ÖLÜMSÜZLÜĞÜN MAVİ GÜLÜ: OFELİA

 

 

Bir mavi gül düşünün. Şayet ulaşabilirseniz ölümsüzlüğe kavuşacaksınız. Şartlar ne olursa olsun bu güle ulaşmaya çalışır mısınız?


İnsanlık her zaman varoluşunu tehdit eden sınırlılıklardan kurtulmak istemiştir. İnsanlığın sınırlarını aşma konusundaki en büyük arzusu ölümsüzlüktür.


Sizce ölümsüzlük iyi bir şey midir? Ölümsüzlük arzusu duyuyor musunuz?


Labirentte Saklanan Ölümsüzlük


(1)

İnsanların bir gün öleceğini bilmesi ve ölümden sonra da ne olduğunun bilinmemesi, insanlığın ölümsüzlük peşine düşmesinin en büyük nedenlerindendir. İlk insandan, günümüze kadar devam eden ölümsüzlüğü arama serüveni; geçmişte mitolojilere, kutsal din ve inançlara, filozofların ruh üzerindeki düşüncelerine konu olmuşken, günümüzde hızla gelişen teknolojinin etkisiyle, insanlığın ölümsüzlük arayışı tekrar filizlenmiş ve bu arzunun bilim ve teknolojiyle aşılabileceğine inanılan, transhümanizm ve posthümanizm gibi düşünceler ortaya çıkmıştır. Transhümanist ve posthümanist filozofların çoğu, ölümsüz bir insan türü arzulamaktadır. İnsan bilincinin aktarıldığı süper bilgisayarlar, süper yapay zekâlar, dijital bedenler, simülasyonlar, sanal gerçeklikler, insansı robotlar, biyoteknoloji, nanoteknoloji ve daha niceleri insanlığın ölümsüzlük arzusunu besleyen araçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu araçlardan beslenen sanatçılar farklı türde sanat eserleri ortaya koymaktadır. Posthümanizm ve transhümanizm düşüncesini benimseyen sanatçılar, hem ölümsüzlük arayışının şekillendirme yollarını yaratıcı bir şekilde keşfetmede hem de bilimsel bulguları arzu edilebilir hatta erişilebilir hale getirecek şekilde halka aktarmada önemli bir rol oynar.


(2)

Tarihsel süreçte, her önemli bilimsel gelişme insanlığı öncelikle korkutmuştur. İnsan, evrene ait kontrolün her daim elinde olmasını ister. Yeni bir keşif ise belirsizliklerle doludur. Bu belirsizlik insanın zihninde canavarlar yaratır. Frankenstein’ın yaratığı da elektriğin mucizevi keşfinden sonra doğmuş böyle bir canavardır aslında. Del Toro, Frankenstein filmini özüne bağlı kalınacak şekilde"Milton'ın trajedisi" olarak uyarlamayı planladığını da belirtmiş. Frank Darabont'un taslağını okuyan ve onu "neredeyse mükemmel" olarak nitelendiren Del Toro, proje hakkında şunları söylemiştir: “Frankenstein’in Gelini”ndeki yapıları, bir canavarın klasik efsanesine dönüştürmeden birleştirmek… diyerek şu sözleri de eklemiştir. “"Canavarlara olan ilgim çoğunlukla antropolojik. Onları birçok filmimde inceliyor ve ayrıntılı olarak analiz ediyorum. Ve sosyolojilerini bilmek istiyorum." sözlerini söylemiştir.

 

Ölüme Yakın Deneyimler

Bir ölünün yeniden yaşama dönüşü bize yaşamın tanımını yeniden yaptırırken, yaşamın içindekilerle yaşam olduğu düşüncesini var ediyor.

Filmde değinilen hikayeler bizi hayat ve yaşamak hakkında düşünmeye iten bir diğer etmen.

Önemli olanın ruhları sevmek olduğunu, eksikliklerin sevgiye engel olmaya yetemeyeceğini vurgulayan filmde; insanı kurtaran şeyin yine sevgi olacağı bize tekrar hatırlatılan bir mesaj niteliği taşıyor. Beraberinde; sevginin içinde olmadığında, nefes alıyor olmanın yaşamak olmadığını.

