Okuyacağınız içerikte rahatsız edici unsurlar bulunabilir!


“Oval kafa!” diye çağırdı beni, “Buldum seni, çık.”

Saklambaç oyununun en sevdiğim kısmı kimsenin beni görememesiydi. En azından birkaç dakikalığına dünyada yalnızmışım gibi hissediyor ve sadece kendimin duyduğu nefeslerimin keyfini çıkarıyordum. Bir de oval figürü gibi uzanan kafamın kimse tarafından görülmemesi garantileniyordu. Bu yüzden arkadaşlarım arasında bu oyunu en çok seven ve oynanması için her gün direten bendim. 

“Hile yapıyorsun! Görüyordum seni, sayarken parmaklarının arasından bakıyorsun!” 

“Siktir lan oradan! Eşek gözlü piç! Hile falan yok, dışarı çık!”

Mecbur çıktım. Benjamin tarafından dövülüp yüzümün daha da boka benzemesine göz yumamazdım. 

“Diğerleri nerede, gördün mü?”

“Kendin bul.” dedim ve parktaki bankın üzerine oturdum. Benjamin yanaşıp boynumu sıktı. 

“Hey, kum torbası, biliyorsan söyle, tepemi attırma!”

“Bilmiyorum!” diye bağırıp kalktım banktan. “Bu oyun böyle oynanmıyor, Benjamin” diye devam ettim tüm nazikliğimle. Belki de tırstığım için.

“Tamam be, git de ötede ağla, ben bulurum kendim.”

On beş dakikanın ardından Benjamin, herkesi köpek burnuyla koklayarak bulmuştu. Yaman herifti yeminle, eliyle koymuş gibi bulurdu anında hepimizi. Diyorum ben, hile yapıyor orospu çocuğu! Kimse inanmıyor bana. Belki de inanıyorlar ama korktukları için ses çıkarmıyorlar. Neyse, oyun bitti ve tekrar gün ışığıyla parlıyorum! Arkadaş grubumuzun tek kız çocuğu Stella’ydı. Hepimiz aşıktık ona. Benjamin hariç. Stella da Benjamin’i seviyordu. Ya da onunla öpüşmek istiyordu, bilmiyorum. Ama gerçek şu ki, kıçının dibinden ayrılmıyordu herifin. On yedi yaşlarında hâlâ saklambaç oynayan altı kişilik birliktik biz. Stella’yı en çok seven bendim birlikte. Stella tarafından en çok yok sayılan da bendim sanırım. Varsa yoksa Benjamin’di. Benden sonra en çok Tom seviyordu onu. Stella, Tom’un kız kardeşine benziyordu. Bazen Tom’un kardeşini görünce bile içim kıpır kıpır olur, kimseye söyleyemem. Walter ve Adam da seviyorlardı onu fakat onların aşkı sözdeydi. Bizden geri kalmamak adına seviyorlardı kuşkusuz. 

“Norton, gelecek misin?” diye dürttü beni Adam. Anlamadım. Stella’nın suratını inceliyordum. Kahretsin, nasıl bu kadar güzel olabilirdi? 

“Nereye geleceğim?” diye sordum gözümü Stella’dan ayırmadan. 

“Ormanın oraya gideceğiz akşamüstü. Geleceksen kalın giyin, geç döneriz.”

Stella Adam’ın kolundan çekip:

“Ne gerek vardı?” diye fısıldadı. Duymamış gibi yapmak için öksürdüm. Alınmadım. Duyduğumu düşünüp kötü olmasını istemedim. 

“Nasıl ne gerek var!” diye bağırarak olaya karışan Benjamin tüm ince hesaplarımın içine sıçtı. 

“Norton’suz orman akşamı mı olur? Tabii ki gelecek. Değil mi, ucube?”  

“Geleceğim.” dedim bakışlarımla Stella’dan özür dileyerek. Peltek dilimle bocalayarak Stalla’ya dönüp:

“Sorun olur mu senin için? İstersen bir bahane bulabilirim?” diye sordum fısıldayarak. Onunla ortaklaşa karara varmak bile bende tarife sığmaz duygular yaratıyordu. Yani, yaratırdı herhâlde. 

“Sorun değil.” dedi uzatmadan, “Gelebilirsin.”

Müteşekkirdim. Kime, neye, bilmiyordum. Ama ilk kez kabul görüyordum. Gelgelelim birlik dağıldı, herkes akşamüstü tekrar çıkmak üzere eve döndü. Üzerimde lanet gibi taşıdığım ucubeliğimle Stella’ya rahatsızlık veriyordum. Hem, bir tek ona değil, kendim dahil herkese. Ama bir taraftan da, olanaksız gibi görünse de, onun da beni sevmesini istiyordum. Lanet olsun, hem de her şeyden çok! İmkansızdı. Suratımla etkileyemezdim onu. Benjamin kadar akıllı da değildim üstelik. Hep bir tarafım eksikti. Neremi tamamlamaya kalkabilirdim ki? Nereme saldırsam daha da bozardım düzeltmek yerine. Barışayım bari diyordum bu suratla. Fakat evde tam üç tane ayna vardı. Hepsine yakalanıyordum. Herkes peşimdeydi. Herkes gülmek için beni izliyor, ansızın bir tenhada yakalıyordu. Kafama çuval geçirip gezebilirdim akciğerlerim biraz daha geniş olsaydı. Fakat akciğerlerden de eksiktim. Heyecanlanırken nefes darlığı yaşıyordum. Ne var ki insanların suratımı gördükleri bilinci beni her şeyden daha çok heyecanlandırıyordu. Hele Stella. Yüzüme bakarken “Ne düşünüyor acaba?” diye düşünmekten kafam allak bullak olmuştu. Yüzümde her an bir parça kendinden ödün verebilirdi öyle anlarda. Fakat ne kadar zorlasam, ne kadar ezip büzsem de yüzümü, bir şey değişmeyecekti. Ve bunun farkında, ölene dek zamanımın dolmasını bekleyecektim. Hem de Stella yanımda olmadan! 

