Öğrenmediğiniz bir dil, okumadığınız bir kitap, izlemediğiniz bir film, bitirmediğiniz bir oyun kalmadı mı? Dünyadaki tüm yüzler tanıdık mı geliyor? Her yemeğin tadını biliyor musunuz? Dünyada keşfetmediğiniz bir yer kalmadı mı? Ölümsüz olmaktan sıkıldınız mı? Tjorlh Gerçek Üstü Simülasyon size yeni bir hayat sunuyor! Tjorlh Gerçek Üstü Simülasyonu ile ölümlü bir insan yaşamı sürebilirsiniz. Antik mitlerde bahsi geçen yaşlanmanın, cahilliğin, evrenden maddi formunuzun yok olmasının, başka bir gerçeklikte ödül ya da ceza ile karşılaşacak olma inancının ağırlığını, sevdiklerinizi kaybetme korkusunu hissedebileceksiniz!

“Harika haberlerim var Khor: Tjorlh ailesi yeni projesinin Beta sürümünü tamamladığını açıkladı. Tjorlh Gerçek Üstü Simülasyon projesi için bir sene boyunca her ay Taban’da yaşayan beş kişiyi ölümlülük simülasyonu için gönüllü olarak yukarıya götüreceklermiş. Katılanlara simülasyondaki denemeler sonunda projede kalıcı bir iş ve kalacak yer vereceklermiş. Sonsuza dek Tjorlh’ün elemanı olma fırsatı sunuyorlar inanabiliyor musun? Hem de yükselme şansın bile var. Bir düşünsene bizim seçildiğimizi... Bu boktan yerden kurtulup yukarıya çıkabileceğiz. Buradan sonsuza dek kurtulabiliriz Khor. Gökyüzünü görebiliriz. Hem de ne zaman istersek! Bir daha asla bu kokuşmuş yere dönmek zorunda kalmayız.”

“Biz zaten ölümlüyüz dostum. Onların satmayı planladığı şeyin cehennemini yaşıyoruz burada. Onların simülasyonunda yaşıyoruz zaten. Gözlerin açık olduğu sürece bir yere katılmana gerek yok.”

“Biz ölümsüz ölümlüleriz Khor.”

“Evet. Onlar istediklerinde bizi öldürebilirler. Onlardan farklı olarak birisi bizi öldürmediği sürece ölümsüzüz. Bu yüzden ölümün ne olduğunu hala içimizde hissediyoruz ve korkusuyla yaşıyoruz. Sattıkları şey ölümlü gibi yaşam sürmek değil mi? Neden ölümlülüğün ne olduğunu hatırlayanları topluyorlar? Bizim ne işimiz olabilir orada?”

“Aptallık etme Khor. Beni dinle. Antik çağların simülasyonu gibi düşünebilirsin bunu. Anladığıma göre geçmişinde bir ana gidip istediğin şekilde tekrar yaşayabiliyor ya da aklındaki herhangi bir şeyi yaratabiliyormuşsun. Her şey senin hayal gücüne kalmış. Bin yıllardır fil dişi kulelerinde yaşayan bu sümüklü böceklerin kurabileceği en kötü simülasyon bile buradan milyonlarca kat daha iyidir. Hem hepsini bir kenara at, yukarı çıkacağız. Bunun ne anlama geldiğini anlamıyor musun? Bu terk edilmiş, unutulmuş, hurdalarla dolu yerden; eğer burada doğup büyümediysen maskesiz nefes alamadığın cehennem çukurundan kurtulmak için belki de elimize geçebilecek tek şans bu. Hem, senin benden daha heyecanlı olman gerekmiyor mu? Orayı özlemiyor olamazsın.”

“Yukarıda işler hayal ettiğin gibi toz pembe yürümez dostum. Orası buradan daha karanlık, buna emin olabilirsin. Sadece taktığı maskeler şatafatlı.”

“Daha fazla heyecanımı baltalamana izin vermeyeceğim. Senle ya da sensiz… Bu fırsatı kaçırmayacağım.”  

Khor’un bu karanlığa boğulmuş, ümitsiz yaklaşımlarından bıktım artık. Ona kızamıyorum çünkü benim gibi burada doğup büyüyenlerden değil. Yukarıdan düştü buraya. Bu sebeple her şeye oraya karşı duyduğu nefretle bakıyor, bunu anlayabiliyorum. Zenginliği bilmeyen için sefalete katlanmak kolaydır. Zenginliği hiç tanımamış biri için sade bir yaşamı övmek kolaydır. Ancak iki dünyayı da görmüş biri için burası cehennemden çok daha derin bir çukur olsa gerek. Bizim hiç tatmadığımız yiyecekleri, hayal bile edemeyeceğimiz teknolojiyi deneyimledi ve bu yüzden onları özleyebiliyor. İnsan hiç bilmediği bir şeyi özleyemez. Sevilmek, saygı görmek, hatta kadınlar… Güzel kokan, kılsız, kibar, ince sesli kadınlar. Böyle anlatıyor Khor her birini. Ben abarttığını düşünüyorum bazen ama sorun değil. Hikayelerin doğru olup olmadığı umurumda değil çünkü gözlerimi kapattığımda beni bu cehennemden uzaklara taşıyabilen yegane şeyler onlar.

