Böyle çarpıcı bir başlık atmamın sebebini konunun ciddiyetiyle paralellik göstermesinde bulduğumu söylersem, sanırım modernist hakikate saygısızlık etmiş olurum. Zira onu kaybeden bizdik; gözümüzün önünde ellerimizden kayıp giderken seyredenler olarak hepimiz suçluyuz. Belki de onun tebdil-i mekan etmesine sebep olarak en büyük ayıbı biz ettik. İnsanoğlunun asırlarca peşinde koşup durduğu, hemhal olup iyice bellediği fakat ne yazık ki sahip çıkamadığı hakikatin arkasından el sallayacağız bugün. Modern çağın en müstesna vitrinlerinde boy göstermiş ve artık müzelik olmuş hakikatten, onun bulanıklaşmış sularından bahsedeceğiz.

           

Modern çağın en büyük getirilerinden biri belki de üretmeye olan o bitmek bilmeyen tutkuydu (Elbette bahsettiğimiz dönemden önceki tarihlerde de sayısız üretim söz konusuydu lakin burada bahsi geçen şey hakikat üretme tutkusu). Peki biz insanoğlu olarak en fazla ne ürettik? Bu akışkan yenilik süresince hayran olduğumuz şeylerin başında hakikat geliyordu. Ona sahip olma ve kitlelere yaymak gibi ulvi amaçları olan insanoğlunun elinde şekillenip duran hakikatin, bir gün yorulup şekil değiştirerek aramızdan ayrılacağını belki de kimse tahmin edemezdi. 20. yüzyıla gelindiğinde önemini yitirecek olmasından bihaber olan, her dönem gibi gurur ve kibir içinde eskimeyeceğini düşünen modernizm, aslında bir sürekli eskime çağı oldu. Bu eskime tersine gurur duyulacak bir şeye dönüştü. Fakat sürekli yenileşme ve üretmeye olan kör inanç, bir yerden sonra üretilenin içinin oyulmasına ve anlamından soyutlanmasına neden oldu. Artık önemli olan üretilen hakikatin kendisi değil, ismini zikrettiğimizde gözlerimizin önüne gelen ve zihinlerimizde canlanan o yansımaydı. Bu yansımanın sahipleri hakikati üretenler değil, yaptığı manipülasyonlarla yetiştirdiği bulanık zihinlere onu kolayca yerleştirenlerdi. Üstelik bu değişime birinci sıradan şahit olmamıza rağmen çoğumuz bu durumu geç fark ettik ya da henüz tam anlamıyla fark edebilmiş değiliz. Kitlelere durmaksızın neşredilen tonlarca kaynağın hepsini ayıklamak, söylenilenlerin hangisinin çarpıtılmış ve zihinlerimize yanlış bir şekilde yerleşmiş olduğunun ayırdına varmak isteseydik abesle iştigal etmiş olurduk. Zira anlamından sıyrılıp saydamlaşmış olan hakikat artık bir gölge oluşturamıyor ve dolayısıyla da izini sürmemiz zorlaşıyor.

İnsan zihninin kolay ve görünür olanı daha iyi akılda tutma kabiliyetinden bahsetmemize gerek yok diye düşünüyorum. Sığ sularda yüzmeyi ve ayağımızın ne olur ne olmaz diyerek yere değmesini hepimiz daha hoş karşılarız. Yani demem o ki, az önce bahsettiğim saydamlaşmış hakikatin cam kırıklarını bulanık sularının derinlerine inmediğimiz sürece fark edemeyeceğiz. İçinde yaşayıp gittiğimiz için fark edilmesi daha da zorlaşan ve kanıksanarak çoktan göz ardı edilmiş muhtevasıyla sanırım bize el sallayan hakikatin kendisi oldu. Peşine düşmekteki ısrarımızın boyutu, eksikliğinin ayırdına vardığımız ölçüde olacaktır. Çoğunlukla da bu çabamız cevapsız kalacaktır. Sonsuz bir sarmalın içinde eriyip gitmekte olan halimizle hangimiz güç yetirebilecektir geri döndürmeye hakikati. Zaten gerçek olana yaptığımız ideolojik giydirmelerle bizzat kendimizi kandırıp bu sarmalın çarkına diş olmuşuz. Bu saatten sonra yapabileceğimiz en iyi şey, değişmeyenin yok olacağı, değişenin de ta temelinden sarsılabileceği bu düzenin bilincinde olup gözümüzü açık tutmak olacaktır. Aksi takdirde post-modernist bu canavarın makinesindeki önemsiz bir çarkın herhangi bir dişlisi olarak paslanmaya ve unutularak hakikatin yaptığı yolculukta onu yalnız bırakmaya mahkum olacağız.

Post-modernizmin önüne katıp gözünü kırpmadan sildiği öz hakikat ancak biz yaşayanların zihinlerinde bir anlam kazanıp dirilmeye fırsat bulacaktır. En fedakarane çabamızın bile sadece ufak bir şansının olduğu bu her şeyin inanılmaz bir hızla karalanıp anlamının oyulduğu dönemde yapılacak şey, sürekli bir kendini yenileme hali olmalıdır. Aksi takdirde kuralları güçlülerin başından belirlediği bu sistemde, paslanıp gidecek bir dişin önemi kalmayacak ve yerine hemen bir yenisi koyuverilecektir. Post-modernizmin bir getirisi(!) olan post-truth (Yalın Alpay’ın ifadesiyle “hakikat askıda”) gözlerini ve zihinlerini kapamış; çıplak haliyle hiçbir anlamı olmayan hayata yaptığı ideolojik ve kültürel giydirmelerle türlü meşgaleler edinen bizleri deyim yerindeyse bozuk para gibi harcayacaktır. “Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar” (Hakikatin ışığı, fikirlerin çarpışmasından doğar) sloganıyla bir zamanlar Namık Kemal’in de yayımcısı olduğu Tasvir-i Efkar gazetesinin zihinlere tuttuğu hakikat ışığı gibi bizler de yolumuzu, sorgulayıcısı olduğumuz ve kazıyarak çıkarttığımız hakikat ile aydınlatalım. Naçizane bir dışavurumdan başkası olmayan bu yazının tek amacı, uyanmaya çalışan bulanık zihnime düşen yanılsamalara direnmekteki yalnızlığımı dile getirmek istememdi. İşe önce zihinlerimize zerk edilen bu bulanıklığı kabulle başlayalım. Tanısını koyduğumuz en yaygın hastalığımıza esir olmadan, bir sonraki yazıdan önce, derin bir nefes alalım. 3-2-1. Bitti.