Huzur ve sessizlik, çoğu zaman kol kola yürüyen kelimelerdi. Bir yerden huzurlu diye bahsediliyorsa ne kadar sessiz olduğu da anlatının içerisine eklenirdi. Hiçbir ses duymamak, hatta kendini bile duymamak bir noktada. Ancak o gün, saatin tam on iki olmasına beş dakika kalmışken durum öyle değildi. Sessizliğin o vakit misafir olduğu evde, huzurdan ziyade gerginlik hakimdi ortama. Söz konusu gerginlikte duvar saatinin bir payı yoktu. Saatin üzerindeki hareketli olan hiçbir parça ses çıkarmıyordu.
Tek kişilik bir evde, tek kişinin yaşaması için ideal düzeyde olan eşyalarla bezenmiş bir salonda oturan Tayfun, solgun kırmızı renkli tek kişilik koltuğuna tam olarak oturamamıştı. Nasıl oturursa otursun yine de ters oluyordu, rahat edemiyordu. Onunla konuşan kimse olmadığı için kendisiyle konuşuyordu ve kendisiyle konuşmak kafasındaki soruların cevaba kavuşmasında çok da etkili bir yöntem olamıyordu.
Aylardır sahibi olduğu koltuğa karşı, doğru oturuş pozisyonunu bulamamıştı bir türlü. Evin içerisindeki diğer hiçbir mobilyada; koltukta, kanepede, yatakta böyle bir sorun yoktu. Hepsinde, geçmişten beridir olageldiği gibi oturuyor ve mobilyaların var olma amaçlarını sorunsuzca gerçekleştiriyordu.
İki değişkenli cereyan denklemindeki iki camı da açmıştı. Sağlanan hava akışıyla beraber insanın içini ferahlatan esintiler evin içinden geçiyor, bu sayede hem Tayfun serinliyor hem de esintiler kestirme yoldan apartmanın öteki tarafına ulaşıyordu.
Tüm bu serinlemelere karşı yine de gergindi. Dört dakika kalmıştı. Kalan dört dakikayı boş oturarak geçirmek istemedi. Eşofmanının cebinden sarkan, kılıfı oturduğu koltukla aynı renkte olan telefonunu çıkardı ve cihazın not uygulamasına giriş yaptı. Alt alta sıralanmış dokuz farklı tarih vardı. Tarihlerin hepsi ardı ardına birbirini takip eden günlerdi ve tüm o sıralı günlerin yanında aynı şey yazıyordu.
On iki nokta iki sıfır.
Dokuz gündür saat tam öğlen on iki olduğunda telefonu çalıyordu. İlk gün çaldığı vakit açmamıştı telefonu. Çünkü ev telefonunu, yakın çevresindeki kimse bilmiyordu. Kampanya reklamı için aradıklarını düşünüp evde yokmuş numarası yapmıştı. Evde yokmuş numarasının en iyi telefonda yapıldığını da o gün fark etmişti.
İkinci gün çaldığında önceki gün tam on ikide çaldığını unuttuğu için bir daha bakmamıştı. Aynı sebepten ötürü evde yokmuş numarasına devam etmişti. İki haftadır evden çıkmayan biri için evde yokmuş numarası yapmanın ayrı bir heyecan olduğunu o gün fark etmişti.
Üçüncü gün çaldığında artık bir şeyleri fark etmeye başlamıştı. Yine de bir eylem gerçekleştirmemiş ve evde yokmuş numarası yapmaya devam etmişti. Kendisinin, artık dışarıya çıkmak isteyen tarafını tatmin etmek için böyle bir yol bulmuştu. Hem onu arayanlar onun dışarıda olduğunu düşünüyor hem de evdeki yaşantısını herhangi bir kesinti yaşamadan sürdürüyordu. İnsanlar öyle sandıktan sonra gerçekte yapılanın bir önemi yoktu sonuçta.
Tayfun, internette her gün küçük dozlarla eleştirdiği kitlenin yaptıklarından birini yaptığını o gün fark etti. Evine kapanıp çeşitli fotomontaj teknikleriyle kendini dünyanın başka bir yerinde göstermese de ev telefonunu açmayarak evde olmadığını düşündürtüyordu.
Bu konuda dahi eski usullerin yolunu izliyordu.
