Stefan Zweig… Özellikle son zamanlarda ülkemizde birçok kişinin okuduğu bir yazar. Öyle ki birçok yayınevinin -bu ilginin farkında olacaklar ki- onun kitaplarını basmaya hatta toplu öyküler şeklinde yayımlamaya başladığını kitapçılarda görmekteyiz. Peki kimdir Zweig? Biz onu nasıl tanıyoruz?
Zweig, 1881 yılında Viyana’da doğan Yahudi bir burjuva ailesinin çocuğudur. Birçok alanda kitaplar yayımlamıştır. Çoğunluğumuz onu yazdığı kısa öykülerden tanımaktayız. Kısa öykülerinin yanında biyografi kitaplarına da rastlarız. Ayrıca Zweig deyince aklınıza hemen ne geldiğini tahmin edebiliyorum. O da erkek olsun, kadın olsun insan psikolojisini anlatmadaki ustalığıdır. Bir kadının dünyasını bile başarılı bir şekilde tasvir edebilmektedir. Onu okurken kendi iç dünyamızdan bir şeyler bulabilmekteyiz. Ve kalemine olan hayranlığımız belki de tam olarak burada başlamakta.
“Dünün Dünyası” Stefan Zweig’in birçok kısa öyküsünü okuduktan sonra merak ettiğim bir kitap oldu. İlk başta dikkatimi çeken husus kitabın yazarda alışık olduğumuzun dışında 500 sayfa olmasıydı. Bu kitap yazarın bir otobiyografisi olma özelliğini taşıyor. 1942 yılında “Ben her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum,” diyerek eşiyle birlikte intihar etmeden kısa bir süre önce tamamlamış kitabı. Okuduktan sonra şunu söyleyebilirim ki okuduğum en iyi otobiyografilerden biri oldu. Oldukça akıcı bir dille, yazar kendi hayatında gözlemlediği olaylara görüşlerini yansıtarak bizlere aktarmış. Onun neden intiharı düşündüğünü sayfalar ilerledikçe daha iyi gözlemleyebiliyorsunuz. Yaşanılan savaşların, olayların onun vicdanında nasıl bir yer edindiğini, özellikle Hitler zamanında yaşanılanların onda nasıl etkiler bıraktığını görmek mümkün. Savaşlardan, huzursuzluklardan ne kadar kaçmaya çalıştıysa da hiçbir zaman bunlar peşini bırakmıyor hümanist yazarın.
Kitabın içeriğine bakacak olursak yazar, hayatının dönemlerini başlıklara ayırmış. İlk olarak bir ön söz ile başlıyor. Bu kısımda kendini önemli bir kişi olarak görmediğini, yaşamöyküsünü başkalarına anlatmanın da ona cazip gelmediğinden bahsediyor. Ve devam ediyor: “Anlattıklarım aslında benim kendi yazgım olmayacak, aksine bütün bir kuşağın, tarih boyunca hiçbir kuşağın çekmediği kadar büyük acılar çeken bir kuşağın yazgısı olacak.”
İlk bölümde doğup büyüdüğü savaştan önceki dönemi güvenlik açısından ‘altın çağ’ olarak adlandırıyor. Ve bir ülkenin rahat yaşayabilmesi için çok önemli olan bu durumu şu sözlerle dile getiriyor. “Sadece geleceğini güvence altına alabilenler, yaşadıkları günlerin tadını gönül rahatlığıyla çıkarabilirler.” Bölümün devamında Viyanalıların sanata verdikleri önemden bahsediyor. Ve bu önem neticesinde yetişen yetenekli sanatçılardan. Söylediği şu söz ise not alınması gereken bir cümleydi: “Sanatçı takdir edildiği ve hatta aşırı derecede takdir edildiğinde, kendisini mutlu, aynı zamanda da teşvik edilmiş hisseder. Sanat, halkın tümünün yaşamsal meselesi haline geldiğinde zirveye ulaşır.”
Diğer bölümde eğitim sistemine değinmekte. Kendi okuduğu zamanla o zamanki öğrencileri karşılaştırıyor. Ve kendi okuduğu zamanki eğitim şekline eleştirilerde bulunuyor. Okulun insan sevgisinden yoksun, soğuk bir yer olduğunu ve askeriyeye benzer bir katı disiplin anlayışına sahip olmasına öğrenciyken sinirlendiklerinden bahsediyor. Zamane gençlerinin olması gerektiği gibi daha rahat olduğunu söylüyor. Bir başka bölümde yine eski dönemde kadının toplum içindeki yerine değinmiş durumda. Bu bölümleri okurken sadece o dönemin özelinde kalmıyorsunuz, içinde yaşadığınız dönemle de kıyaslama içerisine giriyorsunuz. Bazı şeyler ne kadar da tanıdık geliyor insana.
Birinci Dünya Savaşı’nı anlattığı kısımlar ise yazarın hümanistliğinin gözler önene serilmeye başladığı yerler. Her yerde savaş çığırtkanlığının arttığı, insanlarda diğer uluslara nefret söyleminin yükseldiği günlerde Zweig daima barışı savunuyor. O dönem ülkede bazı yazar ve şairlerin bile savaşa yönelik yazdığı yazılardan bahsediyor. Aslında insanların içinde bulundukları o savaş coşkusunun yıllar geçtikçe açlık ve sefaletle birlikte nasıl tersine döndüğüne, insanların fikirlerinin zamanla nasıl değiştiğini de şahit oluyorsunuz. Zweig yaşamı boyunca birçok tanınmış kişiyle irtibat içerisinde oluyor. Genç yaşında tanınırlığa erişiyor. Birçok tiyatro oyunu yazıyor. Öyküleri ve biyografilerinin dışında şair yanını da görmek mümkün. Kitabın ilerleyen kısımlarında Hitler ile birlikte yaşanılan olaylara değiniyor. Her şeyden uzaklaşmaya çalışsa da hiçbir zaman tamamen kurtulamıyor. Vatansız kaldığı dönemler başlıyor. Freud’un Yahudi saldırılarından dolayı İngiltere’ye kaçtığı günlerde Zweig’in Salvador Dali ile Freud buluşmasına aracılık ettiği kısım ise akılda kalanlarda yer alıyor.
Bir diğer akılda kalan ise kitaplarla alakalı her türlü gereksiz uzatmayı ve anlamsız tasvirleri sevmediğini söylemesi. Ve şu çıkarımı yapıyor. “Ben ancak son sayfasına kadar yaprak yaprak yükselen ve nefes kesen bir tempoda okunan bir kitabın tam anlamıyla tadına varabiliyorum.” Kendisinin yazığı kitaplarda da bu heyecanı bulmak mümkün. Ayrıca gayet de kısalar.
Sonuç olarak kitabı okurken dönemin birçok sanatçısını, siyasetini vb. birçok şeyi gözlemleme şansı elde ediyorsunuz. Kendisinin de dediği gibi aslında bir kuşağın otobiyografisi. Bu anlattıklarımdan çok daha fazlası sayfalarca kitapta mevut. Bugün kendi dönemimizde birçok felakete denk geldiğimizi düşünüyoruz. Ancak kitabı okurken yaşanılan savaşların getirdiği yaşantıları görünce yine de o dönemlerin yanından bile geçmediğimiz aşikar. İzlemek isteyenler için “Şafak Sökmeden (Stefan Zweig: Farewell to Europe)” filmini önerebilirim. Zweig’in son dönemlerine ışık tutan bir film. Yazımı kitabın da bittiği cümlelerle bitiriyorum. “Her gölge, sonuçta bir ışığın çocuğudur. Aydınlık ile karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir.”