Ölümün çaresizliğinin insanın yaratılışının bir parçası olduğu hayatta, gözlerimizin önüne “Ya geri dönebilseydik?” ihtimalinin serilmesi bizlerin zihninde yeni sorular var ediyor.

İnsanoğlu düşünce tarihi boyunca genelde ölümü bir türlü kabullenmek istememiş ve ona karşı ciddî bir direnç göstermiştir. O, şu veya bu biçimde bu dünyada daima ölümsüzlük arayışı içinde olmuştur. Bu arayış, tarihin her döneminde varlığını ve dinamizmini koruya gelmiştir. Bugün bu arayış, bilim ve teknolojinin, özellikle modern tıbbın sunduğu imkânlarla, çok daha ciddî bir ivme kazanmış görünmektedir. Bu imkânlar insanların bir kısmında ölümsüzlüğün gerçekleşebileceği yönünde daha önce hiç olmadığı kadar güçlü bir inanç ve güven oluşturmuştur. Bu bakımdan, tarih boyunca insanoğlunun büyük bir merak ve beklenti içinde peşinden koştuğu ölümsüzlük arzusunu bugün artık tıp gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

 

Hayatta Kalmak Mı? Hayatı Almak Mı?


Birçok insan ölümden sonra, örneğin cennette, yaşamını sonsuza kadar sürdürmek ister. Cennete inanmayan insanlar bile sonsuz bir yaşamın kısa ve geçici bir hayattan daha iyi olacağını kabul ederler. Peki haklılar mı?

Fikirleriyle büyük etkiye sebep olmuş bazı filozoflar ölümsüz olmayan insan hayatının, cennette veya başka bir yerde, yaşamaya değer olmadığını iddia etmişlerdir. Bu görüşün en popüler hali İngiliz filozof Bernard Williams (1929-2003) tarafından savunulmuştur.

William’ın argümanı kategorik arzular kavramına dayanır.

Kategorik arzular bize hayatta kalmak için sebep veren arzulardır. Hayatta kalmanı istemene sebep olan şey nedir? Daha iyi bir rütbeye yükselme beklentisi? Veya çocuğunun büyümesine tanık olmak? Hayalinizdeki tatile gitmek? Cevabın ne olursa olsun, bu kategorik arzudur.

Ama William, bu kategorik arzuların kişiye sadece bir süre için hayatta kalma isteği verebileceğine inanıyordu. Yani onun için kategorik arzular bir süre sonra biten(tükenen) şeylerdi.

Bu şekilde bir içsel görüş, ölümsüzlüğün bizim için iyi ve arzu edilebilir bir şey olduğu iddiasını kanıtlamayı zorlaştırıyor: Neden belki de şu anda umursamadığımız ya da haberimizin bile olmadığı projeleri, hayalleri ve hedefleri takip etmek için yeterince uzun yaşamak (ve hatta ölümsüz olmak) istiyoruz?

Dolayısıyla Williams’ın argümanı bir ikilemdir: Eğer ölümsüz olsaydık, ya elde etmek için peşinden koşarken kategorik arzularımız tükenirdi (a), ya da şu anda ilgimizin olmadığı, önemsemediğimiz kategorik arzuları takip ederken bulurduk kendimizi (b). Williams iki sonucun da arzu edilebilir olmadığını düşündüğü için ölümsüz bir yaşamın da bizim gibi canlılar için arzu edilebilir olmadığına inanıyordu.

Bernard Williams’in ölümsüzlük konusunda “inatçı ve huysuz” yaklaşımları olduğunu söyleyebiliriz.