Dördüncü gün gelip çattığında dört köşeli jeton sonunda düşmüştü. Her gün aynı saatte çaldığını fark etmiş ve bu farkındalıkla beraber kabaran merakını dindirmek için telefona davranmıştı. Ahizesi kablolu olan ikinci el telefonun ahizesini kaldırıp kulağına koymuştu. Tanımadığı insanlarla telefonda konuşmak konusunda birçok kuralı vardı Tayfun’un. Bunlardan ilki, karşı taraf ses çıkartıncaya kadar konuşmamaktı.
Karşı taraftan ses gelmemesi, konuşmasını sağlamadı. İki taraf karşılıklı sustu, hiç telefon edilmemiş ve açılmamış gibi. Ancak sessizliğin en korkutucu biçimlerinden olan telefon sessizliği, Tayfun’un sabrını erkenden tükettiği için telefonu kapattı. Telefonun açık kaldığı süre boyunca edemediği küfürleri salonunun etrafına döktü. Kimse ondan temizlemesini istemeyecekti, istediği gibi küfredebilirdi.
Beşinci gün telefonu kapattırmayı düşünmüştü ancak fikrin hattan düşmesi pek uzun sürmemişti. Çünkü evdeki internet, ev telefonuna bağlıydı. Telefonu kapattırmak demek internetin kotasını kablosunu toplayıp evi terk etmesi demekti. Yarenliğini pek bir sevdiği internet hatırına ev telefonunu canlı tutuyordu o da.
Saat on iki olduğunda yine çalmıştı telefon. Bir önceki günden ders çıkaran Tayfun, telefonu açtığında kendi kuralını çiğnedi ve ilk konuşan olarak “Alo,” dedi. Kendine koyduğu kuralı çiğnemek gibi bir fedakarlık ne yazık ki yine de cevapsız kaldı. Söylediği ‘Alo’ kelimesi telefon hattının karanlık köşelerinde sahipsizce yankılandı. Herhangi bir cevap alamamasının siniri, merakından üstün geldi ve telefonu kapadı.
Üç gün boyunca aynı rutin devam etti; telefon tam on ikide çaldı, Tayfun telefonu açtı, konuştu, yanıt gelmedi, konuştu, yanıt gelmedi, telefonu kapattı. Bir ‘rutin gerçekleştirme merkezi’ olan evinde gerçekleştirilecek başka bir rutini daha olmuştu. Ancak diğerlerinin aksine bu onu monotonlaştırmak ve solgunlaştırmaktan daha çok kabartıyor ve coşkulandırıyordu.
Her telefonu kapattığında bir sandık dolusu sesli, bir çuval dolusu fısıltı olmak üzere küfürler etmişti. Ta ki düne kadar…
Aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç beklemenin aptallık olduğunu, ‘Robdöşambr’ isimli bir edebiyat dergisinin içerisinde yer alan renkli yuvarlakların birinde okumuştu. Sözün kime ait olduğunu bilmiyordu ama bir bilim insanına ait olmadığını biliyordu. O da bu söz üzerinden taktiğini değiştirmişti ve kendisinin bile kendisinden beklemediği bir yaklaşımı denemişti.
Karşısındaki kişi konuşmasa bile kendisi, telefon faturası o konuştuğu sürece ücret yazmayacakmış gibi konuşmuştu. Hem düşüncelerini hem yaptıklarını hem de yüz yüze olduğu birine asla anlatmayacağı derecede saçma şeyler anlatmıştı. Karşı tarafın duyulan saçmalıklara hiçbir cevap vermemesi de cümlelerdeki saçmalık oranını arttırmıştı.
Onuncu günde de aynı taktiği uygulamayı planlıyordu. Böylelikle, rutinini daha eğlenceli bir hale getirmiş oluyordu hem. Telefon tam bir dakika sonra çalacak, açılacak ve konuşulacaktı. Karşı taraftan hiç ses gelmese bile o her gün bunu yapacaktı. Bir aptallık olmayacaktı bu çünkü yaptıklarından bir sonuç beklemeyecekti.