Bulutların üzerine, sonsuzluğa yükselen bu binalar insanlığın kurtuluşu olmuştu çok uzun yıllar önce. Enine genişleyecek yer kalmayınca göğe yüksel… İnsanlık böyle kurtuldu kendi yarattığı kıyametinden. Binaların boyları yükseldikçe güneş aşağıda kalanlar için git gide yok oldu haliyle. İşte bu yüzden; ne kadar güçlüysen gökyüzüne o kadar yakın oturursun bu adaletsiz dünyada. Bütün bu kurtuluş süresinde de Taban büsbütün unutuldu.

Üstte yaşayan ‘Tanrı’ların metal atıklarıyla dolmuş bu sahil kenarında, atıkların en tepesinde oturuyorum. Burası benim tapınağım gibi. Tabanın yukarıya en yakın yeri. Burada doğanların yükselebileceği en uç nokta. Gariptir ki benim dışımda hayatı yaşamaya değer bulan, yaşamak isteyen tek bir kişi bile yok. Ancak her biri ölümden öylesine korkuyor ki şu iki saatlik tırmanışı dahi göze alamıyorlar. Sorduğunda herkes bu cehennemden kurtulmayı, en yükseğe çıkmayı hayal ediyor. Ancak gözlerinin önündeki en yükseğe bile çıkmaya korkuyorlar. İşte bu yüzden burası benim evim. Vahşi Taban’ın en güvenli yeri.

Hurdaların en tepesinde, diğerlerinden tek farkı en üstte duruyor oluşu olan bir plakanın üzerinde yatmış yukarı bakıyorum. Gökyüzü dedikleri şey; güneş, ay, yıldızlar, bulutlar nasıl görünüyordur diye hayal ediyorum. Khor’un anlattıklarına göre güneş sarı-turuncu-kırmızı oluyormuş bazı zamanlarda. Küçük bir top gibiymiş ancak asla gözünü dikip bakamazmışsın, o denli parlakmış. Bir süre sonra gözünü kapatmak zorunda kaldığında etrafa bakarken hep sarı bir ışık bırakırmış gözünün içinde. Güneşe bakma hastalığı gibi, bu güzelliği görmenin bedeli gibi… Sonra geçermiş. Bir süre sonr,a gökyüzünü terk ettiğinde her yer karanlık olurmuş. Ancak burası kadar değil. Çünkü ay ve yıldızlar aydınlatırmış geceyi. Simsiyah bir sonsuzlukta parlak, küçücük beyaz noktalar…

Khor ünlü bir haberciymiş buraya sürülmeden önce. Çok uzun zamandır etrafta olan biteni araştırır, birleştirir ve bunları halka anlatırmış. Yukarının en çirkin sırlarını görmüş hep söylediğine göre. Herkesten saklanan şeyleri. En yukarıda yaşayanların canını sıkacak bir haberi araştırmaktan vazgeçmediği için de işine son verip tabana göndermekle cezalandırmışlar.  Uzun yıllar önce insanlığa sonsuz yaşamı bahşeden ölümsüzlük tüplerini bulan şirket ve Yukarı’nın en yukarıda olanlarıyla alakalıymış. Söylediğine göre çok değil biraz daha vakti olsa bütün sistemi bozabilecek, her şeyin baştan inşa edilmesine sebep olacak kadar büyük bir bilgiymiş bu. O yüzden de kimseye söyleyemezmiş. Azıcık daha vakti olsaymış…

Plakanın üzerinde yatmış gökyüzünü hayal ederken evrenin sırrını keşfetmişçesine gözlerim açıldı. Bir anda yerimden fırlayıp tepeden yere kadar döşediğim ipi tutup hızlıca aşağıya kaydım. Khor’u her zamanki yerinde, eski köprünün altında bulacağımı düşünerek oraya koştum. Ancak takas pazarı bitmişti. Kalan birkaç kişi ise elinde kalan malzemeleri yalvar yakar takas etmeye çalışıyordu. Yukarıdan düşmüş en genç çocuklardan biri olan Jtingah’a rastladım. Bu karşılaşmaya sevindim çünkü onun her zaman Taban’da olup bitenden haberi vardır. Khor’u görüp görmediğini sordum. Görmediğini ancak pazarın oraya bakabileceğimi söyledi. Karşılaştığım birkaç kişiye daha sordum ancak tahminlerden fazlası elime geçmemişti. Zihnimde aniden doğan ve kafatasımın içinde oradan oraya çarpıp duran o fikir yüzünden arada bir sendeliyordum. İşe yarar hurdaları yukarıdaki dünyanın geri dönüşüm robotlarına sattığımız alana geldim. Burası yukarısının bizi hatırladığı tek yerdir. O yüzden eğer Khor yukarıya dair beslediği bir umuttan dolayı düşüncelere dalmışsa burada olmalı diye düşündüm. Tek hatırlanabileceği yerde…

Saatler sonra onu bulduğumda eski tiyatro binasının içinde, harabeye dönmüş sahnenin ortasında tek başına oturuyordu. Boş gözlerde karşıya bakıyordu. Her şeyi görüyor ancak hiçbirinin içine girmesine müsaade etmiyordu sanki. Belki de baktığı yerde bambaşka şeyler görüyor ve zihninin içinden yansıyan dünyayı izliyordu. Biraz dinlenip nefesimi toparladım ve heyecanıma daha fazla hakim olamadım, sahneye, ona doğru koştum ismini bağıra bağıra…