‘’Ofelia, henüz doğmamış kardeşine annesinin karnındayken masallar anlatır. Anlattığı bir masalda mavi gül simgesi dikkat çeker. Ofelia’nın anlattığı masalda bu mavi güle ulaşan insana ölümsüzlük vaat edilir. Güle ulaşmak için savaşan insanlar bir süre sonra gülü yani asıl amacı unutup güle ulaşma yolunu amaçları haline getirirler. Ölümsüzlük uğruna verilen savaşta insanlar ölür. Mavi gül efsunludur. Kalıplara sığmaz, tıpkı Ofelia’nın içinde yaşadığı masal gibi. Fakat en sonunda unutulan gül günden güne solmaya başlar. Ölümsüzlüğü vaat eden gerçekliğin ölümü, ölümlüler yüzünden olur. Sonsuz güzelliğin sonunu yine insanlar ve insanların hırsları getirmiştir.


Yüzbaşı Vidal, bir masal kahramanına benzeyecek kadar silik bir karakterdir, üstelik bunun da farkındadır ve kendisiyle barışamayarak yaşamını sürdürür. Görünebilmek ve görünebildiği zaman da unutulmamak; tekrar silikleşmemek için her gün ayakkabılarını cilalar, topuklarını yere vurarak yürür, zamanla yarışır, korkusuzca kurşunların önüne atılır, tıraş olurken usturayı şah damarına dayalı bir biçimde birkaç saniye öylece durur. Vidal’in tek başarısı hayatta kalmaktır. Tüm canlıların özünde olan bu temel başarı ona yeterli gelmez. Hayatta kalmayı değil hayatın ona kalmasını istemektedir.’’

Burada filmde baskın olan iki yetişkin kadının arasındaki tezatı da incelemek gerekiyor. Ofelia’nın annesi Carmen, kızına peri masalları okuduğu için kızan ve gerçekleri bir an önce kabullenmesini isteyen, ilk kocasını kaybetmiş, kabullenmişliğin ezikliğiyle yoğrulmuş bir kadın. Yüzbaşı’nın evinde hizmetçi olarak çalışan Mercedes ise, Ofelia ona perilerden bahsettiğinde inanmazlık göstermiyor, aksine bir Faun’a güvenmemesini öğütlüyor. O da kendi ailesinden böyle dinlemiş ve buradan çıkarım yapıyoruz ki, Mercedes’in ailesi, Ofelia’nın ailesi gibi peri masallarını küçümsememiş. Filmde gerek Mercedes, gerek gerilla lideri erkek kardeşinin faşizmin karşısında insanlık için mücadele etmesi bu açıdan bize çok şey anlatıyor. Mercedes gerçek dünyayla yeterince içli dışlı olduğu için perilere artık inanmadığını söylese de, kalbi henüz bir çocuğa “Peri masalları saçmalıktır!” diyecek kadar katılaşmamış.

Bir de Doktor Ferrerio’nun rolü var tabii. Burada Guillermo del Toro, tamamen tarafsız bir karakter yaratmıştır; doktor ırk, millet ya da siyasi görüş gözetmeden her hastayı iyileştirmeye çalışır. Zamanında İspanya’dan kovulan Mağribi doktorlar gibi mesleğini kutsal görür. O öldürüldüğünde, Carmen’in hayatı için de umut bitmiştir. Bunun tarihteki bir benzeri, Castile’li Kraliçe Isabella’nın dini sebeplerle bütün Müslüman doktorları kovup, tek varisi olan oğlu hastalandığında onu iyileştirecek kimseyi bulamamasıdır. Ayrıca, filmin belki de en güçlü repliği yine bu doktordan çıkar; Vidal’a “Kayıtsız şartsız emirlere uymak, ancak sizin gibi adamların yapabileceği bir şey Yüzbaşı,” der.

 

İspanyolca orijinal ismi El Laberinto del Fauno olan dilimize Pan’ın Labirenti olarak tercüme edilen ve yönetmenliğini

Pan'ın Labirenti (İspanyolca: El Laberinto del Fauno), yönetmeni Guillermo del Toro olan fantastik film.


Film, fantastik bir kurguyla İspanya İç Savaşı'na ait gerçekçi ve siyasi bir arka planı birlikte başarıyla işlemiştir. Javier Navarrete'in hazırladığı müzikler ve soundtrack albüm de büyük ilgi görmüştür.