Son elli saniye kala düşündü, karşı taraftan bir şey duymayı beklemiyorsa niye yapacaktı ki bunu? Bulduğu cevap, gözlerini ve kulaklarını öyle bir sarmaladı ki geçen elli saniyeden sonra çalan telefonun ne titrediğini gördü de ne zilini duydu. Kendine gelmek için aklının derinliklerinden yüzeye geri yüzmek zorunda kaldı. Az kalsın telefonu açamayacaktı ve telefon kapanacaktı ki ahizeyi kaldırdı ve kulağına dayadı.
Alo! Gerçi kaç gündür alo diyorum, bir cevap vermiyorsun. O zaman bunu dememin bir anlamı olmamalı ama yine de diyorum. Tıpkı senin beni durmadan aradığın gibi. Gerçi senin tek kişi olduğunu da bilmiyorum. Belki birçok kişi her gün telefon başına toplanıp beni arıyorsunuz. Sesim de şu an, telefona kulak vermiş herkes tarafından duyulmakta. Eğer Alo’nun bir çoğul hali olsaydı onu kullanırdım ama telefonlar tek kişilik cihazlar olduğundan gerek, insanlık hiç Alo’nun çoğul halini düşünmemiş. Alos? Alolar? Bu da haloaya benzedi. Neyse, bu konunun üzerinde durmaya hiç gerek yok aslında. Dün biraz fazla saçmalamış olabilirim. Özür dilemeyeceğim. Dinlediğine göre ve beni durdurmadığına göre hoşuna gitmiş olmalı. Daha fazla küfür etsem de hoşuna gider mi? Evde tek başıma yaşamanın en sevdiğim yanlarından biri bu. Küfrümden rahatsız olan kimse yok. İstediğim gibi küfredebiliyorum. Dün değil de ondan önceki gün duydun ettiğim küfürleri. Resmen edebiyat yapıyorum küfrederken… Yok, hayır. Ben, edebiyatın sadece ‘yat’ından anlıyorum. Tüm gün yatıyorum.
Tayfun’un tsunami gibi yükselmiş öfke dalgası yavaş yavaş sönmeye başlamıştı.
İş bulmak için evden çıkmakla çıkmamak aynı sonucu getirdiği için iki haftadır dışarı da çıkmıyorum. Yat’tığım yerden de o yüzden kalktım. Bi’ arkadaş eski okuduğu dergileri verdi bana da öyle okumaya başladım. Okumakla hiç aram yok. Çocukluğumda da olmadı. Diğer ailelerde öyle değilmiş sonradan öğrendim; bizim evde kitaba değer verilmezdi. Babam, kendi dediğine göre, hayatında hep okumuş insanlardan kazık yemiş, o yüzden okumuş insanlara güvenmiyordu.
Kurduğu cümlelerin birinde yer alan bir kelime, onun yıllardır olduğu yerde durmaktan paslanan kilidini kırmıştı. Havasız ve güneşsiz ortamda bekleyen cümleler dökülmeye başlamıştı.
Beni okuttu okutmasına ama devlet mecbur kıldığı için okuttu. Liseyi okutmayacaktı ama annemin ‘elalem ne der?’ baskısı ilk defa o zaman işe yaradı ve liseye de gittim. Gittiğim lise de şansıma kütüphanesinde spor malzemelerini depolayan bir liseydi. Orada da kitaplarla, ödev haricinde pek haşır neşir olmadım. İşte şimdi arkadaşın okuduğu dergileri falan almaya başladım, anca öyle. İlk kitap vermişti de daha ilk on sayfada okuduğum hiçbir şeyi anlamadığım için bıraktım. Söylediğine göre bu dergileri okumak daha kolaymış, ben de başladım. Kendi kitabımı seçsem dahi param yok. Konuşkan adamımdır da yıllarca dil döktükten sonra dökülen cüzdanım oldu. Bunları niye anlatıyorum bilmiyorum. Belki dün fazla saçmaladığım içindir. Belki de… uzun zamandır, birine bunları anlatmadığım içindir. Evet, bunları biriyle konuşmayalı uzun zaman olmuştu.
Tayfun sustu ve eve göz gezdirdi. Evi ona ilk defa o an boş gelmeye başladı. O telefon konuşmasına kadar ev eşyaları gayet yeterli bir düzeyde kalabalık oluşturuyordu onun için. O konuşmadan sonra ise artık evinde, yok edilmesi gereken kocaman bir boşluk oluşmuştu.
