“Bana kalırsa insanın en iyi tanımı şöyle olmalı…”

Yataktan doğruldum. Taburede oturan bu ilginç adama kulak kesildim. Onu bir yerden tanıyordum. Lafını bölmek istemedim. Sakalını sıvazlayarak devam etti konuşmaya,

“İki ayaklı nankör bir yaratıktır insan.”

“Biliyorum amca, biliyorum. Adını anmıyorum artık ama eski karım da bu nankörler sınıfına girecek cinstendi. Yedi yıl sonra karşısına çıktım ve ondan nefret ettiğimi söyledim. İnanır mısın o güne kadar onu bekliyordum aslında. Biraz önce yaptığım gibi, dumanlanıp uçuşlara geçiyordum. Ama gelmedi. Artık beklemiyorum zaten.”

Gülümsedi,

“İnsanlar gün gelir gemileri yakar ve geri dönmezler, bu kadar!..”

Ne kadar net konuşuyordu böyle.

“Sizi ben birine benzetiyorum ama…”

“Fyodor ismim.” dedi.

Yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu. Tabureye oturmuş yere bakarak sakallarıyla oynuyordu yalnızca. Birden başını kaldırdı. Kızıl suratına daha iyi baktım. Gözleri derinlerinde, haplanmış gibi bakıyordu.

“Kucağında ki kitap bana ait olmalı. Üzerinde benim resmim var. Beni okuyorsun ama cebimde tek kuruş para yok. Aşağılık insanlar! Ben de ölünce değere bindim öyle değil mi?”

“Biraz öyle oldu valla, dünyada adınızı bilmeyeni adam yerine koymuyorlar.”

Dişlerini sıkarak yarı duyulur şekilde,

“Bana birkaç ruble borç verebilir misin?”

Gülümsedim,

“Fyodor amca benim de param yok, olsa bile senin dediğin paradan ben de yok. Aslında seni Moskova’ya götürsek, Putin’i koltuğundan bile edersin.”

Ofladı. Bir sigara uzattım. Sigarayı bir süre inceledi,

“Sana bir tavsiye veririm, bana bir çay getirirsen.”

“Emrin olur ya, ayıp ediyorsun valla. Bizde çayın pek değeri yok, ticarete ne hacet?”

Ona bir çay getirdim. Bir yudum alır almaz rahatladı, elindeki çay bardağına uzun uzun baktı.

“Eskiden ne kadar değerliydi bu? O soğuk gecelerde bir fincan çay içebilmek…”

 Sigarasını yaktım.

“Biz Türkler çayı çok severiz bilirsin.”

“Siz Türkler…”

Başını sağa sola salladı sinirle. “Hâlâ çanlar çalmıyor mu Ayasofya’da?”

“Bilmiyorum çalmıyordur herhalde. Bırak şimdi şu Türk nefretini, ölüp gitmişsin, yakışmıyor sana bak. Bana vereceğin öğüt neydi Fyodor amca? Çayı verdiğim için değil yanlış anlama ama seni bulmuşuz sonuçta.”

Sıkıntıyla kaşlarını yukarı kaldırdı,

“Sana öğüdüm olsun, üzüntünde mutluluk ara her zaman…”

“Ayten’in gitmesinde ne tür bir mutluluk vardı bilmiyorum, hiç bilmeyeceğim de. Ama merak etmeyin alıştım. Şu senin Kumarbaz kitabında ki Polina gibi bir manitam olsa derdim tasam kalmaz aslında.”

Öyle bir baktı ki yersiz bu cümleyi kurduğum için korktum.

“Alışır. İnsanoğlu her şeye alışır. Senin adın ne?”

Adımı sorduktan sonra beni süzmeye başladı.

“Hüsnü.”

“Sürgüne gittiğim zaman, Sibirya’da bu isime benzer biriyle tanışmıştım.”

Çay bardağını bana uzattı, bu bir çay daha getir demekti. Çayı getirdim,

“Sıkıldın biliyorum Fyodor amca. Ama burada rulet filan oynanacak yerde yok. Pis yedili var, yüzbir var, onları da sen bilmezsin. Meyhaneye gidelim istersen. Mülayim abi var tanışırsınız. İyi adamdır. Erika abla var, kendisi Kırgız. Ah bir hayat hikayesi var, dinlemen lazım.”

Onu yine kızdırmıştım.

“Ben rulet olmadan da yaşarım. Aklı başında bir insan en çok neyden zevk alır bilir misin Hüsnü?”

“Neyden?”

“Kendinden.”

“Alamıyorum. Biliyorum sen de alamadın. Ama sonuna kadar yaşadın. Ben iyileştim. Bu iyi hâlim. Olvido öldüğü için seninle konuşuyorum. İtiraf ediyorum bazen bileklerime jiletleri yanaştırdığım oldu.”

Bu söylediğim sözler onu da değiştirmişti,

“Bin yıl boyunca bir karış toprağa basarak yaşamak, bir saat sonra ölmekten iyidir.”

