On Dakika.
Çay demliyorum. Çaydanlıktaki kaynar suyu demliğe dökerken ortaya çıkan duman yüzümü geceden çiselenmiş yapraklara döndürüyor. Demliği yavaş yavaş kaynar suyla doldururken etrafı kesif bir çay kokusu dolduruyor. İşlemimi bitirdikten sonra demlik ve çaydanlığı ocağa geri koyuyorum ve demleme sürecinin tamamlanmasını beklemek üzere mutfak balkonuna çıkıyorum. Gece apaydınlık, gökler uçsuz bucaksız cam masadan yansıyor gözlerime. Yıldız yok ama. Yıldız olmayışına üzülüyorum. Açılıp yan yana katlanmış camekanlar hafif bir tıkırtı tutturmaya başlıyorlar esen meltemden dolayı. Aklıma yazlıklardaki bu tıkırdayan ahşap askılıklar geliyor, hani balkonun bir köşesine asılan ve ksilofon mantığıyla çalışan içi oyuk, uzunlu kısalı ahşap parçaları olan eşya var ya, o geliyor işte aklıma. Huzur doldurur o eşyanın çıkarttığı sesler içimi, mutlu bir iç çekiş gibidir sanki. Bana sanki “Çok çalıştın, çok didindin ama şuraya iki dakika otur da dinlen istersen.” demektedir. Bazen de o eşyanın ahşap parçalarını hareket ettirip o ‘kutsal’ melodiyi yaratan rüzgârın yerine koyarım kendimi. Ya da rüzgârlar demeliyim çünkü bir rüzgâr olup ahşap çubukları hareket ettirdikten sonra yolculuğum hep sona eriyor düşüncemde, o yüzden melodinin devamı için maceram bittikten hemen sonra yakındaki bir rüzgâra atlayıp yeni melodiler yaratma yoluna düşüyorum.
Bu tıkırtı sesleri bana uzaktan duyulan koyun sürüsü sesini de anımsatıyor. Koyunların boyunlarına takılı çıngırakların hep beraber yarattığı melodi ne güzeldir, işte bu ahşap çubukların melodisi bana koyun sürülerini anımsatır böyle. Hatta bazen gerçekten uzaktan bir sürü mü geçiyor yoksa bu ahşap çubukların sesi mi ayırt edemem. Ama çok da önemli değildir zaten bu. Çünkü iki ses de hayli huzur vericidir.
Camekanları tıkırdatan rüzgâr sonunda benim bedenimle de buluşuyor. Önce masaya uzattığım ayaklarımı okşuyor, sonra bacağımdaki kılları dalgalandırıyor. Şortum hafifçe kımıldıyor, yarı çıplak bedenim üşümesin diye üstüme attığım şile bezi gömleğe dokunuyor rüzgâr özlemle. Göğsümde geziniyor biraz ve nihayet yüzüme ulaşıyor. Sakallarımın arasından bir ilaç gibi geçiyor, boğazıma doluyor sonra. Kirpiklerimi tarıyor, kapalı gözlerimi öpüyor. Omzuma düşen saçlarıma vardığında ise istekle dans ediyor onlarla. Kimse bakmıyormuş gibi. Sanki son dansıymış gibi arzuyla dolaşıyor telden tele ve veda ediyor sonunda bedenime.
Gözlerimi açıyorum ve iç çekiyorum, sigaramdan bir nefes alıyorum. Sigaranın dumanının sıcaklığını hissediyorum soluk borumda, akciğerime inişini duyuyorum. Ve ciğerlerimde hafif bir ağırlık sezince dumanı üflüyorum geri havaya. Duman bedenimden çıkarken okşuyor dilimi, diş etlerimi ve canhıraş bir şekilde kaçıyor hemen benden uzağa. Gözümün önünde bir ân kümelenip sonra balkondan dışarıya sızıyor. Nikotin tadını bir müddet yutağımda misafir ediyorum, birkaç kere yutkununca o da koşuyor benden uzağa hemen, aşağılara.