Evim fazla boş kalmış biliyor musun? Tek kişilik koltuğum var, şu an onun üzerinde oturuyorum. Üç kişilik koltuğum da var, bu koltukla aynı renkte. İkisi de aynı üreticiden ama nedense bu koltuğa bir türlü oturtamadım kendimi. Nasıl oturursam oturayım bir türlü rahat olmuyor. Ya dar geliyor ya altta çivi varmış gibi rahatsız ediyor. Götümde kurt varmış gibi oynayıp duruyorum koltukta. Sonra ne oluyor, koltukta oturdum. Bok oturdum, ayakta dursam daha az yorulurdum. Ama duramıyorum telefon ahizesinin kablosu o kadar uzayamıyor. Ayağa kalktığımda telefon da sıçrayıveriyor. Bana kalsa telefonu kapattıracaktım da sıçtığımın operatörü; internet, telefon olduğu müddetçe var diyor. Hiç kimseyi aramadığım halde her ay otuz lira fatura yazmasını biliyor ama. Onun da yarısı vergi zaten. O otuz lirayla eve çay alınabilirdi. Telefondan kaçak maç yayınlarımı izlerken yanında çayımı da içerdim, mis gibi. Çay demişken sahi, çay bitmişti evde.
Ayağa kalkmak için hareketlendi Tayfun ama telefonun kablosu koluna bağlı bir zincir gibi onu yerine sabitledi. Telefonu alıp yanında gezdirebilirdi, arkasındaki gri kablo olağandışı bir kısalıkta olmasaydı.
Niye bu telefonu aldım bilmiyorum. Başka aletler de vardı orada, ben de gittim bunu seçtim. Yoo, dur bir dakika, ben seçmedim. Oradaki adam önermişti bunu, doğru. Ben kablosuz olan bir şeyler bakmıştım oysa ki. Tabii adam anladı paramın olmadığını, satamadığı ucuz malı yapıştırdı hemen. Niye gidip başka yerlere de bakmamıştım ki… doğru, ikinci el ev telefonu satan çok yer kalmadı artık. Böyle şeyler satan başka bir yer bulsam bu aleti onlara kitlesem, cepteki paradan da biraz koyup kablosuz bir şeyler mi alsam? Bir dakika… alacağım da ne olacak? Senden başka arayanım yok ki. Seninle konuşmak için mi para vereceğim ben? Hayır, hayır. Gerek yok, ona mı para vereceğim şimdi.
Tayfun duraksadı. Bu cümleyi kendisi kurmamıştı.
“Ben… kapatıyorum şimdi. Yarın arayacaksın zaten.” Telefonu kapattı ve hiç hareket etmeden düşünmeye başladı. Koltuğun verdiği rahatsızlık yavaşça kayboldu. Bu cümleyi ilk defa duyduğu ana dönmeye çalıştı. Önüne çıkan tüm anıları elinin tersiyle itti, ilk olanına gitmek istiyordu. Tüm anıları geçtikten sonra zincirin ilk halkasına ulaşmayı başardı.
Koltukta bağdaş kurmuş bir şekilde oturmaktaydı. Gömlek düğmeleri gömleğin iki yakasını canhıraş bir çabayla tutuyordu. Üstlerine biraz daha basınç gelse, tüm düğmelerin oyuncak tabancaların boncukları gibi fırlayacağı barizdi. Elde sallanan otuz üçlük tespih, karşılarındaki tüplü televizyonun üstündeki dantelin üstündeki saatin tik taklarıyla el ele dönüyordu. Krem rengiyle boyanmış duvarlarda bir tablo vardı ama kendisi dahil hiç kimse onun neden orada olduğunu bilmiyordu. Üzerindeki süslemelerin manasının belli olmadığı kırmızı bir halı ve beyaz koltuk örtüsü… Beyaz fincandan çıkan duman, koltuk örtüsünün beyazlığında kayboluyordu.
Babanın gözüne bakmak saygısızlık sayılacağından gözünü oraya dikmişti çocuk, koltuk örtüsüne. Fincandan yükselen dumanın başına geldiği gibi, kendisi de kaybolmak istiyordu yavaşça.
