Ölüm tekti, en gerçek olanıydı. Geriye kalan tek şey oydu. Peşini asla bırakmayacaktı. Bekçinin hayattan tek beklentisi ölümü tatmaktı. Asla bitmek bilmeyen en karanlık gecelerin birinde yorgun düşmüş, dinlenecekti. Dinlenecekti çünkü kulağında yankılanan bir ezgi onu yorgun düşürecekti. Koca bir ağacın altına çökmüş, yıldızlara bakıyordu. Yıldızlar ona hiç bu kadar yakın görünmemişti. Simsiyah gökyüzünde arada kaynayan beyaz tanecikler ona gitgide yakınlaşıyordu. Bekçi artık zamanının geldiğini düşünmüştü. Oysaki daha yaşayacağı çok şey vardı. Ölüme haykırdı: "Tanrıdan sonra en büyüğü! Duy beni! Ölüm şüphesiz ki ölümsüzlüğümü bozacak, canımı alacaktır. Bu kadar bekleten şey nedir ölümü? Ne savaşlar ne meydanlar gördüm ömrümde, sevdiğim her şeyin kayboluşunu izledim! Geriye hiçbir şeyim kalmadı, beklemek dışında. Seni benim karşıma çıkaramayan şey nedir?" diye bağrındı bekçi. Cümlesini bitirdiği esnada bir keman sesi duyulmaya başladı. Ses öylesine narindi ki bekçi ne olduğunu anlayamadan büyülendi. Ağacın altından kalktı ve sese doğru ellerini kaldırarak, bacaklarını çarpıştırarak gitti. Sese ne kadar yakınlaşırsa hızı bir o kadar arttı. Ölümün sesi onu adeta büyülemişti çünkü çalınan son müzikti bu. Kalktığı son danstı, birleşmenin eşiğiydi. Artık adı yoktu onun, bir geçmişi de yoktu. Geleceğiyse hiç var olmayacaktı bile. Uzun süren dansın ardından yorgun düşen bekçi yere yığıldı ve kahkaha attı. "Demek sesimi duydun ölüm! Şükürler olsun ki, acılarım son bulacak. Hayatımın en iyi dakikalarıydı bu!" Ölüm ete büründü ve o da bekçinin kahkahalarına katıldı. "Bekçi, canın alınmadan önce senle muhabbet etmek isterim. Ömrün boyunca benle birlikte birçok kişiyi dinledin, gömülmesine yardımcı oldun ve korumalığını yaptın. Koruduğun ruhlardan en acımasız olan hangisiydi bekçi?"

Bekçi, Ölüm'ün bu sorusuna karşı biraz düşündü. Gömülen herkes onun için biraz suçluydu. Kimse masum değildi ve masum olanlar bu hayatta doğduğu gibi ölenlerdi. Herkesin cezasını çektiğini düşünüyordu, kendi dahil. Kendisi krallığın en vahşi savaşçılarından biriydi. Sayısız can almıştı, savaş yolundayken cezasını da çekti. Sevdiği herkes onu evinde beklerken can vermişti. Bekçi o günden sonra bir hayat yaşayamadı. En azından eski, sevildiği hayatı. İntikam hırsıyla savaşta önüne çıkan herkesi katletti. Bu davranışının bir bedeli olacaktı elbet. Krallıkta suçlandı ve taşlandı. Halkın nefretini kazandı ve 20 yıla yakın, sürgün bir mahkum şeklinde yaşadı. Kendisinin iyi birisi olmadığını biliyordu, cezasını çekmesi gerektiğini de ama bu kadar görüp geçirdikten sonra kimsenin iyi olmadığını anlamıştı. Hayat çıkarlar ve duygular üzerine kuruluydu, savaşta yer almasının en büyük sebebi güçlü bir fiziğe ve ailesinin geçimine yardımcı olmasıyla girmişti. Amacı asla öldürmek olmadı, zorundaydı. Savaştıkları süreç boyunca masumlara dokunmadı, zaman kendisine gelene kadar. Düşmanları kendisi kadar onurlu kalmayacaktı. Eşinin ve çocuğunun yer aldığı köye ansızın saldırdılar. Önlerine kim çıkarsa öldürdüler, yeni doğanlar dahi. Köyde tek bir canlı belirtisi kalmayana kadar herkesi kılıçtan geçirdiler. Bekçi bunun haberini aldığı sıra ordudan kaçtı ve köyüne döndü. Eşinin cansız bedenine sımsıkı sarıldı ve kendi elleriyle gömdü. Acı olan taraf ise oğlunun cesedini hiçbir zaman bulamadı çünkü tüm çocuklar paramparça edilmişti. Bekçi, o gün yemin etmişti. Herkes ölecek. Ona bunu yaşatan herkes ölecekti. Krallığı başlarına yıkacaktı, Ölüm kulağına fısıldamıştı: "Elinden aldılar ve sonsuza kadar da olmayacaklar. Bir başınasın sefil adam!"