Babam ve annem çirkin değillerdi, ama güzel bir yüze sahip oldukları da söylenemezdi. Bense her ikisinin çirkin yönlerini alarak kendi yüzümü tasarlamıştım. Bahtıma sokayım ki, tek bir güzel yanlarını koparamamıştım ebeveynlerimin. Bir tek onlardan değil, hiç kimseden, hiçbir şeyden olgun ve güzel olanı koparamıyordum. Ki böyle bir şeye muktedir olmak için öncelikle güzel, ya da en azından sıradan bir yüze sahip olmak gerekirdi. Elde edemediğim her şeyin bu sikik suratımdan kaynaklandığını biliyordum. Mesela, sırf dişlerim biraz öne eğik diye ve sınıfın mavi gözlüleri, sarı saçlıları, kıvırcık makarnaları gibi tatlı olmadığım için puanlarım kırılıyordu. Biliyordum ben, bu yüzdendi hepsi! Yoksa çalışkan bir öğrenciyim ben, kimse elime su dökemez sınıfta. Gel gör ki, puan almak için kendiliğinden konuşan gözlerin yoksa benim gibi böyle boku yersin işte! Gerçi puanlar umurumda değildi. Umurumda olan tek şey Stella’ydı, ve onu da diğer her şey gibi en başından kaybetmiştim. Bu kayba nasıl alışılır, bununla nasıl baş edilir, hiçbir fikrim yoktu. Bu konuda tecrübe edinmek için önümde uzunca bir ömür vardı, ve ben şimdiden, onu da kaybetmişim gibi hissediyordum.

Gelgelelim orman akşamı için babamdan izin aldım. Annem biraz naz yaptı ama o da verdi. Çantam hazırlandı, yakam iliklendi. Daha şık görüneyim diye elde ne varsa uygulandı. Bir işe yaradı mı? Yaramadı! Tek tesellim karanlığın çökmüş olmasıydı. Güneş her gün batmasa sonum çoktan gelmişti. Şimdi çoktan asmıştım kendimi tavandan. Neyse ki, tanıyor beni karanlık. Ben de onu tanıyorum. Hem de nasıl tanıyorum! Kendimden bile fazla, kendimden bile çok severek. Kuşkusuz günün birinde öldüreceksem kendimi, bu, dünyadan bir yaratık eksiltecek olan olayı gece vakti gerçekleştirecektim. Ve kimse duymayacaktı cılız sesimi, sesimdeki aciz umarsızlığı. Hayatım boyunca duyulmayan sessiz ulumalarım, varsın ölünce de duyulmasın! Umurumda değil dünya insanlarının yardımı. 

“Yarın erkenden dönün!” dedi babam beni uğurlarken. Annem yormadı kendini, bir kez söylendi mi laf anlardım zaten. Uslu çocuk muydum, bilmiyorum, ama onları yormadığım kesindi. Hatta doğarken bile sadece yarım dakika ağlamışım. Sonra alışmışım dünyaya. Ben her şeye çabuk alışırdım, fakat her şeyden bıkmam da bir o kadar hızlı gerçekleşirdi. On yedi yaşımda, ya da, doğumumun ikinci otuz saniyeliğinde hayattan bıkıp bir daha ağlamayacak üzere sustuğum gibi. Ömrüm iki evren ömrü genişliğinde olsa bile, bir daha gık çıkaramayacakmışım gibi. Hem, kaç yazar ağlamak? Neye yarar ses çıkarmak? Hiçbir önemin yok! Kanına çimento katıp gökdelen gibi yükseltecekler seni. Sakın kanma! Gün gelir, dibine dinamitler döşenir senin de! Sonra, kalıntıların toprağa karışacak! Sonra gelen giden üzerine işeyip sıçacak! Senin yerine başka bir bina dikecekler, ve onun da yazgısı aynı şekilde gerçekleşecek! Tüm şatafatlı gökdelenlerin yazgısı budur! Tüm beş yıldızlı otellerin, tüm hükumet binalarının, tüm kiliselerin yazgısı budur! Tüm insanların, tüm insanlığın yazgısı budur! Benim çirkin olmam mı götünüze batıyor? Batsın. Benim de götüme batsın, sizin de! 

Biraz yürüdükten sonra Benjamin pick-up’ı ile önümde durdu. Önde Stella ve Benjamin oturuyordu. Aracın arkasında ise battaniyeye sarılmış birkaç koyun vardı. Bir anlık Benjamin’i arabadan fırlatıp Stella’yı kaçırmak geçti içimden. Fakat devamını düşünemediğim için ben de koyunların arasına katıldım. Neyse, koyulduk yola. Önde Stella ile Benjamin’in fingirdeştiğini görebiliyordum. Çektim battaniyeyi kafama görmemek için. Gözümü kapadım: Daha net görmeye başladım. “Tanrım” dedim, “Al canımı, kurtar beni!” Dinlemedi. Hâlâ hayattaydım. Hâlâ yola devam ediyorduk. Sherwood ormanının batı girişine kilometreler kala Walter çantasını açıp herkese bira dağıttı. Ormanın fazla derinliklerine gitmek gibi bir niyetimiz yoktu. En azından, ben öyle sanmıştım. Biraları yudumlarken bir taraftan da yüce Tanrı babamızın gökyüzüne döşediği yıldızları seyrederek bir şeyler düşünüyorduk. Ben en çok Stella’yı düşünüyordum yine. Kafam bozulmuştu anlayacağınız. Kafam şu önde Benjamin’le fingirdeşen kaltakla bozulmuştu! Muhtemelen diğerleri de onu düşünüyordu. En çok da Tom. Şöyle ki, dibime sokulup konuşmaya başladı. 

