Can dostum,

           Araya yıllar girse de sönmeyecek bir dostluk kurduğumuz için çok mutluyum. Sana sevgi ve şükranlarımı sunuyorum. Görüşmeyeli epey zaman geçti. Bugün anılara gittiğim bir gün olduğundan sana yazma isteği ile yanıp tutuştum. Seni arayıp sesini duymak istedim ama madem eskilere döndüm, “Yazmak lazım,” dedim.

           Havalar Eylül ayı kadar ılık olmasa da bugün hava normalden sıcak. Bilirsin güz mevsimini hep çok sevmişimdir. Sarı yapraklar, önce serinleten sonra iyiden iyiye üşüten rüzgârlar, içimizdeki kuraklığı yutan yağmurlar, ıslak toprağın bizi çağıran kokusu, ilk giyilen örgü hırkanın verdiği sıcaklık… Her mevsim yeniden doğarım bu yüzden.

           Yaş aldıkça her şey bana daha çok nostaljik gelmeye başladı. Bilmem bilir misin; nostalji sözcüğü eskiye duyulan özlem ve acı köklerinin bileşiminden türemiş. Ne kadar anlamlı… Bir mevsimin başlangıcı, okuduğum bir kitabın herhangi bir bölümü oluyor. Bir meyve eski bir bahçeyi, yemek kokuları eski sofraları anımsatıyor. Bir kahkaha bayat esprileri gıdıklıyor. Bir sokağın başı, eski bir türkü çalıyor kulağıma.

           Bugün bacaklarım çok ağrımasına rağmen yine de sahile inip yürüdüm. Banklardan en güneş alanına oturdum. Bir genç kahvaltı ediyordu –ki öğle yemeği saatiydi- ama hiç önemsemedim. Hatırlar mısın; boş bank ya da çardak bulacağız diye ne çok yürürdük. Biri konuştuğumuzu duymasın, yediğimizi görmesin isterdik. Peh! Yanımdakinin ağız şapırtısına bile kızmadım.

           Rahatsız olmuş olacak ki bank komşum, hızlıca yedi yemeğini, kalktı. Canıma minnet! Yanımda kitabım vardı, dalgaların ve martıların eşliğinde onu okudum. Benim Mühendis, yeni kitaplar almaktan hiç yorulmaz. H’nin daha önce hiç duymadığım bir kitabını almış. Hayret ettim. Bütün kitaplarını okudum sanmıştım. Bu aralar sanki her şeyi görmüş geçirmiş gibi hissediyorum. Bilmediğim herhangi bir kitap, isim ya da olay duyduğumda ise ilk defa kendini görmüş bir bebek gibi şaşırıyorum.

           Neyse karnım acıktı, çıkınımdan bir poğaça çıkardım. Gelinim termos almış, çayımı hep sıcak içeyim diye. Sağ olsun, pek yararlı bir gelin. Seninle en son konuştuğumuzda onun işinden ayrılmasına kızdığımı söylemiştim. Bir temiz yanılmışım. Şimdi daha mutlular. İş ve ev derken hem kendileri hem de çocukları yoruyorlardı. Çocuklar zaman zaman yalnız kalıyorlardı. Onların geleceği için sadece para kazanmak yetmiyor elbette, onlara ilgi de gerekiyor. Bunu duyunca sevineceğine eminim. Çok şükür bugünlerimize…

           Ben öğle yemeğimi böyle iki lokma ile geçiştirirken, önümde duran kayalıklarda üç lise öğrencisi belirdi. Saatime baktım, şu an derste olmaları gerektiğini anladım. İki sokak arkada olan okullarından nasıl kaçmışlarsa nefes nefese kalmışlar. Eski alışkanlık ne de olsa, onlara kızmak için ayağa kalkıyordum az kalsın. Sonra nasıl genç olduklarını görünce ses etmedim. Artık emekli bir öğretmenden çok yaşlı bir kadınım ne de olsa. Yine de kaşlarımı çatıp dudaklarımı mühürledim.

