bile büyük çoğunluğu orada duruyor. Hepsini eze eze ilerliyoruz. Gözlerin güneş çimenleri öyle parlatıyor ki sınırdan diğer ülkeye ulaşmış mülteci gibi hissediyoruz.
Uzun süre manzaramızın değişmediği yürüyüş bir beyazlıkla son buluyor. Boynuna bağlı ipin ucundaki demir yere saplı. Bembeyaz bir at. Yanından geçip gidiyoruz. Annemle ilk arabaya binişimiz. Arabayı biri kullanıyor. İndiğim yerde çantam elimde artık. Araba ve arabadakiler yok ortada. Yelesinin krem rengi oluşu beyazlığına beyazlık katıyor. Bize bakışında sonsuz anlam var. Ranzama uzandığımda soğuk yok. Evdeki salondaki havasızlık da yok. Uzaklaşıyoruz beyaz atın yanından. Yola devam edişimize kızdı mı bilmiyoruz.
Bulutlar hızlı parlayan çimenlerle birlikte hayâli olma şansı tanıyor her şeye. Yedi sekiz tane kavak ağacı yapraklarının hışırtısını bizimle paylaşıyor. Var olan her şeyin o hışırtıda gizli olduğuna emin olduğum bir yaşamım var. Her şeyimi sunacak kadar inanıyorum buna. O kavaklar var mı biz yürürken bilmiyorum ama o ses her şeyde var. Çocuğun birinin elinde zil var. Yatağı düzgün toplanmamışlar en uçtaki ranzanın oraya toplanıyor. Tokat sesleri zil sesini bastırıyor. Ulaşamayacakları tek şey hışırtı. Yol, başka bir güzellikle bir daha anlamını yitiriyor. Yatağımı düzgün toplayamadığım için oradaki ilk sabah tokadı ben de yiyorum. Her şeyin dağılmaya mahkûm olduğunu anlamam gereken yerin orası olması ne kadar kötü.
Simsiyah bir at var. Beyazla aynı şekilde bağlı. Korkmadan onun demirine de asılıyoruz. Beyazı değil de niye onu kurtarmaya çalıştığımızın sebebi belli değil. Başarısızlık beklerken gelen başarının o sıcak şarabından içiyoruz. Ekmeğe sürmeye çalıştığım yağ ekmeğin yarısını kırıntıya dönüştürüyor. Sütün ağır kokusunaysa alışamıyorum. Demir çıkar çıkmaz şaha kalkıyor. Geldiğimiz yöne bakıp kalıyor. Bir rehbere ihtiyacı var gibi. Üzerine atlıyorum. Yelesini korkuyla tutuyorum ama. Gideceği yer o kadar belli ki. Yavaş yavaş hızlanıyor. Yanından geçtiği her şeyden bir parça koparacak kadar güzel ilerliyor. Hızlandıkça benden parçalar da yere dökülüyor. Kalsın diyorum. Çimenlere dökülen anılarım umurumda değil. Belki başkalarınınki bana yapışır, o anları yaşamış gibi hissederim diyorum. Ranzalara alışmak kolay değil. Yere akmış korkuların üzerine basa basa ilerlemek zor geliyor başta. Bir öğretmen sadece bize acımadan bakabiliyor. Geri kalanlar bizden çabucak kaçmanın planlarını saçarak giriyor sınıfa. O koşuda dökülenler bunlar. Resim çizerken tuttuğumuz kalemi bile tutmayan öğretmenin her çıkışta ellerini yıkadığını gördüğüm o anlar yere saçılsa niye tutayım, ama o anı hafızamın duvarlarına paslı bir kancayla asılı, kurcaladıkça kanıyor. Rüzgârdan koptuğumuz an yaşanmasa daha da acıtacağı kesin. Yüzüme çarpan rüzgâr yok artık. Uzayda hareket ediyormuşuz gibi. Nal sesleri hızımıza yetişemiyor. Atın ayaklarının yere değdiği anla sesi duyduğum an aynı değil. Daha da hızlanıyoruz. Ekose örtü sermiş dört kişilik bir aile var. Görmüyorum ama seslerinden görüntüyü tamamlayabilecek kadar coşkulu bir şey var ortalıkta. Her şey var. Elimi uzatsam beş yaşından önce açlıktan ölmüş bütün çocukların nefesini tutabilirim. Atılan her kurşunun o ilk sıcaklığını gökyüzüne serpebilirim. Atılan atom bombalarını bile tutabilirim havada. Kütüphanede ilerliyorum. Tek ışık alan yer burası gibi geliyor. Biraz soğuk ama sandalyeme çabuk alışıyorum. Sessizliğimin ilk meyvesi o sandalye. Beyaz at görünüyor. O da bizi bekliyor besbelli. Dönüp bize bakıyor ardından yönü bize dönüyor. Yavaşlamıyoruz. Beyazdaki sabırsızlık uzaktan hissedilebiliyor. Öyle yumuşak ki koşu onca hızımıza