“Stella’nın şu orospu evladında ne bulduğunu anlayamadım gitti! Garip değil mi sence de? Doğru söyle lan, kız olsan beni mi seçerdin Benjamin’i mi?” 

“Seni tabii ki de. Benjamin benden bile tipsiz aslında, kızlar göremiyor bunu”. 

Bunları söylerken yalanımın kokusu kendi burnuma bile geldi. O kadar çok abartmıştım ki, cümlemi bitirir bitirmez Tom’un “Hasiktir oradan!” demesini bekledim. 

“Değil mi, değil mi? Çok doğru söyledin bunu! Kızların hepsi ona karşı kör. Hayır, bir bok olduğu yok herifin, nesine kanıyorlar ki?” 

“Kızlar işte...” dedim ve dönüp Stella’nın saçlarına baktım. Evet, ne kadar aptal olsalar da insan onlarsız yapamıyor ki! Ne yapalım, kaderimize boyun eğeceğiz. Doğa böyle emretmiş, biz kimiz ki oğlum bu düzene karşı geleceğiz? Biramı bitirir bitirmez sidik torbam beynime onu boşaltması için sinyaller göndermeye başladı. Aracın üst kısmına vurarak Benjamin’e durmasını söyledim. 

“Dayanamaz mısın? Az kaldı zaten”.

“Maalesef” dedim, “Arabaya yapmamı istiyorsan devam edebilirsin”. 

Bastı frene. 

“Çabuk dön” dedi, başka bir şey söylemedi.

Yol kenarında sahipsiz, eski püskü, gotik denilebilecek tarzda bir ev vardı. Gerçi, sahipsiz olup olmadığından ilk bakışta emin olamıyordum. Belki Dracula yaşıyordu içinde, kim bilir. Neyse. Fark etmezdi. Hiçbir güç çişimi evin duvarına yapmama engel olamazdı. Çıkardım aleti, bıraktım kendimi. Rahatlama bedenime doğru yayılmaya başladı. Birden, benimle eğlenmek ve Stella’nın önünde rezil duruma düşürmek isteyen Benjamin, aracın farlarından çıkan ışığı üzerime doğru püskürttü. Utandım, çektim pantolonu. Birkaç damla damlattım iç çamaşırıma, önemi yoktu. O an işte, tam o an, gerçekten de gördüm onu! Evet, Dracula’ydı ışıklarla beraber duvara yansıyan. Gölgemdi. Acayip, çirkin, deforme bir yaratık! Duvara bakıyorum. Gölgemin sırtını görüyorum. Ben de bir başkasına sırtını dönmüş gölge miyim yoksa? Ben de ihanet ettim mi insanlığa çirkinliğimle? Etmişimdir mutlaka. Kökünden söküp attım insanın sevgisini, güzelliğini, kökünden çürüttüm merhameti. Ve ne kaldı biliyor musunuz geriye? İnsan. Bunca dağıtmama rağmen iyiliği, bir şey eksilmedi insandan. Çünkü iyilik zamanla dikilmiş pelerindir insanın üzerine, ve uçmak dahil hiçbir boka fayda etmez! Hiçbir yaralı parmağa işemez! İyilik paylaşıldıkça yayılmıyor ne yazık. Can çekişi uzuyor sadece! İyilik ve güzellik bir bok etmiyor bu piyasada. Devir Benjamin gibilerin ve ona tapan Stella gibilerin devriydi. Devrin insanı buydu. Ben insan değildim. Ben insan olmak istemiyordum. Sıktım kendimi geziyi mahvetmemek için. Gerçi sinirlensem ne fayda: Tek yumruğuyla yere inerdim Benjamin’in. Sıskaydım, cılızdım. Tek dayaklık bir yaratıktım. Sinekler bile saniyede iki yüz elli kez kanat çırpışlarıyla avcılar için daha zorlu rakiptiler. Ben ne uçabilir, ne de kaçabilirdim. Bu yüzden de, çirkin köstebek yavruları gibi toprağın dibine mıhlanmaya yazgılıydım. Geri döndüm. Kimseye aldırmadan tekrar sardım battaniyeyi üzerime. Yanaklarımın ısındığını hissettim. Hani asla ağlamayacaktım?

Bir saatin kendini imha edişi tamamlandı. Akabinde ormana vardık ve arabayı park edecek bir yer bulduk. Sırt çantalarımızı takıp derinlere doğru akmaya başladık. Her şey yolundaydı. Stella’nın giydiği şorttan gözümü alamamam dışında. Hiçbirimiz alamıyorduk. Stella yirmi yaşlarında gibi görünüyordu, – tabii bu bir iltifat – ama biz, görünüş olarak kendi yaşımızı bile yakalayamamıştık. Benjamin dışında. Bu adi herif Tanrı tarafından özel olarak yaratılmıştı sanki. Muhtemelen ben yaratılırken Tanrı babamızın daha önemli işleri vardı. Ya da, benim zamanımdan çalıp Benjamin’e ayırmıştı. Haram olsun, zıkkım olsun! 