“Khor! Khor! Tjorlh projesine yanlış nokt…”

“Bu sahne… Görüyor musun? Tüm dünya bundan ibaret. İşte bu kadar. Hepsi bu! Onlar burada oynuyorlar ve biz karşılarında oturmuş izliyoruz. İnanmaya hazır, ses çıkarmamaya programlı halde... Görkemlerine güveniyorlar kibirle, hak ediyorlar kibirlerini; her biri birer usta. Ne oynasalar, nasıl oynasalar büyülüyorlar izleyenleri. Yanlış yapsalar bile, izleyenler öylesine istiyor ki kandırılmayı, kapının dışında bıraktıkları gerçek hayattan bir nebze uzaklaşmayı… Onlar da tam olarak buna sığınıp her şeyi, oyundaki bütün yanlışlarını oyunun parçasıymış gibi gösteriyorlar, daha çok inandırıyorlar zaten inanmaya hazır olanları. Bir süre sonra sahnedekiler güçten zehirlendiğinde, iş soytarılığa dönmeye başlıyor ve alkışlar daha da çoğalıyor. Artık birilerinin sahneye çıkmasına bile gerek kalmıyor. Herkes birbirine kulaktan kulağa anlatıyor oyunu. Boş sahnede oynanan oyunu. İşte bu kadar! Hepsi bundan ibaret!”

“Khor…”

“Görmüştüm! Bütün oyunu tüm çıplaklığıyla görmüştüm. Herkese gösterecektim. Bütün foyaları su yüzüne çıkacaktı. Yarattıkları o cennetin altında ne yatıyor herkese gösterecektim. Çok az kalmıştı. Çok…”

“Khor beni dinle artık! Hala yapabilirsin. Sana tam da bunu söylemek için geldim bir uçtan buraya koşarak.”

“Artık her şey için çok geç. Ölümsüz bir insan için verilebilecek en büyük cezayı verdiler bana. Sonsuza dek bu çukurda, her saniye bir kez daha ölmek, bir kez daha doğmak. Sonsuza dek… Yukarı çıkmam ise ebediyen yasak. Sonsuza dek bildiklerim ve ben burada çürüyeceğiz. Tüm insanlığın yükü boynumuzda, omuzlarımızda, hep beraber…”

“Hayır değil! Sus artık da dinle! Tjorlh projesi… İyi düşün. Bu legal yolla yukarıya çıkabilmek için tek şansın. Asıl olaysa şurada yatıyor. Mademki bu bir simülasyon, mademki istediğin her şeyi yaratıp, kendi dünyanın tanrısı olarak içinde yaşayabiliyorsun, o zaman geçmişindeki seni, buraya sürülene kadar tekrar yaşa. İnce ince düşün bu sefer. Yarım bıraktığın işi tamamlayabilirsin. Daha kısa sürede bunu ortaya çıkarmanın bir yolunu bulabilirsin ya da o süre içinde birilerine aktaracak yolu bulabilirsin.”

“Bu kadar kolay olmamalı. Ancak belki de… Eğer onu bulabilirsem, hazır yukarıdayken başladığım işi bitirebilirim. Evet! Haklısın. Peki ama… Bu mümkün mü? Yani bu simülasyon bir zaman makinesiymişçesine çalıştırılabilir mi?”

“Bu en son sürümü. Vaat ettikleri tam gerçeklik. Hem de deneme sürümündeyiz. Böyle bir açıkları varsa yakalayabilmek için tek şansın. Denemeye değmez mi?”

Khor sahiden de yukarıda bulunduğu konumu, sahip olduğu gücü hak eden bir adammış. Harabe tiyatro binasındaki konuşmamızın ardından o heyecanla hemen gitmek isteyeceğini düşünmüştüm ki o ilk seferi atlamak ve düzgünce bir plan yapmak istedi. Bir an önce kaydolmamızın mantıklı olacağını, sıranın gelmesinin aylar süreceğini düşündüğümü söylediğimdeyse beklemek zorunda olmadığımı, istiyorsam gitmem gerektiğini söyledi ancak ben onu yalnız bırakmak istemedim.

Hazır olduğunu söylediğinde kaydolduk. Üçüncü sefer için çekilecek kurayı beklemek üzere büyük meydandaydık. Neredeyse tüm taban halkı sonsuza dek buradan kurtulma, yukarıda bir evde yaşama ve düzgün bir iş bulma hayallerini gerçekleştirmek için kayıtlarını yaptırmışlardı. Cehennemden yukarıya bir uçan araç yükselecek ve içerisindeki beş kişiyi sonsuza dek acılarından kurtaracaktı. Meydan hınca hınç doluydu.

Köle robotlar çekilişin yapılacağı büyük meydanın ortasındaki insanların açılması için anons yaptılar. Hologram açıldı ancak halk yeterince geri çekilmediği için iki kişi hologramla iç içe geçtiler. Hologram kapandı ve uyarıya rağmen yeterince geri çekilmeyen bu iki kişinin kafasının içinden mor birer ışın geçti. Korkudan titreyen halk, eriyen kafaları sürükleyerek kenara çektiler ve oldukça büyük bir çember oluşturup beklemeye başladılar. Hologram yerleşti. Çekiliş başladı.