“Krampon mu?” dedi babası. “Şimdi başımıza bir de bu mu çıktı? Bunun için mi para istiyorsun? Ona mı para vereceğim şimdi. Mücahit’in oğlu top almış ya işte, koşamıyor musun peşinde?” Cümlelerine nokta koyduğunu, ağzındaki çürük dişlerin arasından çiseleyerek fırlayan tükürüklerle belirtiyordu. Babasının bu huyunu bildiği için çaprazında kalacağı şekilde, yere oturmuştu çocuk. Babası zahmet edip yüzünü onun olduğu tarafa döndürse bile, kafasını eğip bakmayacağı için tükürükler kafasının üzerinden geçecekti.
“Topun peşinden on çocuk it gibi koşup duruyorsunuz. O ‘kırpon’ olmadan oynamayacaksan oynamazsın. Bugün ayakkabısı çıkar, yarın şapkası çıkar, osu busu çıkar. Bunların hepsini isteyecek misin benden? Bu evin giderlerine zor para yetiştiriyorum ben. Senin sefa pezevenkliğinin parasını denkleştirmekle de ayrıca uğraşamam.”
Aldığı yenilgiyle beraber geri çekilecekti ki çocuk, babasının durdurmasıyla çekilemedi. “Kaç yaşına gelmiştin sen?”
“On,” dedi çocuk.
“Güzel. Rıfkı seni çırak olarak işe alır. Borcunu sorup duruyordu yavşak. Sen çalışarak susturursun onu. Birkaç hafta vermez paranı, denkleşmiş olur.”
Krampon istemek için başlattığı konuşmadan işçi olup çıkmıştı. Selam verip borçlu çıkmak konusundaki ilk deneyimini böyle edinmişti. Kendi odasına gidip bunu uzun uzun düşünebilirdi çocuk, yapacaktı da. Ayağa kalktı ve kendi yatağına gitti hemen. Dört adım sonra hedefine varmış oldu. Annesi bir köşeyi kapmıştı, o da çekyatın diğer köşesine oturdu. İşte odasındaydı. Evde kendisine ait sayılabilecek tek alanın içinde, annesiyle beraber oturuyordu.
Sabahleyin duşunu almayı unutmuş olan Tayfun, duşta iken düşünmüştü tüm bunları. Sular ne kadar şiddetli akarsa aksın, aklındaki anıları beraberinde götürmüyordu. Kir, çamur, köpük, şampuan, kan, hepsi gidiyordu da anılar suyla gitmiyordu. Sıcak su, dört yanı kapalı duşakabinden buhar olarak çıkamayınca, şeffaf kapıları buğu yaparak tepki veriyordu. Yere dökülen sıcak sudan çıkan buharı, babasının içtiği çaydan çıkan dumana benzetti.
Duşunu erkenden bitirip çıktı. Giyinme rutinini gerçekleştirdikten sonra, her gün yaptığı şeyi yapmak için salondaki üçlü koltuğa doğru yöneldi. Tam kuruyamamış saçlar, koltuktaki yastığın üzerine dökülünce yastığın rengini koyulaştırdı.
Dün Robdöşambr dergisinin geçen ayki sayısını bitirmişti. Şimdi ise sırada Spatula dergisinin geçen ayki sayısını okuma vaktiydi. Bunda da içerisinde ‘kuul’ cümlelerin yazdığı büyük yuvarlaklardan bulmayı bekliyordu. Ancak duştan çıkmış olmanın getirdiği uyku, üzerine annelerin örttüğü yorgan gibi çöktü ve dergiden bir kelime bile okuyamadan uyuya kaldı.
***
Ertesi gün olduğunda, aşağıdaki bakkaldan aldığı bir kutu poşet çay ve bir kutu sigara ile gerçekleştirdi kahvaltısını. Tüm çayları ve sigaraları bitirmeden, iki poşet çay ile beş dal sigara harcayarak sonlandırdı kahvaltısını. Neredeyse hiçbir protein, vitamin, mineral hatta yağ bile almadan bir kahvaltı gerçekleştirdiğini biliyordu. Ancak vücudunun nikotin ihtiyacı, midesinin zeytin peynir ihtiyacından üstün gelmişti ve o da elindeki parayla sigara almıştı.