Giriş kısmından az uzakta en uygun yeri bulup yerleştik. İki çadır kurduk. Birinde Tom, Walter ve Adam kalacaktı. Diğerinde ise en zıt üç kişi. Üzülsem ayrı, sevinsem ayrı. Devasa ormanda yalnız değildik kuşkusuz, fakat buranın sahipleri sessiz kalmayı pek iyi beceriyorlardı. Çalı çırpı toplayıp ateşimizi yaktık. Oturmak için birkaç taş parçası bulduk. Tabii bu sırada matmazel elini beyazdan siyaha sürmedi. Gerçi günahını almayayım, biz istemedik bunu. Tom’la ben yani. Diğerlerinin umurunda değildi. Herkes kendi kıçına taş bulmuştu. Bir tek ben Stella’nın da kıçını düşünmüştüm. Yumuşacık kıçını. Etrafı lambalarla aydınlattık. Ateşböcekleri üşüşmeye başladılar. Yırtıcı olanlarından tutun da, toprağın dibinde, boklar içinde yaşayan böceklere kadar her bir canlıya ulaşabilecek seviyede bir aydınlanmaydı bu. Kamp ateşimizin etrafına toplandık. Walter gitarını alıp ısınmaya başladı. Birazdan huzur dolu bir konser verecekti yine. Hepimiz bıkmıştık. Ne gerek vardı? Dal ve yaprak hışırtılarının sesi yeterdi bana kalırsa. Hayır, ille de romantik bir hava yaratacak ya, olsun bakalım! Marshmallow’larımızı dallara geçirip ateşe uzattık. Eriyen şekerin sesi Walter’ın müziğinden daha estetikti. 

“Hikaye anlatayım mı?” diye sordu Benjamin. Yine başlıyorduk. Ah şu Benjamin’in hiç de korkutucu olmayan korku hikayeleri. Gına gelmişti artık. Stella, günlerdir aç olan ve sahibinin elinde muz gören bir maymun gibi:

“Evet, evet, anlat hadi!” diye atıldı. Aşık olduğum kız yavşağın tekiydi. Elden ne gelir? Benjamin “Xııkkk” yapıp tükürdü. Dünyanın en korkunç ve iğrenç hikayesi bu kadar kısa sürebilirdi bana kalırsa, ama Benjamin devam etti, yani başladı.

“Eski bir rivayete göre kadim zamanlarda, insanlarım sümük ilikleri ile beslenen, Tanrı tarafından lanetlenmiş ve yanından kovulmuş, Norton’a benzeyen bir zebani dolaşıyormuş İngiltere’de. Yaratığımız her gün kendi etinden bir parça keserek yiyor, ve böylece kendini yedikçe yok olacağını, – hani şu Regular Show’daki sosisliler gibi – ve böylece cehenneme, yani evine geri dönebileceğini düşünüyordu. İntihar etmemesinin sebebi Tanrı’nın bu şansı, bu beceriyi ondan almasıydı. Tanrı’nın ondan aldığı tek şey bu da değildi. Artık cehenneme düşmüş insanların iliklerinden de hoşlanmıyordu, çünkü Tanrı bu iştahı da ondan almıştı. Ona bırakılan tek şey kendi etinden her gün bir parça kesmek ve onunla günü çıkarmak mecburiyetiydi. Soracak olursanız, yaratığımızın cehennemden kovulma sebebi, bir insana, kendisine benzeyen bir kadına aşık olmasıymış. Tanrı onları ayırmaktan daha gaddarca bir ceza bulamamış tabii: Hemen uygulamış cezayı. Zebaniler aşık olamazmış. Yoksa dünyaya fırlatılır, ve geri dönüş yolunu yalnızca diğer insanlara, tüm çirkinlikleriyle görünerek, onlardan gizlenerek ve iğrenerek, ve buna katlanamayıp artık kendilerini yemeye başlamak mecburiyetinde kalana dek orada beklemek ve çürümekle bulabilirlermiş. Zebanimiz kesmiş her gün bir parça etinden. Yemeğe başlamış. Sol kol kemiği görünene dek kazımış etini ilk haftada. Sonra sağ kol, sonra ayak ve beden derken yalnızca sümükleri kalmış geriye. İskelete dönmüş anlayacağınız. Artık eve dönmesinin tek yolu, kemiklerindeki iliği de sömürmek olduğunu anlamış. Yapamamış ilk başlarda. Binlerce aileyi katledip önce onlarla beslenmiş. Sonra artık etten de bıkma raddesine gelmiş, hiçbir şey yiyemez olmuş. Yiyebileceği hiçbir şey kalmayınca çürüyüp toprağa karışmış”.

Herkes sustu. Kimse bir şey anlamamıştı. 

“Altıma sıçtım” dedi Adam alay ederek, “baya korkunçmuş”. 

Benjamin sırıttı. 

“Zebaninin iskeleti son olarak bu ormanda görülmüş” dedi şeytani bir ifadeyle. Bir ürperti geldi, yalan yok. Ama hikaye boktandı. Stella’dan başka hikayeyi beğenen olmadı, ve kimse beğenmediğini söyleyemedi. Walter hikayenin tesirini yatıştırmak için gitarını alıp tıngırdatmaya başladı. 

“Used to be so easy to give my heart away.