Çekilişte ismi çıkan ilk iki kişi biraz önceki hengamede kafasından ışınlar geçenlerdi. Ardı ardına üç kişinin adı okundu ve sahneye alındılar. Onlar sevinçten çığlık çığlığa ağlarken kalan tüm kalabalık sessizlik içinde diğer iki kişinin kendileri olmasını ümit ediyorlardı. Dua ettikleri tanrıları antik olan yaratıcılar mı yoksa şu an onları kurtarabilecek olan üst kattakiler miydi kim bilir…

Bu son iki kişi her kimse onları seçen o gelişmiş hesap makineleri değil kaderin bizzat kendisiydi. Çünkü iki ölünün canıyla orada olacaklardı. Khor’un gözlerinde kendinden emin bir ifade vardı. Kimin adının yazacağını değil onun yanında kimin platforma çıkacağını bekliyordu adeta. Öne doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Ardından onun ve benim isimlerimiz göründü. Şaşkınlıkla ona bakıyordum ancak o gözünü platforma dikmiş savaş alanına giren bir general gibi yolu yarılamıştı bile.

İlk seferinde başarmıştık. Tanrılar öyle istemişti ama hangileri?

Gelen üçüncü anons kalabalığın acilen dağılması içindi. Tecrübe kazanmış Taban halkı akıl almaz bir hızla dağıldı. Görünen o ki bir daha kimse mor ışın görmek istemiyordu. Taban dağıldıktan birkaç saniye sonra gittikçe daha da ısınan sert bir rüzgar gökyüzünden tabana doğru esmeye başladı. Bu zamana kadar gördüğüm tüm metaller paramparça ve eski püsküydü. Onlar birer tohumsa kafamın üzerinde asılı duran şey binyıllık bir ağaç gibiydi. Tüm o hurdalar birleşmiş uçuyordu ışıklar saçarak. İrice bir insanın yaklaşık bir buçuk katı büyüklüğündeki atletik görünümlü silahlı robotlar boynumuza, el ve ayak bileklerimize mesafeye duyarlı, içleri patlayıcı maddeyle dolu kelepçeler taktılar. Yanımızdaki robotlardan on metreden fazla uzaklaşırsak bu kelepçelerin otomatik olarak patlayacağını söylediler. Bunu anlayamamıştım. Neden kaçmak isteyebilirdi ki insan cennete doğru giderken?

Uçan araca bindik. Dikdörtgen olan aracın bir sürücüsü yoktu. Görünen o ki ön ve arka uca ikişer kişi, tam ortaya da bir kişi oturacaktı. Khor sağ arka köşeye oturmuştu ve benim oturmam içinse sadece ortadaki yer boştaydı. Dört kişi yanlarındaki küçük pencerelerden dışarıya bakıp dünyayı izleyebilecek ancak ben hiçbir şey göremeyecektim. Oturduğumuz yer ile kelepçelerimiz kalın, saydam bir borunun içinden geçen elektrik akımını andıran mavi bir ışıkla bağlantı kurdu. Havalandık. Gözüm Khor’daydı. Kafasını cama dayamış, yüzünde daha önce görmediğim bir ifade ile çevreye bakıyordu. Tabanda tanıştığım o adam yok olmuştu sanki. Henüz ismini dahi duymamışken platforma doğru yürümeye başlamışkenki tüm bedeninden fışkıran o kendinden emin, ölüme gözünü kırpmadan ilerlercesine tavrı camdan dışarıya bakarken de onunlaydı. Yok etmek istercesine bakıyordu. Yok edeceğini biliyor gibi kendinden emin bakıyordu.

Havalanmamızla birlikte alıştığımda sevinçten çılgına döndüğüm ancak ilk anda şaşkınlıktan ve korkudan öleceğimi düşündüğüm bir şey yaşandı. Bir anda bütün araç saydamlaştı. Boğazımda hasar bıraktığını sonradan fark ettiğim bir çığlık yükseldi ciğerlerimden, aşağıya düşeceğimi sandım. Bunun olmayacağını anladığımdaysa büyük bir şaşkınlık sardı tüm bedenimi. Uçuyordum. Oturarak. Her yer, tüm şehir, dünya, binalar, taban, camlar, diğer uçan araçlar, ışıklar, renkler… Renkler…

Bu gördüklerim rüyada dahi kurgulayamayacağım kadar olağanüstüydü. Kalbim bu çirkin bedeni terk etmek istiyordu. Belki de bedenimin saydamlaşmasını isteyerek bu sonsuz ışıklarda kaybolmak istercesine vuruyordu göğsüme. Herkesin kafası aşağıya eğilmiş kurtuldukları cehenneme bakıyordu. Sol önde oturan kadın çılgın bir kahkahayla küfürler savurarak tükürdü Taban’a. Ancak o tükürük Taban’a ulaşmadı. Saydam aracın tabanına yapışıp kaldı. Bir tek Khor yukarıya bakıyordu. Gideceği yere. Ya da geldiği yere, bizim yaptığımız gibi…