rağmen çarpışma büyük olacakmış gibi gelmiyor. O yoldan geçmiş herkesin çimenlere bıraktıkları hasadın sonucu karşıda. Topladıklarımızla ağırlaşacağımıza hafifleyip hızlandığımız o koşu beyazlık içinde son bulacak. Artık çok yakınız. Elimde kitap var. Çocuklar tek tük geliyor. Aldıkları kitabı deftere kaydetmek çok kolay ve sonraki zaman benim olduğu için mutluyum. Ne kadar kalacağım belli değil, o sıradaki tek korkum o. Danışacağım kimse yok o yüzden raf raf okuyorum. İlk beşli raftakileri bitirmem bir ayımı alıyor. Çarpışmaya hazırız tamamen. On adımlık mesafe bitmiyor o yüzden. Arzu zamanı geciktiriyor. Bizden uzağa savurduğu zamanın bize ulaşması zor gibi. Ulaşsın da istemiyorum zaten. Toplam anımsamamın zirvesi ihtişam kelimesiyle örtüşüyor. Bir yapbozdaki iki eşit parça oluyorlar. Sürekli yarısı geçse sonsuza kadar bu anda kalabilirim diye düşününken zaman ensemizden yakalıyor. Çarpışma gerçekleşiyor. Tozlar tozlara küller küllere savruluyor. Ortalığa saçılan kül rengini tarif edemem. Bir anda dünyanın çevresini saran bir zar oluşuyor. Baloncuk gibi patlıyor sonra. Bütün herkese ve her yere bir grilik yağıyor. Herkesten ve her şeyden toplananlar eşit şekilde dağıtılıyor.
Bütün dünya aynı göz kırpışı içinde gri bir at görüyor.
Uyanıyorum.
Annem, babam ve sen masadayız; su içiyorum. Bardağı masaya koyuyorum ama öyle yüzsek bir ses çıkıyor ki kalbimi yerinden söküyor. Ayaklarım yerden kesiliyor. Boğazımı sıkan babam. Duvara yaslamış bağırıyor. Yere fırlatıyor beni. Kalkmam uzun zamanımı alıyor. Bir at ve bir kütüphane geliyor. Anlayamıyorum. Elimi tutuyorsun. Kaçıyoruz.
Karanlığa yakın merdivenlerden aşağı iniyoruz. Sokak olması gereken yerler boş. Bir çayır var ileride. Boğa orada duruyor. Yanından koşarak geçiyoruz, tren yolunu takip edip atları da görüyoruz. Ormanın başlangıcında duruyorsun.
Git diyorsun bana. Varacağım yerde olacağını biliyorum.
Göğsüm terlemiş.
Etrafımda ağaçlar var ve hâlâ doğru hayvanı bulamamışım gibi hissediyorum. Doğrulduğum zaman çayırda boğayla ve rayların kenarında atlarla yaptığım çarpışma geliyor. Daha güçlüsünü yapmam gerektiğimi hissediyorum. Ağaçlar da bana hak verir gibi aynı anda salınıyor. İçine giriyorum hemen.
Ağaçların arasında nasıl olduğunu bilmesem de pek çok düşüncemi kaybediyorum ve artık yürürken ayaklarımı hissetmiyorum. Sadece bir dakikalık duraksama bile ne kadar yorulduğumu sonuna kadar hissettiriyor.
Yanımda bulunan çalılıkların meyve dolu olduğunu görüyorum. Teker teker kırmızıdan siyahına ağzına dolduruyorum. Çiğnerken bütün kokusunu da içine çekiyorum. Her şey daha olumlu geliyor artık doğruluyorum ama daha erken olduğunu fark edip yine eski pozisyonumu alıyorum. Biraz daha yedikten sonra gücüme tam güveniyorum.
Hava birkaç dakika içinde hafif kararınca korkmuyorum. Bir yere varacağıma inancım tam. Sesini o zaman duyuyorum.
Her şey fazla güzel
Ama
Niye toplam anımsamamda orada değilim bilmiyorum
Oysa herkesim
Her şeyin tekrar yaşanacağını bilecek kadar herkesim
Acı veren şeyin bu olduğunu bilecek kadar herkesim
Ciğerleri deniz suyuyla dolu ölü bir mülteci kadar herkesim
Dinle Yolcu
Bir şeyler bulmaya giden herkes, bulunmak isteyen şeylere kavuşur
Basit bir ağaç, bir kurbağa ve bazen de bir cümledeki kelimeler
Birbirlerine kavuşmayı bekler
Aramaya çıkan oldukça, bulunmaya çalışan şeyler daha da hareketlenir
Bulmak, arayanın değil arananın marifeti
Diyorsa biri
Bir şeyler bulmaya giden herkes, bulunmak isteyen şeylere kavuşur
Diye de ekliyorsa
İnan
Bunu duyan Zaman, son için hazırladığı şeyi sunuyor bana; ilk başta fark etmesem de tam karşımda gözlerini görebildiğim bir yaratık var.