Yabancı film dalında 3 Akademi Ödülü sahibi olan film, yerli ve yabancı çeşitli festivallerden 68 ödül almış ve 58 ödüle de aday gösterilmiştir. Bu özelliğinden dolayı son dönem İspanyol sinemasının en başarılı filmlerinden biri olmuştur. Ayrıca film, yılda 42.6 milyon dolar kazanarak Guinnes World Records 2008 kitabına geçmiştir.


Filme Dair Kısa Bir Değerlendirme


(1) (Bu Film Bir Masal Filmi mi?)

 

Masallar hakkında birkaç şey anlatayım; birçoğumuz için masalların yetkili kaynağı Walt Disney. Pamuk Prenses, Külkedisi veya Oz Büyücüsü gibi filmlerde halk masallarını uyarlayarak ve uyarlamaları kopyalayarak bunu yapardı.


Bu film ise yeni bir ortam oluşturularak yapıldı. Fakat yine de Disney’in bu hikayelerin orijinal versiyonlarına sadık kalması gerekiyordu. Fakat Grimm Kardeşler tarafından popülerlik kazandı bu durum. Disney ise İzleyiciler için baskıdan sinemaya geçişi mümkün kıldı. Hatta bir kitabın açılmasıyla filmlerine başlayacak kadar ileri gitti.


Bu yüzden Disney akıllıydı. Filmleri her zaman klasik olarak kabul edildi. Filmleri genellikle 19. yüzyıl muhafazakâr ve ataerkil değer sistemini işledi. Masalı belirli bir sınırda tuttu.

 

‘’Hikâye küçük bir çocuğun bakış açısından anlatılsa da kesinlikle çocuk kitabı olarak değerlendirilmemeli. Öykünün içindeki Çocuk Yiyen, Yüzbaşı Vidal’in yakaladığı asilere uyguladığı işkence ve kitabın geneline yayılan tekinsiz hava pek de çocuklara uygun değil. En azından belli bir yaşın üstündekiler için daha uygun. Zaman zaman Pan figürünün hırçınlığı ve sarsıcı sahneler de düşünüldüğünde karanlık bir atmosferde geçen bir hikâye Pan’ın Labirenti.’’

 

 

(2) (Yönetmene Dair)

 

Bu tarz anlatılarda, hikâye iki paralel anlatıya dönüşür. Büyülü arayış ve politik drama. En önemlisi bu anlatıların hiçbiri diğerine indirgenemez. Guillermo del Toro ise bu sınırlandırmaları patlatmaya çalıştı. Ve bu hikayeleri yeniden bağlamlaştırarak (sosyolinguistik) yaptı. Tek bir kaynaktan çekmek yerine birçok kaynaktan çekti. Nitekim başarılı da oldu. Guillermo del Toro canavarlara kafayı takan yönetmen olarak bilinir. Bu benzetmeye bir parantez açan Del Toro için bu hayatta tek bir canavar var ve biz ona "insan" diyoruz. Del Toro imzalı birkaç film izlediyseniz o filmlerdeki canavarların yırtıcı ve korkutucu olmadığını görmüşsünüzdür. Bu nedenle kendi alanında klasik anlatının dışına çıkabilmeyi başaran ender yönetmenlerden biridir.


 

 

(4) (Metaforlar ve İmgeler)


Filmin başında Ofelia’nın öldüğü sahnede burnundan akan kan geriye alınarak film başlar. Filmde en büyük tema ise itaatsizlik diyebiliriz. Ve birçok masalda eylemi harekete geçiren şey itaatsizlik temasıdır. Asiler, Mercedes, Ofelia vb. birçok karakterin itaatsizlikleri vardır. Her masalda bir son vardır. Fakat Del Toro bazı şeylerin devam edeceğini hissettirir. Başa dönen bir süreçten bahsederek aksi bir durumun olmadığını gösterir. Ofelia’nın filmdeki sonunun onun yeraltı dünyasındaki hayatının başlangıcı olduğunu, yer üstündeki hikâyeninse döngüsel olduğunu görüyoruz. Film böylelikle klasik hikâye kalıplarının göstergesi olan keskin bir sondan kurtulup başın ve sonun birbirini takip ettiği bir anlatıma kavuşuyor.