           Gençlere ders vermenin en güzel yanı da onlarla vakit geçirdikçe daha genç hissetmektir bana göre. Bir öğretmen olarak bunu fark etmenin de gizli gururunu yaşardım. Sana hiç bu hissimi açmamıştım, sen ne düşünüyorsun bu konuda? Yine pembe hayaller mi görüyorum? Önümdeki bu genç kızlar da o duyguyu yansıtıyordu. Gençliği… Genç halimin koşup şarkı söylediğini hayal ettim bir süre. Şimdi önümde biri dans etse gönlünce, onun için mutlu olurum. “Yaşamanın tadını çıkarıyor,” derim. İş işten geçince, bacaklarım üçüncü merdivene isyan bayrağı çekince bunu anlamanın acısını yaşıyorum.

           Bilmem kaç hevesle kızlara bakındım. Bir ellerinde tost bir ellerinde ayran oturmuş hararetle konuşuyorlardı. Ne kadar tanıdık değil mi? Etraflarına bakınıp güvende olduklarını hissedince en iri olanı çantasından mektup çıkardı. Sıska olanı “Hadi, hadi!” deyince iyice meraklandım. İçlerinde havai fişek var sanki. Öyle parıldıyorlar. Bir ara bana baktılar, hemen kitaba döndüm. “Aman teyze nasılsa duymaz,” dediler. İçimden “Siz öyle sanın,” dedim. Fısıldayarak mektubu okudular.  Bir anda üçü de şaşkınlıkla çığlık attılar. Mektup, alan kişiye değil de sırtı bana dönük kambur oturan kıza imiş. Kızı tavlamak için arkadaşından yardım istiyormuş. Tekrar çığlıklar başladı. İri olanı kendisine ilgi olmadığından, diğeri de kendisine itiraf edilmemesinden dolayı pek alındı. Bilirsin sen de, gençler ilginin kendinde kalmasından fazla haz alırlar. Kısa süreli sessizlikten sonra tekrar gülmeye başladılar. Hararetle konuşmaya başladılar. Sıska olanı yüksek sesle soluk verdi. “Bir an birbirinize gireceksiniz sandım,” dedi. Diğer ikisi oğlana pek burun kıvırdılar. Leyleğin ömrü laklak ile geçermiş. O hesap işte. Gençliğin cahilliği bu olsa gerek.

           Biraz kitaba dalmışım ki kızlar yine gülünce onları izlemeyi bıraktığımı fark ettim. İçim mi geçti yoksa kitaptaki bir sözcükle hayallere mi düştüm seçemiyorum şimdi. İri kız, mektubu yazan oğlanı taklit ediyordu. Diğer ikisi de onu onaylayıp gülüyordu. İri kız geğiriyor, omuzlarını yukarı dikip alaycı tavırlarla yürüyor, öğretmenlerinin arkasından konuşup, gülüyordu. Normalde havalı buldukları bu oğlan için geri vitese geçen kızlar pek eğleniyorlardı. Sonra sıska kız, “Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu. Kız da “Hiçbir şey,” dedi. “Neden? Bu salak oğlanın yerinde sen de olabilirdin. Kaç aydır takım kaptanının yolunu gözlüyorsun. Sizi gerçekten anlamıyorum,” dedi. “Ben de, ben de…” dedim şevkle. Kısacası hemşirem, kızların popüler olmaya da popüler olanlarla birlikte olma sevdası bana küçücük bir bok çiçeğini taneciğini hatırlattı. Bu sıska kız ise başka bir renge sahipti.

           Biz de mi böyleydik? O yaşta hepimiz aptalız ama insan kemale çoktan erince bütün bunları daha da aptal bulmuyor mu? Bizimkisi saflıktan bunlarınki de saflık ve bencillikten ileri gelmiyor mu? Gerçi sen de ben de başka şehirlerde büyüdük. Ama aynı ergenlere öğretmenlik yaptık. Onların büyümesini izledik. Kimilerinin uçtuğunu gördük. Kimilerinin geleceği için kendilerinden çok endişe ettik.