But I found out the hard way” diye söylemeye koyuldu. İtiraf etmek gerekir ki, bu sefer o kadar da kötü söylemiyordu şerefsiz. Walter tellere dokunurken Stella’nın kafası yavaştan Benjamin’in omuzuna doğru yol almaya başladı. Uzun bir yolculuğun ardından sonunda iniş yaptı. O an, Aokigahara ormanında olup, herkes uyuyunca kendimi dallardan asmayı arzuladım. Uyuduğum sırada bir ağaç kökünden kopup kafama devrilse: Stella’nın kafasının Benjamin’in omuzuna devrildiği gibi. Ne güzel olurdu... 

İtiraf etmem gerekir ki, hayatım boyunca çirkin olmaktan daha rahatsız edici bir canavarla boğuşup durdum. Yaşam boyunca hiçbir tacizci, tek bir canavarın geçebileceği sınırları geçememiştir. Bu bahsettiğim, intihar düşüncesi adlı tacizcidir. Bir anda, rasgele bir köşede; evde, bahçede, lokantada, hiçbir dar sokağa ve hiçbir karanlığa ihtiyaç duymadan yapışır insanın ensesine! Ve bir kez yapıştı mı bu canavar, günleri zehir etmek ne kelime, insanın tabanlarını terden ıslatana dek bırakmaz! Artık kabuslar görebileceğiniz en tatlı rüyalardır! Gerçi, benim tabanlarım çoktan ıslanıp kurudu bile, fakat bu yapışkan yaratığın soluğunu hâlâ yüzümde hissedebiliyorum. Yine de her şeye rağmen, ona alıştım, ve kendi içimde yaşatıyorum. İstesem de, istemesem de. İstediğim zamanlarda da, istemediğim zamanlarda da! Belki de, beni ayakta tutan bu canavarın ta kendisidir. Benjamin’in canavarları bokunu yesin bu canavarın! Gerçek canavar böyle olur işte! Hem o, ne rivayet, ne de efsanedir: O, her şeyden daha gerçek! Her şeyden!

Gelgelelim, gece çöktü. Bira şişeleri küllenmiş ateşin etrafına toplanmış, ateşin etrafına toplananlar ise çadırlarına girmişlerdi. Yan çadırdan gelen çığlıklardan, bu üç salağın birbirine eziyet ettiği anlaşılıyordu. 

“Yemin ederim çocuk bunlar!” dedi Stella saçlarını tararken. Benjamin telefonunda müstehcen şeyler aratırken ben, Stella’nın saç tarayışına bakıp büyülenmekle meşguldüm. Gözlerimle Benjamin’i Stella’nın telefonu göreceğine dair uyardım. İşaret parmağıyla çükünü gösterdi. Kısa ve net. Vurdumduymaz herif porno izlemeye devam ederken, ben de Stella’nın yanına gidip biraz laflamak istedim. Umarım sohbeti o başlatır, yoksa gidip yanında sapık gibi dikilmekten başka bir şey yapamayacaktım. Dışarıdan gelen baykuş seslerinden şikayet etmesi tam da işime yarayacak olan şeydi.

“Norton, kuşların dilinden anlar mısın?” diye sordu saçını toplarken. Güldüm. Şaka yaptığını düşünmüştün. Benden başka gülen olmadı. Darıla sıkıla:

“Hayır. Yani, anlamıyorum” dedim. 

“Tüh, yazık oldu. Çıkıp susmalarını söylemeni isteyecektim”. 

Kuş dilinden anlamamak ne kadar bir kusur olmasa da, kendimi günahkâr hissetmiştim. Dünyanın tüm kuşlarına sövdüm içimden. Kırk yılda bir şey isteyecekti benden oysa! Bu hatamı nasıl telafi edebileceğimi düşündüm. Aklıma bir şey gelmedi. Benjamin telefonu yere bırakıp dikeldi. 

“Norton, git bak bakalım şu salaklar ne yapıyor. Belki kısa bir gezintiye çıkarız, ne dersin?”

“Bu saatte mi? İsteyeceklerini hiç sanmam”.

“Sen git sor yine de!” dedi Stella sinirlenerek, “Belki isterler. Hem, biraz da hava al”. 

Anlayamadım. Benden bu kadar tiksindiğini bilmiyordum. Aynı çadırda bile bulunmak istemiyordu benimle. Sanki anasını öldürmüşüm. Kaltak! Tasalanmış vaziyette terk ettim çadırı. Çıkarken belki geri çağırıp özür diler diye umdum. Her umduğum gibi bu da gerçekleşmedi. Çıkarken fenerimi de aldım. Sanırım, gerçekten de biraz hava almalıydım. Diğer çadıra uğramadım bile. Çadırı terk ettiğim gibi feneri yaktım ve önüme çıkan ilk ağacın köşesinden dönüp daldım derinlere. Fazla uzaklaşırsam kaybolabilirdim. Gerçi, ne güzel olurdu lan! Kaybolduğumu anladığım anda bırakırdım kendimi bir ağacın dalından. Arkadaşlarım sabah uyanınca aramaya tenezzül bile etmezlerdi. Yalnız başına geberip giderdim. Bu gece, bu ormanda bir ayı ile güreşip onu devirebilirsem çirkinliğimin bir önemi kalmazdı. Sonuçta, bir şeyler başarmış erkekler her zaman yakışıklıdırlar. Benim bir şeyler yapmam gerek! Ne, ulan, ne?! Psikiyatra mı görünmek? Sanmam. Psikolojik terapi insanı olduğundan da deli yapar. Şöyle ki, toplum normlarını kabullenemeyen birey sorununu uzman birine danışır. Aynı kişiden aldığı, "Aslında normal olan onlar değil, sensin" yanıtı pratikte bir işe yaramayınca, - yani birey yeniden delilerin arasına dönünce - bu sefer kendini kabullenmiş ve normal olduğuna ikna olmuş hâlde, toplumdaki delilerle baş etmek zorunda kalır. Ve bu, eski durumun biraz daha çetrefilli versiyonundan başka bir şey değildir. Çünkü sanıldığının aksine kendinle savaşmak, toplumla savaşmaktan daha kolaydır. Ben savaşamıyorum. Sorun bende değil. Sorun suratımda, o kadar! Kendime o kadar kızıyorum ki, tüm insanların, tüm insanlığın beni toprağa gömüp taşlamasını istiyorum. Belki sağlam bir taş kafamı yarar da her şeyi unuturum diye. Her şeyi! İsmimi, suratımı, isimleri, suratları! Bu dünyanın benim gibi bir Norton’a ihtiyacı mı vardı? Keşke babamla annemin temelimi koydukları geceye gidip babamı prezervatif kullanması için ikna edebilsem. Baba teorisinin müthiş ezgileri. Ama bu sefer, kendimi öldürerek! Daha doğrusu, başlangıcımı tıkayarak! 

