I. BÖLÜM
“Sizi biraz tanıyalım. Dinleyicilerimize kendinizi ve yaptığınız işi biraz tanıtmanızı rica edeceğim”
“Adım Rana. Yani tabii ki gerçek adım değil. 7 yıldır bu şehirde yaşıyorum. Hayatımı insanları korkutarak kazanıyorum. Bunu hak eden insanları. Elbette karşılığında makul bir ödeme alabileceğim durumlarda. On yıldan fazla süredir adalet sistemi işlemiyor. Hakkını aramak, mağduru çok daha zor durumlara düşürebiliyor. Dahası, bazen cezayı hak eden kişi, cezalandırılmasını istediğiniz için suçluluk duymanıza sebep olabilecek kadar yakınınız olabiliyor. Böyle durumlarda, uzmanlık alanım olan korkutma eylemi, ilgisi olan tüm kişilerin hayatına bir sihirli dokunuşla yeni bir yön veriyor. Bu, profesyonellik gerektiren ciddi bir iş.”
“Gerçekten çok enteresan. Size bu hizmeti almak için sıkça başvuran oluyor mu ?”
“Elbette."
Metro penceresinin daha önce oldukça yağlı bir kafanın yaslandığı açıkça belli olan kısmına değmeden poposunun ucunda oturarak dinlediği sohbet, Can’ın kısık gözlerinin kendilerinden beklenmedik biçimde açılmasına sebep oldu. Daha iyi duyabilmek için kulaklığının uçlarını, rahatsız olma pahasına kulak kepçelerinin iç kısmına doğru iyice itti.
“Biraz durup ön yargısız düşünürseniz sağladığımız hizmetin aslında ne kadar zararsız ve etkili olduğunu açıkça görürsünüz. Yararlanıcılarımız minnettarlıklarını bize cömertçe göstermekten geri durmuyor.”
İstasyonda durmak için fren yapan metronun gıcırtısı ne kadar kulak içine itilmiş olsalar da kulaklıkların sağladığı sesi bastırdı. Kapı açıldığında içeri orta yaşlarda hafif tombul bir kadın, çelimsiz bir kız çocuğunu çekiştirerek bindi. Kız çocuğu bir yerleri kesiliyormuş gibi çığlık çığlığa ağlıyor; kırılgan, beyaz bileklerini pervasızca hareket ettirerek, annesinin ağır vücudunu durdurabileceğini sanıyor, araca binmemek için tüm varlığıyla mücadele ediyordu. Elbette ki güçlü anne, onu fazla şımarık bir kediymiş gibi ensesinden tutup aracın içine itti. Dili de en az vücudu kadar yıkıcıydı.
“Bir çocuk daha var mı senin gibi ağlayan? Annesini üzen? Ne kadar günah bu yaptığın. Cayır cayır yanarsın. Etlerin lime lime dökülür kemiklerinden. Kuzu tandır vardı ya dün yediğimiz? Yengenlerin evinde? Hah. Aynen öyle olur işte. Etlerin kemiklerinden ayrılır. Etrafında bekleyen kızıl şeytanlar da kapışır o etleri. Ağızlarını şapırdatarak kemiklerinden somururlar iliklerini. Anne babaya karşı gelinmez. Gelenin sonu cehennemdir. Allah öyle diyor kitabında. Derslerine düzgün çalışsaydın, sen de okuyabilirdin şimdiye kadar. Ben uydurmuyorum. Allah bizzat kendisi söylüyor “
Can, nispeten fısıltıyla söylenen bu sözleri duyduğunda midesinde tanıdık bir burulma hissetti. 25 yaşında genç ve güçlü bir erkek olmasına rağmen küçük kızın hissettiği korkuyu paylaştı. Yarım saat önce yediği açma, gittiği yerde mutsuzmuş gibi gerisin geriye dönmeye çalışıyordu. Yanındaki mataradan bir yudum su aldı. Suyun tamamını ağzında tutamadı.
“Lanet olsun. Yine işemiş gibi görüneceğim.”
Cep telefonuna sarılıp işine yarayacak bir şeyler ararken, anne ve kızın arasında geçenleri dinlememeye çalışıyordu. Birkaç dakika sonra, çantasından çıkardığı bir parça kağıdın üzerine, telefonundan bulduğu şu satırları elinden geldiğince kopyalamaya çalıştı:
وَاَنَّا ظَنَنَّٓا اَنْ لَنْ تَقُولَ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۙ
Ve bizse şüphe yok ki ne insanlar ne de cinler, Allah hakkında yalan şeyler söylemez sanıyorduk.
Sonra bu kağıt parçasını alarak kadın ve çocuğun bulunduğu tarafa yöneldi. Saçlarını iyice dağıtıp, gözlerini karşıdan bakanın gözbebeklerini göremeyecekleri kadar gerilere iterek kendine bir trans halindeymiş havası verdi. Kadına yanaşarak, “Merve’nin annesine mübareklerden mesaj var” diyerek kağıdı uzattı. Kadının kağıdı almasıyla Can’ın metrodan inmesi bir oldu. Bu küçük adalet müdahalesi için çıkmak zorunda kaldığı sohbet odasına tekrar döndü:
“Merhaba, acaba çalışma arkadaşlarına ihtiyacınız var mıdır? Ben ekibe katılmayı çok isterdim.”