 Kaç kat, kaç yüz metre yükseldik inanın bilmiyorum, hem de başlarda özenle saymama rağmen… Önceleri binaların gövdeleri görünüyordu tepemizde. Çekici olan kısım, insanın gözlerini alan yerler uçan aracın aşağısı ve yan taraflardı yani. Ancak sonrasında gökyüzü dedikleri şey beliriverdi en tepede. Yavaş yavaş büyüdü… Mavi… Hiç böylesini görmemiştim. Yıllar sonra annesine kavuşmuş çocuk gibiydi yüreğim. Bu sefer sefil bedenimi terk edip uzayın sonsuz derinliklerine kadar çırpına çırpına yok olmak istiyordu. Yukarıda hala binaların tepeleri vardı. Sanki bir bu kadar daha çıksak en yüksek binanın da üzerinde olacaktık. Ancak yükselmeyi bırakıp yatay hareketler yapmaya başladık. Binaların arasından akrobatik hareketlerle süzülüyorduk. Sonrasında ise tarif edemeyeceğim büyüklükte bir boşluğa çıktık. Yüce dağların ortasında kalan bir ova gibiydi adeta. Etrafını ucu gözükmeyen binalar sarmış ancak ortasındaki kocaman alanda sadece bir tane, onların ortalama yarısı boyutunda bir bina vardı. Binanın ortasında açılan bir tünelden içeri girdik. Şimdi yalnızca bileklerimizdeki karanlığı delen mavi ışıklar ve hızlıca içinden geçtiğimiz tünelin sürekli yanıp sönen ve tek bir ışık gibi algılanan, ortalama beşer metre aralıklarla dizilmiş beyaz ışıklarının camımızdaki yansımaları vardı. Bu ışıklardan birinin yanından her geçişimizde Kohr’un yüzü bir anlık aydınlanıyordu. İnanın o kadar vahşi ve korkunç görünüyordu ki aralıklarla aydınlanan suratı; uzun zamanlık arkadaşım olmasaydı idama götürülen gururlu bir seri katil olduğunu düşünebilirdim.

Uçan araç durduğu anda içimde kocaman bir savaş başladı. Çevreme baktığımda özgür kalmış mutlu insanların bakışlarını görüyordum. Bir yanım onların bu sevincini paylaşırken neden diğer yanım da geride bir şeyler bıraktığına üzülüyor soruları savaşıyordu zihnimde. Aralarında Taban’da doğan ve büyüyen tek kişi bendim. Belki bu yüzdendir içimdeki bu ikilik, korku ve heyecanın sevişmesi diye düşünerek ateşkes ilan etmeye çalıştım o andan sonra.

Saydam elektrik boruları yok oldu, mavilikler kayboldu ve kelepçeler uçan araçtan ayrıldı. Özgür müydük şimdi? Tüm bu kelepçelerden ne zaman kurtulacağımızı sorduğum robotun beni anlaması ve cevap vermesini ummuştum. Kelepçelere baktım. Ardından etrafıma… Memnuniyetsiz duran bir tek ben vardım anlaşılan. Cennete doğru yol alan üç kişi ve Khor… Sakince atıyordu adımlarını. Başı dik, omuzları yukarıda, tek bir noktaya bakarak, hiçbir şeyi duymadan yürüyordu. Baktığı yerde önündeki az ışıklı koridoru değil de başka bir şeyi görüyor gibiydiler…

Khor’un bu hali içimde korku uyandırıyordu. Bu korku zihnimde öyle bir köşeye girdi ki bir anda donup kaldım. Bir saniye geçmeden robot, küçük bir dokunuşla beni itekledi. Dokunduğu anda kendimi iki yaşımdaki bedenimde, annemden ilk kez tokat yediğim anda buldum. Şu anki aklımla ve hislerimle iki yaşımdaki bedenimdeydim ve o anı her hissiyle tekrar yaşadım. Küçücük yüzüme gelen acımasız tokat ve ardından dakikalarca nefessiz kalıp morarışımı gerçek bedenimde her zerresiyle hissettim. Yere yığıldım. Köle robotlar yerden kaldırıp yola devam etmemi sağladılar.

Korkunun girdiği köşeye yöneldi tekrar zihnim. Bu simülasyona seçilmiştim seçilmesine de orada ne kurgulayacağıma, neler yaratacağıma, nerede, nasıl bir ben olacağıma dair hiçbir şey düşünmemiştim. En büyük hayalim ne? Yapmaktan en çok zevk aldığım şey ne? Ölümsüzlere ulaşamayacakları tek şeyi sunuyorlar. Ben hangi anıma gitmeliyim? Geçmişimden hangi parçaları tekrar yaşamalıyım? Ya da nasıl bir yer yaratmalıyım zihnimde? Daha temiz bir Taban mı? Belki ışıkları olan, önünden bir nehir akan, içinde balıkları olan. Balık avlamak belki de o nehirde, tapınağımın manzarasından görünen nehirde… Peki ya gökyüzü?

