Sıcak, sessiz, loş bir mekanda,
Yavaşça çektiğin o nefes,
Neye iç geçirdiğini bile bilmeden.
Eşyaları, yerlerinden ayırdığımda,
Anıları söküp almıyordu içine,
Ardında kalan kirli hiçbir boşluk,
Öylece bana bakıyordu,
Anılar, anılar ve tüm yıkıntısı.
Her arkamı döndüğümde,
Bir gürültü, bana seslenir gibi,
Neşeli bir yarısı kahkaha yarısı çığlık.
Kaç kere dans ettiysek seninle,
Kaç kez gözlerimiz sevişmişse,
Orada öylece duruyor ruhlarımız.
Kabire girmemiş gülüşler var,
Yapışmış kalmış odaların duvarlarına.
Sıcak, sessiz, loş bir mekanda,
Yavaşça çektiğim o nefes.
Neye iç geçirdiğimi bilemeden.
İşte o an anladım ölümü,
Bir odayı, bir evi, bir bahçeyi,
Bir şehiri bırakırken,
Terk ederken maziyi yıkılışım,
Ölümün anlamını fısıldadı kulağıma,
İnsanın var olmaktan vazgeçemeyişini.
Bir sıcak odayı bırakmak istemez insan,
İçinde onca anıyla.
Nasıl bırakır dünyayı arkasında?
Bir gülüşü, ancak hatırlamak düşünce bahtına,
Hıçkıra hıçkıra ağlayası gelir de,
Nasıl bırakır arkasında yare benzeyen gökyüzünü?
Bir içip çekipte, geri verirken,
Kaç zaman geçer insanın aklından,
Nasıl film şeridi gibi kaymaz hayat, insan ölürken?
Hani gezdiği kırlara hasret duyar da,
Dolar gözleri birden,
Nasıl kabul eder bir daha hiç gidemeyeceğini?
Kırk asır bekler insan aşkını,
Nasıl kabul eder insan, ölüpte unutulmayı?