''Sofra, ayakkabılar, iki tane üzüm, iki tane peri, yahudiler, saat, Kronos, çocuklar, açgözlülük'' vs. gibi metaforlar filmin alegorik anlatımını güçlendiren imgelerdendir. Yönetmenin ise bu noktada çok derin bir çalışmanın içinde olduğu ve birçok yan temadan beslendiğini görebiliriz.

 

(5) (Göndermeler ve Bilinmeyenler)

‘’Pan’ın Labirenti’nde Yüzbaşı Vidal’in Ofelia ile tanışmasında yaşanılan el sıkışma geriliminde Charles Dickens’ın klasik eseri David Copperfield’e bir gönderme bulunuyor.

Guillermo del Toro filmin İngilizce çekilmesine izin vermeyip İspanyolca olmasını istemişti. Bu şekilde öykünün dokusunun ve büyüsünün daha iyi korunacağını düşünüyordu.

Asıl adı El Laberinto del Fauno olan yapıt aslında Pan’ın Labirenti değil Faun’un Labirenti’dir. Faun da tıpkı Pan gibi mitolojik bir karakterdir. Yarı keçi yarı insan olan bu karakterin doğayı temsil ettiği düşünülür. Pan’da keçiye benzemesine rağmen Faun’dan daha vahşi bir yaratıktır. Bu sebeple Ofelia ile olan iletişimi Faun için daha uygundur. Kitabın adında ve filmde Pan olarak anılmasının sebebi yayınlanan ülkelerde bu adın daha çok bilinmesidir. Bu sebeple filmde de Pan adı hiç geçmemektedir.’’


(6) (Son)

‘’Pan’ın labirenti düalitelerin oluşturduğu bir yeniden yaratım ve yeniden belirme alemidir. Labirentin kapısı ikinci bir doğuştur. Yataylıktan dikeyliğe geçiştir. Bu geçiş bazen ‘üç damla kan’ ile bazen ‘hayat ağacında açan ilk çiçek’ ile olur. Labirent bitmez. Fakat Pan’ın labirenti bitişlerden yeni başlangıçlar yaratır.


Pan'ın Labirenti, bir ucunu bilinçaltının en karanlık ve gizemli noktalarına çekerken, diğer ucunu yakın tarihin karanlık sayfalarına uzatıyor. Ve böylece, fantastik öykülerin bir zamanlar "kaçış edebiyatı" olmadığını bir kez daha ispat ediyor.’’

“Söylemem klişe olacak fakat Meksika’lı olmam sebebiyle ölümle tanıştım. Hatta birinci dünya savaşında ölümü gören birçok insandan daha fazla gördüm. İşe giderken bile her gün bir morgun yanından geçmem gerekiyordu. İnsanların vurulduğunu gördüm, kafama silah dayandı, insanların canlı canlı yakıldığını, bıçaklandığını ve başlarının kesildiğini gördüm.

 

"Böcekler, hayali cihazlar, canavarlar, karanlık yerler, doğmamış yaratıklar..." aralarında inanılmaz sıklıkta Del Toro filmlerinde yer bulmuşlardır.

 

Çözümlemenin başında sorduğumuz, Ölümsüzlük iyi bir şey midir? Sorusuna Yunus Emre’den şu sözlerle karşılık verebiliriz belki.

İnsan kibirlidir. Kopernik bile bu kibri yıkamamıştır. Kibir sevgiyi öldürür. Sevgisizlik de insanı. Ölümlü olmak adil değildir ama nihai adalet ancak ölümle sağlanabilir.

“İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmezsin, Ya nice okumaktır”

 

Yunus öldü diye salâ verirler

Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.

(Yunus Emre)