Aile kelimesinin sözlük anlamına bakarsak, “Toplumun en küçük yapı birimi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat şu tabiri de göz ardı etmememiz gerekir: “Aile toplumun en küçük faşizan kurumudur. Otorite, yani aile büyükleri, kendi istekleri -ki çoğu zaman bu istekler toplumun istekleri olarak karşımıza çıkar- doğrultusunda bir birey yerine kendileriyle aynı düşüncelere, aynı yaşam tarzlarına ve aynı değerlere sahip bir ‘köle’ yetiştirir.” Yaşadığımız toplumda bireyin gelişme süreci ve fikir edinmeleri ilk olarak ailede başlar. Onların yönlendirmesiyle doğru veya yanlış, bir şekilde belirli bir yaşa kadar geliriz. Bu süre zarfı içerisinde aile büyüklerimizin ve toplumumuzun bize dayattığı fikirleri doğru olarak kabul ederiz ve bu fikirler artık bizim salt fikirlerimiz olur. Bu fikirleri en ufak bir sorgulama veya akıl süzgecinden geçirme gibi bir eylem söz konusu değildir. Eğer olur da bir sorgulama sürecine girmeye kalkışırsak en küçük faşizan kurumla çatışma evresine girmiş oluruz.


Toplumumuzda, baskı ve kabullenmeler yüzünden özgün düşünce ve akıl süzgecinden geçirme olayıyla geç tanışmış birçok genç bulunmaktadır. Aslına bakarsak bu çatışma sadece bizim toplumumuza özgü değildir. Rus yazar, Turgenyev’in 1862 yılında basılan “Babalar ve Oğullar” kitabı eski nesil ve genç nesil arasındaki kuşak çatışmasını çok güzel anlatmaktadır. Fakat toplum olarak biz, bu çatışmayla yeni yeni tanışmaktayız. Bizden önceki nesil dediğimiz, ebeveynlerimizin dönemindeki insanlar ve onlardan önce yaşayanlar da yaşam şartlarının, toplum kurallarının ve aile baskısının şiddetli olmasından dolayı, ebeveynlerinin dediklerini sorgulamadan kabullenmişlerdir. Bu yaşam tarzı bir süre sonra geleneksel hale gelmiştir. Bu duruma aykırı olan aileler veya toplumlar yok mudur? Tabii ki vardır. Fakat bizim toplumumuzun genelinde bu baskıyı fazlasıyla gözlemleyebiliriz. İnternetin yaygın hale gelmesi, üniversiteye giden, okuyan ve araştıran genç nüfusun çoğalmasıyla birlikte bu çatışmalar baş göstermeye başlamıştır.


İşte tam da burada can alıcı noktaya gelmiş bulunmaktayız: Okumak. Eski neslin bu çatışmaya fazla girmemesini ve denilen her şeyi -neredeyse kanun hükmünde- kabullenmesini, okur-yazar oranının çok düşük olmasına ve toplumun kitap okumak gibi bir alışkanlığının olmamasına bağlayabiliriz. Okur-yazar oranının artması ve kendini geliştirecek -farklı bir bakış açısı oluşturacak- eserler okuyan insan sayısının çoğalmasıyla birlikte önce aile kurumuna sonra topluma ve son olarak yaşanılan dünyaya karşı bir sorgulama, akıl süzgecinden geçirme eylemi başlamıştır. Her ne kadar geç de olsa bir insanın bu evreye gelmesi; belirli bir seviyeye gelmiş, kendisini geliştirmiş ve gelişmekte olduğunun ispatıdır.


Çok sevdiğim bir yazar olan Murat Menteş’in bir sözünü hatırlatmak isterim: “Gene de okurun önünde iki yol bulunduğunu söyleyebiliriz: 1- Kendi kanaatlerini pekiştirecek türde eserler okumak. Yani volta atmak veya yerinde saymak. 2- Başka başka düşüncelere açılmak suretiyle, kendini yenilemeye yönelmek; farklı ve mümkünse daha iyi birine dönüşme umuduyla ilerlemek. İşin aslı, okumak fikirlerimizi riske atmaktır.”


Evet! Sayın okur, kitaplarla geç tanışıp fikirlerime dokunmasına, beni sürekli geliştirmesine ve bana yeni bakış açıları yaratmasına bu kadar geç kalmak içimde bir ukdedir. Kitaplarla daha erken tanışıp önce aile kurumumdaki, sonra yaşadığım toplumdaki sabit fikirleri ve bana dayatılan düşünceleri sorgulayıp akıl süzgecimden geçirmek isterdim. Belki o zamanlarda kendimi keşfedip, kendime göre bir hayat yaşayabilirdim.


Hâlbuki Murat Menteş’in "Ruhi Mücerret" kitabını çok öncelerde okuyup, Don Fardon’ın söylediği Indian Reservation şarkısıyla o zamanlar tanışmak isterdim…