           Başta dedim ya eski telleri çalıp söylemeyi severim. Şimdi sanki yeni öğreniyormuşsun gibi yazacağım ki ben de yeniden okuyormuşum hissi oluşsun; Bir gün sınav esnasında kopya çeken bir öğrencimi fena halde yakaladım. Hemen sinirlerim, bilirsin gözüm dönüverir. Elindeki bütün kâğıtları aldığım gibi masaya bıraktım. Sınav bittiğinde yanıma gelip nasıl geçtiğini sordun. Beraber öğretmenler odasına yürüdük. Sana yakaladığım ders notlarını gösterince ufak bir “Eyvah” dedin.

           Bak, şimdi seni şaşırtacağım. Sen gri etek üzerine sarı bir kazak giymiştin. Ben ise siyah kumaş takımımı giymiştim. Bu düşünce beni nasıl gençleştirdi bilemezsin. Yazarken ses tonum bile pek narin şimdi. Her nasıl olduysa bu ayrıntı aklımda kalmış. Tabii, eskimiş zihnimin beni yanıltabileceğini de eklemeliyim.

           Oturup kimlerin kopya çektiğine baktık. Evet, öğrencilerim bir iş çevirmişlerdi ama daha tamamlamadan yakalamıştım. Notlara bakarken araya başka derslerin de özetlerini bulduk. Ve bir de mektup karışmıştı. Hemen açıp mektubu bir güzel okuduk. Hava çok güzeldi, yağmurdan sonra güneş açmıştı. Bahçeye inip birer de çay istedik. Mektup o kadar güzeldi ki, birkaç kez daha okuduk. Bir iki tümceyi yorumladık. Yapılan her hatayı görmezden geldik. Öyle daldık ki on altılık sevdaya zil çalınca kendimize anca geldik. İkimizin de girmesi gereken bir ders vardı. Ben derste sınav okumayı tercih ettim. Öğrencilere de doğru telaffuz etmeleri için sesli kitap okutturdum. Böylece eve vardığımda mektubu daha rahat okuyabilecektim. Kopya çekenleri yakalamış olsam da puan kırmadım çünkü kopya ile yazılmış bir tek sözcük yoktu. Yine de düşük not aldılar zaten.

           Mektubu yazan kişiyi bulmak zor olmadı. El yazısı kusursuzdu. Bir sonraki teneffüste gelip benden notlarını istedi. Ertesi gün de sınavı vardı. Pişman bir şekilde özür diledi. Ama ben mektubunu vermedim. Neden dersen ben de bilmiyorum. Sonuçta onlar okula eğitim ve öğrenim için geliyorlardı. Ben de bunu bahane ederek elimde tuttum. Seninle Müdür Bey’e ya da kimya öğretmenine danışmamız gerekir mi diye düşündük. Mektubun etik değerleri sorgulatmayan içeriği bize sessiz kalmamızı öğütledi. Biz ise mektubun asıl sahibini aramaya başladık. Kızın adı ya da sınıfı geçmiyordu. Benim gönlü deli öğrencim “Her gün seni görme çabasına değersin,” yazdığına göre başka bir sınıftandı. Yakalarımızı kaldırdık, kepimizi taktık, olmayan bıyıklarımızı kıvırdık, kurnaz bir gülüş ile dedektif gibi iz sürmeye başladık.

           İkimiz de aynı branşın öğretmeni olduğumuzdan ortak öğrencimiz yoktu. Böylece girdiğimiz her sınıfta uzun boylu, siyah saçlı kızı aradık. Eğer kendinden küçük bir sınıftaysa işimiz zordu. Şairin dizelerini düz yazıya dökmesi, kulağa hoş gelse de pek anlaşılmayacak gizemler barındırıyordu. Bir gün bana dedin ki “Kızın gülümsemesi bu kadar değerli ise somurtkan biri olmalı.” Ben kasideler, gazeller anlatırken zaten çoğu öğrencimin yüzü asılıyordu. Divan Edebiyatı’nın dili bizim çağda oldukça zor. Bir de anlamak istemezlerse iyice yandık.

