“Tabii tanımazsın. Gazetelerde resmi çıkanları tanırsın yalnız. Ortalıkta görünenleri tanırsın. Her zaman başkalarından bir adım öne çıkanları tanırsın. Adanaspor’un oyuncularını tanırsın da Adanalı Mustafa’yı tanımazsın.” (s. 65) Bu, daha romanın başında, profesörün, taşralı gencin Mustafa İnan’ı tanımamış olmasından duyduğu hayıflanmadır. Haklı bu hayıflanma, profesörün bir bakıma sistem eleştirisinin alt metnidir. Sistemin gerisindeki ders işleyişini, düzenini kavrayabilmek; dersi verenin nasıl düşündüğünü sezmede. Bilinir ki bu ne sisteme dahildir ne de başkaca öğretilen bir şeydir. Profesörün buna yönelik şu söylemi buna açıklık getirmede başarılı bir örnektir: “Matematiği birtakım uzun ve yorucu işlemlerden ibaret gördüğünüz için de bilim çekici gelmiyor size. Sayıların eski ve Yunanca harflerin gerisinde canlı ilişkiler olduğunu sezemezseniz, sayılarla hayatın arasındaki ilişkiyi göremezseniz, matematik ve dolayısıyla fizik çalışmanın tek amacı sınıfı geçmek olur.” (s. 249)


Eğitim sistemi, genel bağlamda hocaları bir bakıma ötelemekte; sınırlandırdığı müfredatla vizyonsuz ve görev odaklı hocalar yetiştirmede yataklık sahibidir. Bu bahsettiğim görev bazlılık “ben anlatır geçerim” gibi kalıplaşmış cümleleri doğurmuştur. Öğrencilerin gözünde hocalar birincil olarak böyle algılanır ve gerek anlatılan ders gerekse öğretmenle sınıfta geçirilen vakit hayli sıkıcı ve yorucudur. Oysa Mustafa İnan ve benzeri eğitimciler sistem içinde sergiledikleri duruş ve bireysel tavırlarıyla birer savaşçıdırlar. Öyle ki bir hocanın “başka” oluşu, sistemin getirileriyle erimeye muazzam derecede yatkındır.

Romanın isminde ve içeriğinde Prof. Dr. Mustafa İnan’ın öne çıkarılmak istenen tarafı her ne kadar “bilim adamlığı”ysa da o, sahip olduğu tüm unvanlardan önce çok iyi bir hocadır. “Başka hoca”dır. Kahramanımız İnan, daha ortaokul yıllarında hoca olmaya karar vermiştir. Esasen bakıldığında, her ufak fırsatta bildiklerini çevresindekilere aktarmaktan duyduğu zevk onun hocalığının önüne “başka” nitelendirmesini getirmeyi sağlayan öncelikli unsurlardandır. Hayatı boyunca karşısına çıkan onca cazip imkana rağmen bu onun idealidir ve ne serbest çalışmak ne yurt dışında kalmak olanakları onu bundan vazgeçirmez. Zira öğretmek, onun vazgeçilmez tutkusudur. Yazar Oğuz Atay, onu ve hayatını sıklıkla profesörün ağzından, okuyucuyu taşralı genç yerine koyarak aktarır. Genç, bir fakülte kapısında üniversite sınav sonuçlarını, kendi durumunu, ne olacağını öğrenmek üzere bulunur ve bu genç hayatta ne yapacağı, ne okuyacağına dair pek fikir sahibi değildir. İnan’ın da arkadaşı olan Profesörle yollarının kesişmesi, Profesörün Mustafa İnan’ın hayatını oracıkta özetlemesiyle gencin dikkatini çeker ve onu bir dala, daha doğrusu karara yönlendirmede etkili olur.

Hoca’yı özet haliyle bile tanımak, bir öğrencinin hocanın zihnine girmek istemesi ve anlatılarını duymak istemesi için heyecan oluşturmada efektiftir. Karşımıza önünde bir kürsü durarak, yer yer serkeş, yer yer fiyakalı takımlarıyla; döpiyesleriyle bulduğumuz hocalar da birer hayat sahibidir ve onlardan edinilecek öğreti hayatlarını bilmeyle anlamayı ve pekiştirmeyi ileri düzeye götürür.