Birkaç yüz metre gittikten sonra yerden bir taş alıp geldiğim noktayı gösteren bir ok çizdim ağaca. Ağacı bulamama olasılığına karşın yere de çizdim aynı oktan. Etrafını taşlarla döşedim. Stella’nın neden kuş dilinden anlayıp anlamadığımı sorduğunu düşündüm. Kabul et artık şunu! Seninle alay etti, o kadar! Evet, bir itiraf daha geliyor, sıkı durun. Bu öyküyü yazan kişi, – artık her kimse – diyalogları yazarken, benim ağzımdan çıkan kelimeleri kusursuz şekilde ifade ediyor. Şimdi, bir anlığına olsa da onun elinden kurtulduğum sırada bunu itiraf etmem gerektiğini hissediyorum. Ben aslında kekemeyim! Evet, bir defect daha! Yaralı ruhumun ve yaralı bedenimin bir kusuru daha, tanış olun! Çekinmiyorum! Sen de doğru düzgün yaz her şeyi!

Evet, nerede kalmıştık? Stella diyordum, kuşkusuz taşak geçmek için söylemişti kuş dili olayını. Yemin edebilirim! Yoksa neden, yani neden söylesin ki? Konuşmam, gerçekten de kuşların çıkardığı melodik ritimler kadar güzel değildi. Fakat, kiminki öyle? Yine de ben, Stella ile bu yüzden asla dalga geçmezdim. Kimseyle! Alın size bir kusur daha. Onlar gibi taşak geçmeğe meraklı değildim ben. Oysa her ergenin ve erkeğin olmazsa olmazıdır bu! Ruhlarına tüküreyim onların! Böyle birini bana yazan Eros’un da kanı bozuk olmalı! Tüm Tanrılar kanı bozuktur. Aksini iddia eden ya Tanrılardan biridir, ya da onlarım sözcüsü olduğunu düşünen bir salak! İnsanların iplerini ellerine geçirip istedikleri yöne hareket ettiren, oynatan, sürüyen salaklar! Din adamlarının o durgun, sıkıcı, şiir söyler gibi insana, "Of be, yaşlandım resmen" dedirten konuşmalarını dinledikçe, aslında neden cehenneme gitmek istediğimi anladım. Söylediklerinin hiçbir anlamı yoktu, yaptıkları tek şey ağızlarını yayarak inancın, tıpkı söyledikleri şeylerin söylenme tarzları gibi estetik bir şey olduğuna inandırma çabasıydı. Bu adamlarla aynı cennete gidersem, cennet tarihinin ilk seri katili olabilirdim. Oysa aralarından biri, çıkıp “Tüm bunlar neden?” diye basit bir soru sormaya kalkışırsa, o zaman bu soruların virüs gibi yayılacağına hâlâ inancım tam! Kim bilir, belki Tanrı, günün birinde bu soruların yoğunluğundan yorgun düşer ve çirkinliğimin nedenini de ağzından kaçırır?! Yalnızca, Tanrı’nın bana hesap vereceği günü beklemem gerekecek. Beklerim. Onunla barışmak için ömrümün sonuna dek beklerim. Yeter ki, geçerli bir sebebi olsun! Hâlâ vicdanımın yerinde olduğuna inançlıyım. Ne yaparsam doğrudan yapıp doğrudan soracağım hesabımı. Onun bu adet görmüş kız tavırları bana göre değil! 