Artık günün en önemli olayı o telefon olmuştu. Tam on ikide çalacak olan telefonu bekliyordu, sınıftan çıkmak için zili bekleyen öğrenciler gibi. Kendisi de zamanında o öğrencilerden biri olmuş olduğu için, sürekli saati gözlemek onu eski anılarına götürdü. Tokatların yıldırım gibi düştüğü, cetvellerin kılıç gibi savrulduğu ve tebeşirlerin kurşun gibi fırlatıldığı o güzel okul yılları. Tayfun’u ve de diğer çocukları, atılan hiçbir tokat veya cetvel yaralamazdı da… yüzündeki şişliğin ve kollarındaki çürüklerin sebebinin öğretmenleri olduğu anlaşılınca herkesin sorgusuz sualsiz öğretmeni haklı bulup ‘iyi yapmış’ yorumunda bulunması yaralardı.
Akrep ile yelkovanın buluşmasına iki dakika kalmıştı. Kahvaltısına eşlik etmiş olan, dün erkenden uyuya kaldığı için okuma keyfini süremediği Spatula dergisi kenarda onunla beraber saate bakıyordu. Aslında zamanın sadece bir araç olduğunu, bekledikleri şeyin saat değil birazdan çalacak telefon olduğunu hem dergi hem de Tayfun unutmuştu. Tüm dikkatini saate odaklamıştı. Bir şeye bu kadar odaklanabildiğini bile bilmiyordu o ana kadar. İdeal hayatında Tayfun, evi kadar dağınık bir dikkate sahip olabilirdi. Ancak ideal değil bulunduğu gerçek hayatta dağılamayacak kadar az eşyası vardı.
Yere, ruhundan kelimeler sömürülmüş beden gibi serilen dergi ona göz kırptı.
Saat tam on iki olduğunda Tayfun gözlerini topladı ve saatten telefona baktı. Evin içerisindeki sessizliğin hiçbir şekilde bozulmamış olması, moralini bozdu. İki kaşı da yükseldi ve de gözleri açıldı telefona bakakalmış bir şekilde dururken. Çalması için hâlâ elli saniyesi vardı. Elli saniye boyunca mırıltılarla küfür edecekti. Eğer elli saniye içinde aranmazsa, bir sonraki dakikaya gürültülü bir giriş yapacaktı.
Çalmadı telefon. Tayfun’un ilk tepkisi eliyle telefona vurmak oldu. Sehpadan fırlayan telefonu durduran şey duvardı. Plastiğin beton duvara çarpma sesine, çatırdama sesi ve dökülen küçük plastik parçaların saçılma sesi eklendi. Kendisine, bağıra çağıra küfür edeceğini söylemişti ama telefonu fırlatmak dışında hiçbir şey yapamadı.
O denli şaşırmıştı ki, küfür etmeyi unutmuştu; o an farkına varamasa da… üzülmüştü.
Üçlü koltuğa doğru yürüdü ve kendini koltuğa bıraktı. Bir ağaç gibi devrildi koltuğun üzerine. Düştüğü zemin yumuşak olduğundan yay gıcırtısı dışında bir ses duyulmadı. Elini hemen cebine atmak istedi ama pantolon değil şort giydiğinden, cebinde sigara bulamadı çünkü şortunda cep yoktu. Alakasız küfürleri teker teker dökmeye başladı. Her tuşu farklı bir küfür için olan bir kumanda bulan bir çocuğun yapacağı gibi rastgele düğmelere basıyordu sanki.
Normal şartlarda, o an saydığı tüm küfürleri büyük öfke patlamaları sırasında söylerdi. Şimdi ise kelimeler; inmiş lastik, sönmüş balon, yere inmiş bir paraşüt gibi çıkıyordu ağzından.
Sigarasına uzanmak için geri kalkacaktı ki, tavana bakarken gözü kitlendiği için yattığı yerde kaldı. Hareket etmeden, düşündü sadece. Düşündüğü parçalar birbirine bağlı olduğu için, yerdeki şekerleri toplayarak yolu takip eden bir çocuk gibi aklı durmadan ilerledi. Sonuç olarak bir saatini koltukta yatagelerek geçirdi.
Onu gündüz düşlerinden ayıran şey kapı zili oldu. Haftalardır kapı zilini duymadığı için, ilk başta cep telefonu çalıyor sandı. Ev telefonunu fırlattığını hatırlıyordu ama kendi cep telefonunun zil sesini hatırlamıyordu. Ses kapıdan geldiği için, sesin telefona ait olduğu fikrini bir kenara bıraktı ve kapıya yöneldi. Kendi kılığını umursamadan açtı kapıyı ve bir kurye ile karşılaştı. Duran Kargo çalışanı ona küçük bir paket uzattı. Tayfun paketi aldı, ‘kimlik numarası’ vermek ya da imza atmak için hazırladı kendini ama kurye sayılara alerjiliymiş gibi teslim verdiği gibi kaçtı.