Zihnimin derinliklerini kazıp cennetimi tasarlarken duraksamışım. Yine o dokunuş bütün sinir sistemimi çökerterek yere yığılmama sebep oldu. O dokunuş ile doğduğumda bizi terk eden babamla altı yaşıma geldiğimde ilk karşılaştığımız andaki bedenimde buldum kendimi. Bir önceki gibi. “Aynı dayına benziyorsun. Böyle çelimsiz, korkak, pısırık oğlum olamaz benim. Belki de onun çocuğusundur.” deyip attığı tokatla bütün vücudum iflas etti adeta.

Benim dışımdakilerin de aynı şeyleri yaşadığını fark ettim. Bir dokunuş, çığlık ve yere yığılma. Yaklaşık yarım dakika içerisinde bütün acı ve diğer tüm hissiyatlar boynumdaki, bileklerimdeki kelepçelere doğru akıp ardından yok oluyor gibiydi. Bir önceki gibi. Bir önceki acımın nedeni neydi? Biraz önce zihnimde uyanıp bana sonsuz acı çektiren şey neydi?

Tabut gibi sonsuz uzunluktaki tünelin sonuna gelmiştik nihayet. Robotlardan biri önümüzde duran lacivert kapıyı açmak için kapının yan tarafında duran boşluğa doğru eğilip boynundan uzanan silindiri içine soktu. Birkaç saniye sonra doğruldu ve kapı açıldı. İçerisi; yerdeki taşlardan makinelere, insanların kıyafetlerinden robotlara; duvarlara, tüm eşyalara kadar lacivertti. Odada lacivert rengini bozan bir tek biz vardık. Bizim dışımızda tek bir toz tanesi dahi bu renk dışında bir ifadesi yoktu. Burası en fazla elli metre uzunluğunda olan küçük bir ara odaydı. Yanda açılan bir kapıdan geçmemizi istediler.

İçeride iki kadın görevli bekliyordu. Hareketleri mekanik, sesleri mekanik… Mimiksiz, duygusuz, sert ve keskin; programlanmış birer robottular sanki. Bunca kablonun arasında kaç yüzyıldır yaşıyorlardı kim bilir? Birer robota dönüşmüşlerdi.

Beşimizi de yan yana oturttular. Solda duran kadın elindeki dosyalara bakıp isimleri okuyor, sorular soruyor ve imzalar attırıyordu. Sağdaki kadın ise elinde tuttuğu ufak bir cihazı kelepçelere dokunduruyor ve çıkarıyordu. Kelepçesini çıkardığı kişinin koluna tabanca gibi bir makine dayıyor ve bir barkot dövmesi kazıyordu. Ardından üniformaya benzer lacivert kıyafetlerden verip oracıkta hızlıca giyinmemizi istiyordu. Giyinmiş ve hazırlanmış kişi içeriye alındığında ikinci kişi aynı serüveni yaşıyordu.

Ben en sona kalmıştım. Kadın kağıdı kaldırdı. Duyduğu sesi tanımlayamayan şirin bir köpek gibi kafasını sola yatırdı. Ardından bana bakıp:

Burada isim yazmıyor. Sadece bir sembol var. Nedir bu sembol?

“Taban’da doğanlara isim verilmez, her birimizin bir sembolü olur. Orada isimlerin bir önemi yoktur. O sembol benim adım anlayacağınız.”

“Sorun değil. Burada da yoktur.”

Kadın tekrar kağıda bakıp birkaç sayfayı kurcaladı. Bazı yerleri imzalamamı istedi. İmzaları attıktan sonra yan taraftaki kadının yanına gittim. Kelepçelerimi çıkardı, kolumu işaretledi ve kıyafetlerimi verdi.

Kelepçelerimi çıkarmalarının ardından kafatasımın içinde oraya buraya çarpmaya başlayan o eski düşünce tekrar uyandı. Bizi neden kelepçelemişlerdi? Buradaki herkesin cennetine kavuştuğu için minnet dolu olduğuna emindim. Cevaba dair hiçbir fikrim yoktu.

Khor’un sevimsiz bakışları burada olan biten her şeyi biliyor gibiydi adeta. Tanıdık yerlere bakıyor, birilerini bekliyor, sonunu bildiği bir filmin o en sevdiği sahnesinin gelmesini hevesle bekliyor gibiydi. Khor’un arkası dönüktü. Seslenip kafamda dolanan soruyu sordum. Cevap vermedi. Duymadığını düşünüp tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Ümidimi kestiğim anda, takribi iki dakika kadar sonra gülümseyerek bana doğru döndü.

“Buranın ne olduğu hakkında hiçbir fikrin yok değil mi? O iki ölen için üzgünüm. Seni de peşimden sürüklediğim için üzgünüm. Ancak bu saatten sonra üzgün olmamın hiçbir anlamı yok.”

“Ne diyorsun Khor? Tabii ki biliyorum burada neler yapıldığını. Sen de biliyorsun. Buradaki herkes biliyor. Bildiğimiz için geldik ve bunun için de heyecanla bekliyoruz. Ölen kişilerin bununla ne ilgisi var? Beni buraya sen sürüklemedin ki… Söylediklerini anlayamıyorum Khor. Uçan araca bindiğinden beri garip davranıyorsun. İyi olduğuna emin misin?”