Patikaya inip kurumuş nehrin iziyle adımlamaya devam ettim. Bu küçük nehri takip etmeye kalkışmak, muhtemelen sabaha kadar yürümeye devam etmek demek olurdu. Yapmadım bu yüzden. Yalnızca nehre girdiğim kısıma küçük bir geri dönüş işareti bıraktım. Sonra, kaptırdım kendimi kuru akıntıya. Balıklar ıslaklığı ve boğulmayı hissetmedikleri için, benim de onlardan farkım olmadığını düşündüm. Çünkü ben de ne boğuluyor, ne de ıslanıyordum. Balıklar kadar rahattım bu kuru nehirde. Hatta bu kuru nehirde, evimde bile bulamadığım bir huzur mevcuttu. Aslında, düşündüğünüz kadar bön ve deli değilim ben. Yalnızca, rahat edemiyorum, o kadar. Şu izbe ormanın nehir yatakları, dünyanın bütün yataklarından rahattır! Şerefim üstüne bile bahse girebilirim buna! Biraz yürüyüp devam etmenin alemi olmadığı düşüncesiyle çaktım ayakları durduğum yere. Yıldızlar parlıyordu. Baykuşların dilinden anladığımı, onları bu kadar net duyunca fark ettim. Dönüp Stella’ya ne demek istediklerini anlatmalıydım. Diyecektim ki, “Stella, baykuşlar diyor ki, siktirin gidin evimizden. Bari burada rahat bırakın!” Evet, çok net bir şekilde anlamıştım bunu. Böyle diyorlardı. Hem, yalnızca kuşlar değil. Yaban domuzları, kurtlar, sincaplar, hepsi! Hepsi siktirip gitmemizi istiyorlardı. Yalnızca ormandan değil, dünya üzerinden! Hem nereye gideceğimizi de umursuyorlarmış. “Cehenneme!” dedi cırcır böceğinin biri. Yalnızca öyle rahatlayacakmış içleri. Sefamızı sürmüşüz burada zaten. Biraz da, cefa ile cebelleşelim. İnsanoğlu tabiatı yanlış anlamış. Tabiat, asla insanoğluna dost olmaya razı olmamışmış. Bizmişiz kendi kafamıza göre tasarlayan. Rahat nefes almaları için, tüm kanser pompalayan aygıtlarımızı da alıp cehenneme gitmeliymişiz! Şahsen ben razıyım, hiç itiraz etmem yeminle! Cehennemin kralını yaşıyorum bu yapıyla. Benjamin’in zebanilerine sokayım, onlar mı korkutacak beni? Tanrı o yüce bilgeliği ile bir bok bilmiş ki yaratmış, ne karışacağım? Zırvalıyorum. Boşuna! İçim deliniyor, içim! Beynimde konuşlanan sorular kafatasımı delip geçmek üzere! Niye ben, lanet olası, niye! Yaramaz çocuğun Benjamin’e de verseydin ya bu pisliklerden? Tanrım, yoksa sen de kızlar gibi şerefsizleri mi seviyorsun? Bu senin sınırın olmalıydı, Tanrım! Duygularının esiri olanları eksik yaratmamalıydın! Günübirlik yeryüzüne inip neler çektiğimize şahit olmalıydın! Belki o zaman o sönük vicdanın sızlardı ve insan ırkını kökünden kazırdın! İnsan ırkının kardeşliği daimi sürüversin diye, onların kardeşliğini, onların birliğini alaşağı etmeliydin! Çünkü yaratmadığın bir olguya ad verdik biz, ve “Kardeşlik”, “Birlik” dediğimiz halüsinasyonları yarattık. Sahip çıkmalıydın bize! Senin becerilerini benimseyip doğamıza aykırı olan şeyleri yaratıp adlandırmamıza engel olmalıydın! Sen ne yaptın? Kıçını bulutlara basıp izledin sadece. Kim bilir, belki de keyif aldın? Bu yüzden, affet beni, yapacaklarımdan sorumlu değilim artık! Tüm günahlarım senin eserindir! 

Yarım saat kadar gereksizce Tanrı’ya saydırdıktan sonra, ne kadar aciz bir ruha sahip olduğumu kavramış bir şekilde çadıra geri döndüm. Bir süre, “Ulan keşke bu kadar sövmeseydim” diye düşündüm göt korkusundan. Burada yanmışım, ve hâlâ da yanıyorum. Bir de cehennemde yanarsam ne yaparım? İnsan sinirliyken dikkat edemiyor işte söylediklerine. Oysa söz dünyanın en belirleyici şeyidir. Her şeyi o belirler. Beyinden ve akıldan bile daha güçlüdür o. Zira bazen düşünüp taşınmak bir işe yaramazken, tek bir söz her şeyi halledebilmeğe muktedirdir. Saçma sapan bir gücü vardır anlayacağınız. Neyse, Tom’ların çadırının oraya vardım. Domuz gibi horluyorlardı eşek herifler. Dışarıdan bile duyuluyordu. Bu horlamaların yırtıcıları çekmemiş olması için demin gömdüğüm Tanrı’ya dua ettim. Ne müthiş bir korku, ne acınası şey bu insanoğlu, Tanrım! Boylandım çadıra. Kadavra gibi yere serilmiş üç adet ölü. Hava geçirmeyen çadır, hâliyle dışarıdaki havanın içerideki havayı hafifleştirmesine engel oluyordu. At ahırı gibi kokuyordu içerisi. Nefesimi tutmaktan yorulup dışarı çıkardım kafamı. Dışarısı öyle güzeldi ki, biraz durup seyredince Benjamin’in o habis yaratıklarla dolu hikayeleri daha da anlamsızlaşıyordu. Böyle bir yerde ecinnilerin kol gezmesine imkan yoktu! Buranın kuşkusuz en yersiz, en yabancı, en istenmeyen yaratığı bizlerdik: Yani insanoğlu! Öteki çadırdan pek hatırı sayılır sesler gelmiyordu. “Uyumuşlardır muhtemelen” diye düşündüm ilk önce. İçeri girip girmemek konusunda kararsızdım. Evet, içimdeki aşağılığı yenemediğim için onları uyandırmaktan ve bana kızmalarından korkuyordum. İçimdeki tırsak kendisi hariç kimseye rahatsızlık veremiyordu. Oysa, ben, biliyordum ki, kimseye rahatsızlık vermemek, kendini sömürmektir! Kendi ruhum değil mi, istersem amına bile koyarım diye teselli ediyordum kendimi. Kimse vicdanına hesap vermiyor sonuçta, ben de kendimi yiyip bitiririm! Dünya boyunda bu ağırlık altında ezilip ölmek yerine, vücudumdan kuru toprağa akan kanları, sidiği, spermi, bir sözle içimde ne kadar sıvı varsa hepsini içmekle meşguldüm. Sonuçta kimse anlamazdı bu ağırlığın neden üzerimde olduğunu: Herkes, o ağırlıkla ne yaptığınla ilgilenir. Ölürsen zavallı, hayatta kalırsan kahramansındır! Ben de hayatta kalıyordum. Kahramandım. Evet, bir kahramandım ben de. Mecbur bir kahraman! Ya barışarak savaşacak, ya küserek ölecektim. Ki açık konuşayım, kendi gözlerimin önünde ölürsem benim de umurumda olmazdı. Bu yüzdendir kendimi düşman bilip yaşamak! 