           Bu heyecanlı oyunu yarıda bırakan bir şey oldu. Sen ilk bebeğine gebe kaldın. Yüzün al rengine boyanmıştı sanki. Hatırlıyor musun o zamanki aptallığını? Büyük bir aşkla bekliyordun bebeği. Yeni tadılan her duygu, bizi şu on altılık âşık oğlana benzetiyor. Nereden mi biliyorum bundan bir hafta sonra ben de benim mühendis ile tanıştım. Biz okuldan ayrılırken hep liseli kızlar gibi o yolda şen şakrak ilerlerdik.

           Tabi hemen benim mühendise mektubu okudum. O daha çok felsefi metinler okusa da mektubu yazan çocuğa destek verilmesini önerdi. Biraz da mektubu sahibine geri vermememi deliliğime verdi. Biraz suçluluk duygusuna kapıldım. Sabah okula vardığımda bana “Buldum,” diye sarıldın. Diğer öğretmenler ayıplar gibi bakınca tuvalete sürüklendik. Şans eseri iki âşık genci okul yolunda görmüştün. Kız, anlatılanlara da uyuyordu. “Nasıl fark etmedin bir de senin sınıfında?” diye hayıflandım. Hiç dikkat çekmeyen bir öğrenci olduğunu söyledin. Her gün yanımda taşıdığım mektubu sana verdim. Mektubu ulaştırmanın rahatlığını yaşadım.

           Aslında günlüklerimi bulup o anda neler yazdığımı okusaydım şimdiye kadar yazdıklarımı daha berrak aktarabilirdim. Sahi, bu genç çifte ne oldu? Mezun olana kadar neredeyse hiç bir arada göremedim. Evlendiler mi, ayrıldılar mı? Aşklarına ne oldu? Şimdi de bu ikisini araştırmaya yetecek merakım var. Her ne olduysa ben o ikisine inandım.

           Sahilde oturmuş bu anılara dalan bana dönersek yerimden yavaşça kalkıp ağır adımlarla eve yürüdüm. Üzerime daha özenli şeyler giyindim. Benim mühendis sordu hemen: Nereye? Ses etmedim. Yüzümü yıkayıp gül suyumu süründüm. Sana garip gelebilir; nine görüntüsüne bürününce gül suyu sürer oldum. Emekli olduğum, bir süre de müdireliğini yaptığım okula vardım.

           Tabii beni pek sevecen karşıladılar. Bahçeye, koridorlara şöyle bir bakındım çaktırmadan. Yerli yerinde mi diye. Müdür Bey beni odasına davet etti. Yardımcısı ile birer kahve içtik. Yaşlı, unutkan, devamlı soru soran, sevimli ile sevimsiz arası kadın rolümü oynadım. Nasihat verdim bol bol. “Tabii efendim,” dediler. “Kulak arkası ettiğinizin farkındayım. Gözümden kaçar mı sandınız?” diye söylendim. Baştan aşağı yalan söylüyordu bedenleri. “Geçen gün bir grup genç gördüm, okulu asmış sahilde geziyorlardı. Onlar da sizin sözlerinizi geçiştirdiğinden böyle oluyor işte. Ben sizi böyle mi yetiştirdim?” diye azarladım. Çok şaşırdılar elbet. Hangi gün kimi gördüğümü söylemedim. Sakin bir disiplin önerdim. Beni daha yaşlı göstersin diye aldığım bastonu tıngırdatarak okuldan ayrıldım. Her sınıftan bir yığın ses fışkırıyordu. “Bizim zamanımızda ohoooooo,” diye söylendim. Kapıda bekleyen benim mühendis “İyicene yaşlandın sen de,” dedi. İyi mi?

           Sana ve ailene bütün iyi dileklerimi gönderir ve bolca öperim dostum. Son bir kez daha görüşmek dileğiyle…