“Buradasın çünkü sana ihtiyacım var. O iki kişinin ölmesi tesadüf değildi. İsmimi kayıtlarda gördükleri anda beni buraya alacaklarını biliyordum. Tabii benim yanımda da en çok gözüken, bilmemesi gereken şeyleri biliyor olma ihtimali en yüksek olan kişiyi de… Beni buraya gelmeye ikna ettiğin konuşma sırasında bütün taşlar yerine oturdu. Sonrasında her şeyin üzerinden tek tek geçtim. Hem de defalarca. O zaman peşinde olduğum şeyle burası o kadar benzer ki. Çok basit. Çok basitmiş. Her iki projenin de hammaddeye ihtiyacı var. Zenginler için, gözden çıkarılmışların hammaddeleri…”

“Bana hiçbir şey anlatmadın ve hala daha anlatmıyorsun Khor! Ne olur anlayabileceğim şekilde konuş. Ne yani, o iki kişiyi bizi yukarı alabilmek için mi öldürdüler?”

Khor tam konuşmaya başlamıştı ki hidroliklerin boşalan basıncının sesiyle eşzamanlı olarak kapı açıldı. Neredeyse bir bukalemun hızında hareket eden hastaya robot bir hemşire eşlik ediyordu. Adam, ayaklarını yere sürüyerek iki-üç santim uzunluğunda adımlarla hareket ediyordu. Gözlerini kırpmadan sadece karşıya bakıyordu. Dik durabilen ve ayaklarını öne doğru iki santim ilerletebilen bir ölüydü adeta. Saçları bembeyaz ve seyrekti. Derisi bir insanda olmaması gereken kadar beyazdı ve üzerindeki lekelerle birlikte oldukça hastalıklı gözüküyordu. Sanki içinden ruhunu çekip almışlar ve kalan karbon parçası da yavaşça çürüyordu; betonların üzerinde bir oraya bir buraya sürünerek.

Khor da ben de aynı anda adama dikkat kesildik. Önce birbirimize sonra adama tekrar baktık. Dehşet içinde aynı anda o ismi haykırdık: Jtingah!

Aniden durdu. İsme tepki vermişti, oydu. Ama bu imkansızdı. Jtingah geçen ay buraya gelen kafileye seçilmiş beş kişiden biriydi ve daha yirmi altı yaşındaydı. Karşımızda duran adam ise neredeyse yetmiş yaşında gösteriyordu. Hemşire metal elleriyle bir anda ikimizin de üzerinde barkodumuzun yazılı olduğu kolunu yakaladı. Eş zamanlı olarak bacaklarından birini dik bir duvar gibi görünen forma getirdi. Jtingah’ı ona dayadı. Önce Khor’u teşhis etti. Sorular sordu, cevapları karşılaştırdı. Sıra bana geldiğinde sadece baktı ve ekranı gösterdi. Donuk, yavaş, tiz ve metalik sesiyle:

“Sen bu musun?” diye sordu.

“Evet” dedim. “Benim adım bu.” Kafasını bir köpeğin tepkisi gibi yana yatırdı. Ardından bizi acilen uzaklaşmamız için uyardı ve yaşlı adamın kulağına bir şeyler söyledikten sonra ikisi de eskisinden daha hızlı şekilde yürümeye devam etti.

Açılan kapıdan içeriye baktım ve gördüğüm şey gerçek olamayacak kadar garipti. Hiçbir tarafından ucunu görünmeyen, büyük, kolonsuz, yekpare bir odaydı burası. Geometrik bir düzenle yan yana dizilmiş simülasyon cihazları olduğunu düşündüğüm makinelerle dolu bir oda. Belki kocaman bir kasaba kadardı büyüklüğü, belki de bir şehir kadar… Her bir makinede dik bir şekilde bağlanmış bir insan bulunuyordu. Her makinenin başında da bir görevli... Bir gece yarısı ıssız ara sokaklardan birinde alışveriş yapan iki kişinin görünümü gibi. Duvara dayanmış ayakta duran ve gülümseyen satıcı, karşısında da alışveriş yapmak isteyen ve sürekli onu izleyen bir müşteri. Bunlardan binlercesi şu an aynı anda gözümün önünde duruyor sanki. Bu manzara karşısında neredeyse düşüp bayılacaktım. Khor bir anda koluma girdi ve tekrar hayata dönmemi sağladı.

“Beni iyi dinle. Şimdi düzgünce anlatacağım her şeyi. Öncelikle şunu söyle: Buraya gelen yol boyunca birkaç kez acılar içinde kıvrandın ve sonra hiçbir şey olmamış gibi eski haline döndün. O acı çektiğin anda aklına gelen anıları hatırlıyor musun?”

Tabii ki hatırlıyorum Khor. İnsan öyle derin anılarını unutur mu hiç? Derin ve acılı… Çok canının yandığı anılarını…Kaç yıl geçerse geçsin dün gibi hatırladığın anılarını…”

“Evet… Hatırlamıyorsun değil mi?”

Şey… Bir dakika. Uzun süredir açım ve alışık olduğumdan binlerce kat daha yüksekteyiz. Normal böyle olması. Bana biraz zaman ver.”