Bana hırıldıyor besbelli. “Aradığın o hayvan benim” diyor resmen. Ne boğa, ne at ne de başka bir şey.
Zaman onu erken sunduğu için sinirimi bozuyor. Bu kadar çabuk ulaşmama kızıyorum. Çok çalıştığım sınavda verilen kâğıdın cevap anahtarı olması kadar kötü. Karşısındayım ve daha güçlü bir ses çıkarıyorum. Bu durum pek hoşuna gitmemiş olacak ki daha da güçlü hırlamaya başlıyor. Dakikalarca süren hırıltıyı kesen şey çalıların arasında gelen bir şey oluyor. İkimizin arasına gelip duruyor minik yaratık. Gri kurtla ortadaki kunduz bir saniye kadar birbirlerini süzdükten sonra kunduz uzaklaşıyor. Etrafta uçan bir kelebek görsem her şeyin rüya olmasına yetecek bir andayım. Kelebek yok etrafta ama her an rüyadan uyanacağımı hissediyorum. İstemiyorum bunu. O saldırı anını arzuluyorum. Karşılıklı saldırıyı başlatacak bir ses bekliyoruz kurtla. O son savaşa hızlanmaya çalışıyorum.
“Babamın izi var mıdır bu alanda?” diyorum içimden.
“Rüyamdaki iki çift gözün beni korkutmasına izin veremem.“ diyorum. Bulutlar Aya izin verince gözlerin kalanını görüyorum.
Hırıltısı o kadar güzel ki gerçek gibi geliyor. Ormanın kendisi karşımdaymış gibi hissediyorum.
Tam sessizlik sonrası, bir baykuş sesiyle, karşılıklı saldırıya aynı anda başlıyoruz. O benden daha hızlı görebiliyorum ama asla umutsuz değilim. Çıplak ayaklarım ve bana ait bir rüyanın sonsuz gücü var.
O kadar gerçek bir an yaşıyorum ki onun dışında her şey yok oluyor sanki; ben bile.
Tam kavuşacakken büyük bir ses ayırıyor bizi. Kulak çınlatan bir ses. Bir kurda kafa tuttuğum bir rüyanın bitişine üzülüyorum.
Tam o sırada aklıma geliyor.
“Ya aradığım, Kurt değilse, Baykuşsa!” diye.
Karanlığa dost kuş her yanımı sarıyor hemen. Gecenin gözleri Baykuş, ya her şeye hükmeden oysa diye düşünüyorum. Soğuktan, sıcağa, ölüme ve renklere hükmeden Baykuş fikri her şeyin üstüne çıkıyor. Sadece yarı zamana hükmettiğinden var bütün kötülükler. Başka türlü olamaz. Taşların yerine oturduğunu hissediyorum. Kurtla mücadele edip onu ilk başta fark etmediğim için kızıyorum kendime. Babamın gidişini ve annemin beni bırakışını ona yoruyorum. İkisi de gündüz olmuştu. Baykuşun geleceği gördüğü zamanda. Gündüz, gece olacakları gördüğü için kör sayılan bir baykuş. Tarla faresinin yuvasından çıkacağı anı görür gündüz. Gece de kördür aslında ama gündüz olacakları gördüğünden her şeye hükmedebilir. Belki de artık sadece geceyi değil gecesinden gündüzüne bütün bir geleceği gören bir Baykuştur bu.
Zaman, Baykuş Zamanı’dır belki. Geleceği düzeltmek onun göreviyse.
Seni düşününce yeni bir şey geliyor aklıma.
Ya Baykuşun görevi geleceği düzeltmek değilse. Tam tersiyse. Bütün derdi geçmişleyse.
Tek görevi geçmişi silmekse.
Yedinci his uykunun hükümdarı ve her şeyi silmekle yükümlü bir Baykuş her şeyi yerli yerine oturtuyor. Yaşanan her şeyi unuttuğumuz zaman olan uykunun hâkimi Baykuş, her şeyi silmek için var.
Unutmamızın her şeyi çözeceğine inanan bir Baykuştan başka bir şey olamaz cevap.
Nisyandan sorumlu bir Baykuş.
Unutmak her şeydir. Kötülüğü durduramadığı için unutturmaktan başka çaresi kalmayan bir Baykuştan başka bir şey olamaz.
Evdeyim, kararmış kolonlara bakıyorum.
Pişmanlık varsa, hatırlanan zaman düz bir çizgide ilerlemez.
Hayvanımı buldum.
Bir gamlı Baykuş.
Korumam gerek.
Beni korusun diye.