Bu sırada sol el bileğimde bir sızı duyuyorum inceden. Bileğime doğru baktığımda bileğime tünemiş bir sivrisinek görüyorum. Kıpırtısız, tedirgin bekleyen bir çizgi-roman karakteri gibi geliyor gözüme o ân. Sinsice sağ elimi göbeğimin üstünden sessizce geçirip sivrisineğe vuruyorum. Sivrisineği az önce benden emmiş olduğu bir hardal tohumu kadar kanla hedeflediğim yerde ölü buluyorum. Sonrasında gözlerimin odağı haince değişip cam masadaki yansımama takılıyor. Bakıyorum kendime bir süre. İçimdeki kelime yüklü vagonlar teker teker dökülüp zihnime, bu sensin diyor bana. Evet, ‘bu’ benim diyorum kendime ben de. Az önce rüzgârın okşadığı yanaklarım orada, kirpiklerim orada rüzgâr tarafından taranmış olan. Sürekli bana bakan bir çift göz de orada. Yansıyan silüetin saçları darmadağın gözüküyor, elim hemen kendi saçlarıma gidiyor. Saçlarımın taranmış olduğunu fark ediyorum, yansıyan silüet gülüyor bu durumuma. Gözlerindeki kırışıklıklar ortaya çıkıyor böylece. Kendimi gülmeye zorlayıp elimi gözlerimin etrafında gezdiriyorum. Cildim nemli ve yumuşak, kırışıklık tespit edemiyorum. Silüet bu sefer otuz iki dişiyle gülmeye başlıyor. Gözlerinde bir kırmızılık yakalıyorum. İlk defa tedirgin oluyorum. Bir süre bana tüm dişleriyle gülümseyen silüetime takılı kalıyorum. Beni adeta hipnoz ediyor, gözlerimi kaçıramıyorum. Nihayetinde yeterli gücü bulabilip gözlerimi kapatıyorum.
Gözlerimi kapatınca karanlık tarafından sarılıyorum. Tam huzuru buldum derken karanlığın ufkunda gittikçe büyüyerek yaklaşan silüetim beliriyor. Bu sefer gülüşü vahşice bir hâl almış, gözleri hepten kırmızı olmuş ki yakut sanılır. Silüetim kurbanını yakalamış bir Medusa gibi, saçları yılana dönmüş, yılanlar ağızları açık bir şekilde bana tıslıyorlar. Bu tıslamaların ardından, karanlığı çarşaf gibi yırtan bir ses yükseliyor yansımamdan. “Uçuruma bakmaya korkuyor musun?” Bu cümleyi bağırarak tekrar ederken, bir yandan da bana yaklaşıyor iyice. Burun buruna geliyoruz neticede. Yansımamın yılanları yüzümde ısıracak yer ararken çaydanlıktaki kaynayan suyun taşarak ocağı söndürmesinin sesini duyuyorum. Çayı demledikten sonra ocağı kısmadığımı hatırlıyorum. Zihnim başka düşüncelere dalmışken bir bakıyorum ki yansımam yok ortalıklarda. Sanki tutuşmuş film ruloları gibi kül oluvermiş anında. Bomboş ve yoğun bir karanlık var sadece ufkumda.
Gözlerimi açıyorum. Bakışlarım cam masaya dikiliyor istemsizce. Saçlarım düzgün görünüyor bu sefer. Kendimi yine gülümsemeye zorluyorum, yansımamda kırışıklık fark etmiyorum ilk seferde olduğunun aksine. Elimde bir yanma hissi duyuyorum. Elime baktığımda işaret ve orta parmağımın arasında kalmış, közünün filtresini yakmaya başladığı sigaramı fark ediyorum. Sigaramı kül tablasına atıyorum. Sandalyeden kalkıp mutfağa gidiyor ve ocağı kapatıyorum. Kendime bir çay koyuyorum. Sonrasında az önce tamamıyla içemediğim sigara yerine bir başka sigara içmek için tekrar balkona gidiyorum. Ve çayımdan ilk yudumumu alıp sigaramı içmeye başlıyorum.
18 Mayıs, 2020
01.35