“Bırakmıyorlar Fyodor amca. İyi olamıyorum. Onlar aslında yoklar biliyorum. Küçük zaman dilimlerinde hayatımdaydılar. Neden iyileşemiyorum? Zaman her şeyi halledecek biliyorum. Senden iyi olmasın bir Oğuz abim var, meslektaşın sayılır, o da öyle demişti. Zaman her şeyi halledecekti. Önce unutmaya çalıştım. Sonra unutmaya çalışmayı unutmaya çalıştım. Sonra unutacağım şeyin ne olduğunu bile unuttum. Ama kalbim çoktan oyulmuştu. Bir şey diyeyim mi Fyodor amca? Senin yanında konuşmak haddime değil ama insan acısını da, mutluluğunu da kendi içinde üretmeli. Dışarıyla pek bağlantı kurmamalı. Ruhum acıyor. Ama iyiyim, daha da iyi olacağım. Sen de inanıyorsun Tanrıya. Ama İvan nasıl kabul edemiyordu bu dünyayı! Tıpkı benim gibi. Oysa sen anladın. Sen anladın her şeyi. Yalnızca altmış yıl sonra her soruna cevap aldın. Ama yaşadığın sıkıntılar ne olacak? Geriye dönüp bakıyorum da, bu kadar acıya gerek var mıydı? Evet haklısın, Tanrı olmasaydı, insan onu yaratırdı. Şeytan da olmasaydı, onu da hayal gücümüzle bulurduk. Biliyorum sen onunla konuştun bile. Şeytanla konuştun, okudum bunu. Günlerce kafamda yer etti o sahne. Hani bir adam vardı. Burnu olmadığı için ağlıyordu. Sizin vaizlerden biri ona “iyi yönünden bak, artık burnun hiç kırılmayacak” demişti. Ne okkalı bir cevap vermişti genç adam “keşke burnum olsaydı da, her gün kırılsaydı.” Sonra o çirkin yüze alışamamıştı. Kendini öldürmüştü. Tıpkı taşları ekmeğe çevirmeyi reddeden İsa gibi, bizler de hayatımızı başkalarına kanıtlamak için yaşayamıyoruz. Ancak yine de huzura gark olamıyoruz. Sen biliyordun oysa, bir diğerini biliyordun. Bir insanın içinde kaç kişi olduğunu biliyordun. İçimizde rahat değil. Sen de bozdun benim ayarımı Fyodor bey. Evet insan Tanrı’dan çok mucize arıyor. Sana bir şey diyeyim mi? Mucizeler bile sıradanlaşırsa, o zaman ne olacak?”

Sigarayı söndürdü, son dumanını üfleyerek,

“İnsan kendi ruhuna bu kadar yüklenmez, biraz merhametli olmalı…”

“Bunları sen mi söylüyorsun?”

“Ben mutluluk yalanını herkesten iyi bilirim.”

“Suçlu kim? Neden diye sormakla mı başlıyor suçlu olmak? İvan suçlu bile değildi. Ama o kadar azap çekti? Raskolnikov daha suçu işler işlemez kendini kaybedip çaldığı paraları bile harcayamadan dengesini bozmadı mı?”

Beni dinlemekten sıkılmıştı,

“Suçlu yok. Anlamıyor musun bunu? Neşeli bir yüzün var ama belli ki çok acı çekmişsin.”

“Biraz öyle oldu. Tatsız olaylar yaşadık.”

Ayağa kalktı,

“Yalan söylemeyi öğren.”

“Doğuştan iyi bilirim.”

“Kendine yalan söylemeyi öğren. Kendini kandırabilenler herkesten daha neşeli yaşar.”

“Allah’a şükür neşeliyiz Fyodor amca. Ne durumda olan insanlar var.”

Ayağını sertçe yere vurdu,

“Başkalarının zavallılığına bakıp kendi durumuna şükredenlerden tiksiniyorum.”

Korkmuştum. Oturduğum yerden ben de kalktım.

“Gidiyor musunuz?”

“Evet gidiyorum. Bir daha beni çağırmazsanız memnun olurum.”

 

Filibeli Ahmet Hilmi bey ile baş başa buldum kendimi. Nasıl alkol ya da uyuşturucu içmeden bu hayallere gark olmuştum?

“Ne gördün?”

“Gördüm onu geldi, konuştuk.”

“Ben bu kahvenin telvesiyle yedi cihan dolaştım, peygamberlerle tanıştım. Sen hakkını bu adamla kullandın.”

“Yolumuz var mı daha?”

“Var.”

“İyileşecek miyim?”

“Sen iyisin. Sadece unuttuklarını hatırlaman gerek.”

“Bu alemden nasıl gideceğim peki? Ben Hüsnü’yüm. Meyhanede dostlarım var. Olvido da öldü biliyorsun.”

“Bu alemden gideceksin elbet, fakat bu aleme geldiğini kimseye demeyeceksin. Eğer söylersen bu yaşadıklarını unutursun ve gelecekte nelerle karşılaşacağını asla bilemezsin. Bak güzel insan, bu telveyle ne saraylar, ne hanlar göreceksin, daha önce birkaç kişiye nasip olmuş alemlerin sırrını sezeceksin. Sen, senleri bırakarak ardında ilerleyeceksin. Dağlar, kırlar, ovalar; senin doldurduğun yerleri dolduramayacaklar…”

Ellerini gözlerime götürdü. Karanlık uzun süre yarılmadı. Korku hissetmiyordum. Işık geldi sonra. Sulu gözlerimle tavana baktım. Kucağımda iki kitap vardı. Karamazov Kardeşler ve Amak-ı Hayal…