Okunduğunda, romanda okuyucuya yüklenen vizyonun taşralı genç olması; eğitimcinin hayatını ve akabinde işlerini tanımaya kapı açar. Romanda iç ve dış olayların paralel ilerlemesi dedirtebilir ki öğretmen ve öğrencinin hayatları da paraleldir. Böylesine iç içe geçmiş bir düzeneği yok saymak, genel bağlamda öğrencilerde yarattığı alakasızlık ve zaman zaman hocayı hiçe sayma durumları yaratır. Oğuz Atay, Bir Bilim Adamının Romanı’nı bunu en önleyici haliyle kaleme almıştır.

Prof. Dr. Mustafa İnan, anlatıda içimizden biridir; gerçeğinde de olduğu gibi. Kavranması gereken husus, tüm bilim icraatlarından önce esasen budur. Oğuz Atay’ın insan dramı yaratma becerisiyle Mustafa İnan’ı ve hayatını ete kemiğe, hatta ruha büründürmesi; şimdiki zamanın içinde tüm eğitimcilerin birer figürden ötesi olduklarını parmakla işaret etmesiyle birebir nitelik taşır. Mustafa İnan’ın da her insan gibi kalbi, ruhu, zihni vardır. Etrafını duyar, olanları ve olmayanları düşünür, kalbiyle hisseder, sever, zevk alır, inanır, üzülür… Bu öğretmenin; öğrencileri gibi, her insan gibi bir kalbi, bir ruhu, bir zihni vardır. Tüm bunların varlığına tanıklık etmek, onu kürsü arkası birer takım elbise olmaktan öteye taşır. Bir eğitimcinin, öğrencilerinden bekledikleri olan sevgi, hoşgörü, fedakârlık, çalışkanlık, sanatseverlik gibi hususları kendi içinde var olan ve hayata ilişkin şeyleri onların avuçlarına dökmesi ve bunu çözümlemeleriyle katlanacağı gerçeğini Mustafa İnan’ın hikayesiyle açıkça görülebilir.

Romanın 216’ncı sayfasında geçtiği gibi “İlim adamı ender yetişen bir kuştur, ona itina edilmelidir.” Bu nedenle, eğitimcilerden alınacakların önünü açmak ve neresinin uç olduğu bilinmeyen bir şelale gibi akmasına neden olmak; sayıca bunu arttırmak adına orta ve yüksek öğretim mecralarında bu roman elden ele dolaşır hale getirilmelidir. Profesörün bir yerde sözünü ettiği gibi: “Bilmem neden böyle insanlardan söz etmezler okulda? Çocukları Büyük İskender ya da Napolyon olmaya özendireceklerine, neden onlara Gauss’tan, Pascal’dan bir şeyler anlatmazlar?” (s. 28)

Profesörün yine bu haklı serzenişi üstüne Mustafa İnan’ın hayat hikayesini bir sonraki taşralı genç için özetlemek boyun borcudur:

Fakir bir aileye 1911’in Ağustos’unda altı çocuktan üçüncüsü olarak Adana’da dahil olan Mustafa İnan, hayatına başlamasının üstünden daha dört yıl geçmişken damdan düşüp ölümle burun buruna gelir, fakat yüzünü çevirmeyi başarır. Birinci Dünya Savaşı sonlarında Fransızların Adana’yı işgaliyle anne Rabia Hanım, çocuklarını alıp kağnı arabası ve trenle kocasının bulunduğu Konya’ya kaçar. Burada iki buçuk sene kalırlar. Okumaya Adana’da başlayan Mustafa İnan, Konya’da devam eder fakat iki senenin ardından Cumhuriyet ilanıyla Adana’ya dönmeleriyle ortaokulu Adana’da okur. Eğitim hayatı git-gelli olan Mustafa İnan için git-gel yaşamadığının söylenilebileceği husus ders notlarının iyiliğidir. Daha sonra yatılı Adana Lisesi’ne gider ve 1931’de birincilikle mezun olur. Dalı fen ve matematiği kapsıyor olmasına rağmen bu yıllarda edebiyata hayli merak sarmış, Fuzuli, Baki ve Nedim’den şiirler ezberler. 19’unda babasını kaybetmesinin ardından hayata bir an evvel atılmak ve ailesine katkıda bulunmak ister. Kararı hoca olmak yönündedir ve yüksekokul için Fen Fakültesi’ne kaydolur. Arkadaşları onun Mühendislik Mektebi’nde olması gerektiğini düşünür ve sonunda hemfikir oluşuyla geçiş yapar. Alakasız duran tüm bu dallara rağmen edebiyata ve sanata olan ilgisi devam eder; şiirler okur, tiyatroya gider. Bu sırada İngilizce ve Almanca öğrenir. Okul giderlerini karşılayabilmek adına lise öğrencilerine matematik dersleri verir ve bu öğrencilerinden biri daha sonra kendisiyle evleneceği Jale Hanım’dır.

İnan, bütün öğrenciliğinde hayli başarılı ilerler. Ondan aşağı not almaz ve hafızası okuduğunu ve dinlediğini kolayca unutmayacağı kadar kuvvetlidir. 1937 senesinde buradan da birincilikle mezun olmasının ardından doktora yapmak üzere İsviçre’ye gider. Önceleri Zürih Üniversitesi’ndeki hocalar onu küçümserlerken; çöken bir köprü üzerine yaptığı çalışma yoluyla kendisini ne ölçüde yetiştirmiş olduğunu görürler. Doktorasından sonra okulda kalmasını isterler fakat o teklifi reddedip 1941’de Türkiye’ye döner.

Jale Hanım’ın Almanya’da gördüğü arkeoloji eğitimi sonlanıp Türkiye’ye dönmesinin ardından aralarındaki yakınlık gelişir, ve evlenirler. Fakat evlilikle birlikte sıkıntılar vuku bulur. Şişli’de oturdukları ufak apartman dairelerinde buzdolapları dahi yoktur. Et yüz gramlarla, odun on kilolarla girer evlerine. Her ikisi de üniversitede öğretim üyesi olmalarına rağmen Mustafa İnan, iki yıl boyunca aynı takımı giyer. Öyle ki asistanından borç para aldığı günler olmuştur.

İnan, mezuniyetinden yedi yıl sonra, 33’ündeyken profesör olur. Bunu dekanlık ve rektörlük takip eder. Bunlar dışında, Millî Savunma Bakanlığı Araştırma Geliştirme Kurulu üyeliği, TÜBİTAK kuruculuğu, üyeliği ve başkanlığı bulunur. 60 ihtilalinden sonra Millî Eğitim Bakanlığı Teknik Öğretim Müsteşarlığı ve Bayındırlık Bakanlığı tekliflerini, kendini bütünüyle öğrencilerine ve çalışmalarına verme düşüncesiyle reddeder.

Akademik çalışmalar, dersler, seminerler, konferanslar, idari görevler ve tabii hayat; Mustafa İnan’ın zaten nahif olan vücudunu oldukça yorar. Hayatının dördüncü senesinde yüz çevirebildiği ölümle 5 Ağustos 1967’tarihinde tedavi için bulunduğu Almanya’nın Freiburg şehrinde buluşur.

Kendisiyle ilgili “Ben hoca olmak için yaratılmışım. Ben kendime söz verdim daha ortaokulda okurken. Böyle yetiştirdim kendimi.” (s. 62) demiş bu adamla ölümünden bunca yıl sonra tanışmak ve onun gibi “başka” tüm ilim insanlarını kendi hayatlarından öğrenmek adına, bu roman birebirdir.


“Tabii tanımazsın. Gazetelerde resmi çıkanları tanırsın yalnız. Ortalıkta görünenleri tanırsın. Her zaman başkalarından bir adım öne çıkanları tanırsın. Adanaspor’un oyuncularını tanırsın da Adanalı Mustafa’yı tanımazsın.” (s. 65)