“Açlıkla ya da yükseklikle alakası yok. Ben de hatırlamıyorum. Bizimle gelen hiç kimse hatırlamıyor. Bizden önce gelenlerin de hiçbiri hatırlamıyor. Bizden çok önce gelenlerse hiçbir şey hatırlamıyorlar dostum. Jtingah’ın halini görmedin mi? İşte bahsetmeye çalıştığım şey tam olarak buydu. Buradaki insanlardan anılarını çalıyorlar ve büyük bir veri tabanına kaydediyorlar. Ölümü sunuyorlardı değil mi ölümsüzlere? Ölüm Taban’da! Yukarıdaki insansı şeyler ölümün ne olduğunu hatırlamıyorlar bile! Ölüm hala Taban’da yaşıyor. İşte bu yüzden Taban’daki insanları toplayıp zihnindeki bütün anıları çalıyorlar. Ölümsüzlere ölümü verebilmelerinin başka hiçbir yolu yok çünkü.”

“Hayır! Böyle olamaz! Başka bir açıklaması olmalı. Bunlar zararsız birer simülasyon cihazı olmalı Khor.”

“Dinle! Daha yoldayken o kelepçeler sayesinde anılarımızı çalmaya başladılar. Bunlar test içindi. Eğer çalamasaydılar muhtemelen buraya kadar canlı bir şekilde gelemeyecektik ve sağlık merkezine gönderilmek üzere karbon bedenlerimiz hammadde olarak kullanılacaktı. Yıllar önce bulduğum işte buydu. Bu ellerinde tuttukları, bize de köpeklerine bahşeder gibi tasmamızı tutarak bağışladıkları ölümsüzlüğün ilk çıkış zamanıydı. O sağlık merkezi tabandan insanları toplayıp parçalıyor, ayrıştırıyor ve hammadde olarak kullanıyordu. Tanrılar için. Bunun yüzünden sürüldüm aşağıya işte. Burası da aynı. Aynı! İnsanların anılarını toplayıp hammadde yapıyorlar. Ta ki hiç anısı kalmayana ve zombiye dönene dek.”

“İnanamıyorum. O hatırlamadığım anılar... Taban’da ölümü hatırlayan insanlar… Asla kaçmayı düşünmeyecek insanları kelepçelemeleri… Jtingah… Bir insan başka bir insana neden yapar bunu? Nasıl yapabilir?”

“İnsanlar değil. Onlar çok uzun zamandır insan değil. Başka bir şeyler.”

“Khor. Bu düpedüz canilik!”

“Beni iyi dinle şimdi. Bana nasıl yardımcı olacağını anlatacağım. Bu bilgiyi doğru kişilere sızdırabilirsek eğer inan bana bütün dünya değişecek. Bir kez elimden kaçtı ancak aynı hatayı tekrar yapmayacağım. Makineye bağlandıktan sonra bahsettiğin zaman makinesi seçeneğini denemek gerek ancak öncesinde kelepçelerde olduğu gibi anıların hafızandan silinmesi ihtimali var. O yüzden ilk simülasyonda kurduğun dünyaya dikkat etmen gerekiyor. Asıl plana gelecek olu…”

Tiz bir ses ve şakağımın yanından geçen sıcak bir şey ardından istemsizce kendimi yere attım. Cenin pozisyonuna kapandım. Gözlerimi açtığımda Khor’un erimiş kafası karşımda duruyordu. Pişmiş et kokusunu aldığımda kusmaya başladım. Geçirdiğim şoktan dolayı kafamı kaldıramıyordum. Sol gözüm kusmuğun içinde boğulmuş açılmıyordu. Sağ gözümü açtığımda ise kadim dostumun erimiş kafatasını görüyordum.

Birileri beni sürüklüyor. Sesler çok boğuk, hiçbir anlam ifade etmiyor. Üstelik oldukça korkunçlar. Gözlerimi açtığımda tamamıyla bulanık bir dünya görüyorum. Bildiğimden daha yavaş akıyor zaman. Vücudumu dikleştirip bağlıyorlar. Kafama bir kask geçiriyorlar. Gözlerim kapalı. Açmak istemiyorum.

Ilık bir rüzgar esiyor. Bu kokuyu tanıyorum. Artık o kadar da çirkin gelmiyor. Altımdaki metal plakayı hissediyorum. Üstte yaşayan ‘Tanrı’ların metal atıklarıyla dolmuş bu sahil kenarında, atıkların en tepesindeyim. Diğerlerinden tek farkı en üstte duruyor olması olan plakanın üzerinde sırt üstü yatıyorum. Burası benim tapınağım. Taban’ın yukarıya en yakın yeri. Burada doğanların yükselebileceği en uç nokta. İnsanlarlayım tekrar. Gerçek insanlarla. Derin bir nefes çekiyorum ciğerlerime, canım acıyana kadar dolduruyorum sanki ilk nefesimmiş gibi. Gözlerimi açmadan. Gülümseyerek.

“Nasıl bir kabus gördüğüme inanamazsın Khor.”

“Bu sert ve rahatsız metallerin üzerinde uyursan tabii görürsün dostum. Sıkılmadın mı bu yerden? Yukarıya, en tepeye çıkmak istemez misin mesela bir fırsat olsa? Gökyüzünü görmek istemez misin bir kerecik de olsa? Bir de yukarıdan bakmak istemez misin buraya? Belki aşağıya doğru bırakırsın kendini, uçarsın bile ha?”