Adımlarımım sesini incelikle hesaplayarak çadırın önüne geldim. İşte tam o anın, kim bilirdi on beş senemi benden alıp götüreceğini? Çığlık duydum. Stella bağırıyordu. Hemen daldım içeri. Beynimin gördüğü şeyi kavrayabilmesi saniyeler aldı. İkisi de çıplaktı. Stella’nın güzel vücudunu, güzel boynunu onun elleri arasında, zorla hap yutturulmaya çalışılırken gördüm. 

“Norton, yardım et!” diye bağırıyordu Stella. O an, vücudumdan çıktığımı ve kendimi içgüdülerimin eline bırakarak yerden bulduğum ilk ağır nesneyi alarak Benjamin’e doğru yürüdüğümü hissettim. Evet, hissettim, çünkü o andan sonra yaptığım hiçbir şeyi hatırlamıyorum...

Kasten adam öldürmeye teşebbüsten on beş yıl yedim. Ve teşebbüsüm sonuçlanmıştı. Benjamin, taşın kafasına denk gelişiyle yere yığılmış ve biraz can çekiştikten sonra geberip gitmişti. O geceyi hatırlamıyorum. Hatta en belirgin, en dolgun olayları bile unuttum artık. Aklımda kalan tek şey, Stella’nın çıplak vücudu ve Benjamin’in kan torbasına dönüşmüş kafasıydı. Olaysa şöyle gerçekleşmişti. Benjamin’le Stella yatmış, sonra Stella’nın Benjamin’den hamile kalmak istemesi yüzünden hap almadığı ortaya çıkınca Benjamin delilenmiş ve Stella’nın çantasını didikleyerek doğum kontrol hapı bulmuş ve zorla Stella’ya yutturmaya çalışmıştı. Mahkemedeki çıkışında cezam hafiflesin diye Benjamin’in onunla zorla ilişkiye girmek istediğini söylemiş ve böylece beni daha ağır bir cezadan kurtarmıştı. Yırtık kıyafetler Stella’nın bu dediğini kanıtlar nitelikteydi. Ama ben, onları Stella’nın kendisinin yırttığından emindim. Yine de sağ olsun, inandırdı mahkemeyi. Ki bunu söylemesini ondan bizim çocuklar istemişti muhtemelen. Eminim! Mahkeme boyunca gördüğüm muamele, okuldayken gördüğüm muamelenin birebir kopyasıydı. Nasıl ki, öğretmenler okulda salt görünüşüm yüzünden okumadığıma delalet getirmişlerdiyse, mahkemede de hakim dahil herkes görüntümün bir katili andırdığını düşünmüştü. Bunu, yanağa doğru kıvrılmış dudak kenarlarından ve gözlerdeki alaycı bakışlardan anlamak pek de zor olmamıştı. Neyse işte, geçirdiler on beşliği. Yatıp çıktık Tanrıya şükür. Size olayın en can alıcı noktasını söyleyeyim mi? İçerideyken yüzümü tamamen unutmuştum. Çünkü orada yüzler birbirine karışır, ve herkes tek bir üniformada, aynı derecede çirkindir. On beş yıl boyunca tek sefer bile suratımla alay edilmedi. Çünkü içeridekileri suratlar değil, paraların nerede saklandığı ilgilendirir. Hayvani bir yaşam. Tam bana uygun. Birkaç kez çaldım ben de. Diş fırçasına kadar çaldım. İhtiyacım olduğundan mı? Hayır. Can sıkıntısından! Hep birilerinin gelip böğrümü deşmesini bekledim, olmadı. Ben de ölümsüz olduğuma karar verdim. Bazı geceler hem Benjamin, hem Stella için ağladım. Ama kendim için tek bir gözyaşı bile dökmedim. Çünkü bu olaydan kurtulan tek kişi belki de bendim! Stella bir sene uzman yanına gitti. Sonunda o da iyileşti. Benjamin ise bir tecavüzcü olarak kendisi gibi kokuşmuş toprağın altında çürüyüp gidiyor. İki sene oluyor çıkalı. Otuz beşi tamamlamak üzereyim. Alıştım. Dışarıdaki yaşama tekrar ayak uydurdum çeşitli mücadelelerin sonucunda. Bir kıza rastladım. Aşık olmadım, fakat evlendim. Daha iki sene öncesinde gardiyan sopalarının kapıya tecavüz sesleriyle uyanan ben, şimdi, küçük Fred’in beşikten tüm eve yayılan zırlamasıyla uyanıyorum. Artık her şey değişti. Suratımı da, kimliğimi de geçmişte bıraktım. Ve şimdi, Tom ile Stella bahçede oturup mutlu bir çift olarak çay içerken, ben de pencereden onları seyrediyor ve bu acı verici hatıranın son noktasını koyup yanlarına gitmeye hazırlanıyorum...