Bekçi, kralın huzurunda kendisinin affedilmesini, bedeli olarak ise savaşta en önde koşan olmayı talep etmişti. Kral, adamın acısını anladı ve onu affetti. Bedel ödemesine gerek olmadığı, zaten kendisinin kanıtlanmış bir savaşçı olduğunu söylemişti. Bekçi dinlemedi. Yalvardı. Kaybettikleri için yalvardı, onlar olmadan bir hayata sahip değildi. Sözünü tuttu, en önde vahşi savaşçılardan birine dönüştü. Halk onu sevmiş, idolü olarak benimsemişti. Tüm savaşçı olarak yetiştirilen çocuklar adını haykırmaya başlamıştı. Önüne çıkan herkesi öldürdü. Ölüm'ün emrettiği gibi. Ölümü ayaklarına getirdi. Bu yüzden Ölüm'le yıllardır tanışıyorlardı. Yakın bir birliktelikleri vardı ve kendisinden hoşlanırdı da. Vahşi savaşçının çok geçmeden gözünü kan bürümüştü. Düşman krallığın sarayını basmış, kadınlarını ve çocuklarını rehin almıştı. En önemlisi prensesi rehin almıştı. Kralın teslim olması şartıyla kızını bırakacağını, krallığa zarar verilmeyeceği temini verilmişti. Bekçi buna içten asla destek vermedi fakat kral ne derse oydu. Şartlar masalarda tartışıldı ve onaylandı ancak biri onaylamadı. Bekçi, anlaşma sağlanırken kızın boğazını kesti ve kanını yerlere akıttı. Oracıkta can veren prenses karşısında kral kaçtı ve yüzyıllar boyunca bitmeyecek savaş başlamıştı. Bekçi bu sırada kendi ülkesinde kahramanken haine dönüştü ve hayatı boyunca düşman olarak anılacaktı. 20 yıl boyunca sürgün ve aç bir hayat yaşadı. Günün birinde artık varlığının yok olduğu düşünüldü ve o da mezarlığın bekçisi olarak geri döndü. Pişmandı, ilk adımı atmanın pişmanlığıydı. Bundan sonra hayatı hep düşünerek, kaybettiklerini anarak ve acı çekerek geçecekti. Ölüm'ün sorusuna cevap verdi: "Gömülen tüm ruhlar benden daha masumdu, kendimi gömmek istiyorum Ölüm, çünkü en acımasız olan benim." Ölüm sözünü tuttu. Sıradaki o olacaktı. Eski savaşçı olan bekçiye bir kılıç verdi ve Ölüm gökyüzüne yükseldi, kemanıyla harika melodiler yarattı. Bekçi melodiler karşısında sonsuza kadar dans etti. Kılıcını bir yana salladı, diğer yana tekmeler savurdu. Kahkahalar attı ve eğlencesi dinmedi. Kafasını salladı, kılıç da onla hareket etti. Bitmek bilmeyen bu melodi onu o kadar eğlendiriyordu ki yere kanlar içinde düşüp yavaşça öldüğünü anlamadı. Ölümle sonsuza kadar yaşayacaktı. Bitmeyecek bir gün yaşamıştı bekçi...