Okulumuzun pansiyonunda, nöbetteyim. Öğrencilerin akşam sekizden sonra dışarı çıkmaları yasak. Havalar ısınınca, bahçede top oynuyorlar ama bugün öyle bir şansları da yok. Yüz kadar öğrenci, bu daracık binada, gecenin saat birine kadar eğlenecek bir şeyler bulmak zorundalar. Bunu başaramazlarsa çünkü, birbirlerine sarıyorlar; tıpkı, bir çuvala tıkılmış kedilerin, bir vakit sonra birbirleri ile kavga etmeleri gibi... Neyse ki bugün bir sıkıntı yok. Koridorda su savaşı yaptılar bir saat önce. Sonra maç izleyenler "Goooll" diye ortalığı yıktı. Şimdi tam bir sessizlik var. Arada bir, zemin kattaki sebilden, ucuz yollu noddle'una sıcak su aktaranlar gelir ve sonra sessizlik devam eder.


Altışar kişilik odalarda öğrenciler, türlü çeşitli horultular içinde ve birbirlerinin soluğunu soluyarak uyuyacaklar sabaha kadar. Gün ışıdığında ben, telefonumda kayıtlı türkülerden birini açarak uyandıracağım onları. Tek tek kapılarını açıp lambalarını yakarak şöyle diyeceğim "evvvet beyler, saatimiz yedi, kahvaltımız hazır!" Bu esnada, hayatın dışına düşen tek şey, telefonumdan gelen türkü sesi olacak... Kimi atletle uykuya daldığından, kimi battaniyesini yere düşürdüğünden üşümüş olarak uyanacak. Onları bu halde görünce üzülmeli miyim yoksa gülmeli miyim, şaşıracağım.


Ne diyordum? Saat yedi ve kahvaltı hazır. İşte dostlar, bahsettiğim kahvaltının resmi şu yukarda görülüyor. Semaverde çay, zeytin, peynir, haşlanmış yumurta ve küçük paketlerin içinde tereyağı ve reçel... "İyi ya, daha ne olsun" denebilir elbette. Kuşkusuz, öyledir de. Öğrenci, istediği kadar peynir, tereyağı ve reçel alabiliyor mesela. Ama her daim kahvaltıya, öğrencilerin yarısından azı iniyor. Çünkü neyle karşılaşacaklarını çok iyi biliyorlar. Bakın şu yukardaki kahvaltı, dört yıl boyunca neredeyse hiç değişmez. Ve öğrenciler, biraz daha uyumayı, kahvaltıya tercih ederler. İşte bunu görünce benim aklıma her daim tek bir kavram gelir; öksüzlük!



Bu hâlâ çocuk olan öğrenciler, annelerinin yanında olsalardı, hiç olmazsa doyasıya uyurlardı muhtemelen. Yahut anneleri, kahvaltıda onların sevdiği birkaç şeyi yapardı; yağda yumurta, kızarmış patates ya da sigara böreği mesela. O vakit, bir hevesle uyanır, kahvaltıya inerlerdi işte. Bunu deyince, atmış beş yaşındaki anamın, evde olduğum günler kahvaltıda benim için melemen yapması geliyor aklıma. Ancak burası, ana kucağı değil maalesef; okul pansiyonu. Burada hayatın rutininin dışına düşen tek şey, telefonumdan gelen türkü sesi olabilir...


Ne diyordum? Öksüzlük! Evet, pansiyonların bu çocuklara öğrettiği ilk şey bu sanırım. Hayat hiç bir zaman size anneniz gibi davranmayacaktır. Gece atletle mi uykuya daldınız? Hiç kimse size "üstünü giyin, yoksa üşürsün" demeyecektir. Uyurken üstünüzü mü açtınız? Kimse düşen battaniyeyi kaldırıp üzerinize örtmeyecektir. Yedi buçuğa kadar uyumanıza izin verilmeyecek ve hiç kimse sizin kahvaltınızla, kahvaltıda neleri sevdiğinizle, aç kalıp kalmamanızla ilgilenmeyecektir. Tıpkı hayat gibi.


"Kendi ayakları üzerinde durmak", "hayatı öğrenmek" dediğimiz şey işte tam da bu aslında; annesiz kalmak, annesizliğe alışmak. Nasıl ki doğada da her anne, yavrusunu yetiştirdikten sonra onları terk ederek hayata iteler, işte burada da hayatın ortasına bırakılmış yavrular var. Eh, yine de ben, hayatın keskin yanlarını biraz yumuşatabilirim, değil mi? Musa Eroğlu'nu açtım telefondan. Kevser Irmağında Sakim Olan Yar deyişini söylüyor Musa dedem. Evvet beyler, saat yedi ve kahvaltımız hazır!




22 Mart 2023

Manisa