Kapıyı, sırtını döndükten sonra topuğuyla kapadı. Pakete bakmakla ve üzerindeki bilgileri okumakla meşguldü. Kurye yanlış getirmemişti, kendine ait bilgiler yazıyordu paketin üzerinde. Elindeki pakete, daha önceden kendisine gönderilmiş kargo paketlerine davrandığı gibi davrandı. İki yanından tuttuğu gibi paketi yırttı. O kadar abartı bir kuvvetle yırttı ki, paketin içindeki eşya az kalsın fırlayacaktı. Hızlı davranan tayfun, baloncuklara sarılmış eşyayı yakaladı ve bantlarını sökerek baloncukları da açtı. Baloncuk patlatmayı çok sevmezdi ama ileride kendisi bir paket gönderirse diye baloncukları saklayacaktı.
Karşılaştığı şey, bir kitaptı. Kapağında, ahşap masa üzerindeki beyaz kağıdın içerisinde dağılmış fırçalar vardı. Bir yakın çekimdi kapak fotoğrafı ve fırçaların tellerindeki boyalar seçilebiliyordu. Kitabın başlığı ise “Üç yüz altmış beş tele on iki fırça” yazıyordu.
Arka kapak yazısı boydan boya olduğu için orayı okumadan direkt ön kapağı açtı Tayfun. Kitabın içerisinde saklı bir kağıt buldu. Kitabı koltuğa fırlattı ardından kitaptan daha geç koltuğa varıp yavaşça oturdu. Dörde katlanmış kağıdı açtı ve ilk cümleden okumaya başladı.
Bunu yapmak konusunda hiç emin değilim. Yine de yapacağım. Ufak bir eğlencenin böyle bir sonuç vereceğini hiç düşünmezdim. Senin bu yazacaklarıma ne tepki vereceğini kestirebilmek güç. Yeteri kadar tanımıyorum seni. Tanıyacak mıyım bilmiyorum. Seni aramadığımı fark etmediğinde telefonu kırıp atmamışsındır herhalde. Aslında bu kitabı teslim alacağın gün (yarın) seni aramayı planladım ilk başta ama kitap henüz gelmeden seni aramam, istemediğim bir sonuca varmamı sağlar diye düşündüğümden başka bir yol bulmak istedim. Bulduğum yol da bu, evet… mektup yazmak. Buraya kadar boş konuştuğuma göre, neden bu kitabı gönderdiğimi ve mektubu yazdığımı anlatmaya geçeyim.
Uzun zamandır işsizim. Bu işsizlik sürecimde iş arama çalışmalarım hep dışarılarda gerçekleştiğinden ama günün büyük bir zamanında da evde olduğumdan evde kendime yeni eğlence arayışları bulmam gerektiği aklıma geldi. Ancak aylık abonelik gerektiren hiçbir şeye üye olamayacağım için ve internetim de kotalı olduğu için pek de bir yol bulamadım. Sonrasında hatırladım ki, sevgili operatörümden bana gelen hediye dakikalar vardı. Kimse beni aramayacağından onları harcamak istedim. Seçtiğim telefon numaralarını, telefon numaralarına göre saatlere ayarladım ve aramaya başladım.
Beklediğimden daha az sonuç aldım diyebilirim. Ancak benim gibi işsiz olanlar benimle konuştu, diğerleri gibi telefonu kapatmadı hemen. Benimle konuşanlardan türlü türlü hikayeler duydum. Çok ilginç hikayeler duydum gerçekten. Aslında hepsi kağıt üstünde birbirine benzeyen ama yaşayanın ağzından dinlediğinde bambaşka bir şekilde seni etkileyen hikayeler.
Senin de kağıt üzerindeki hikayelerle çocukluğunda hiç karşılaşmamış olduğunu duyunca, bunu göndermek istedim. Ben kitaplarla dolup taşan bir çocukluk geçirdim. Senin geçmişini değiştiremem ama şimdini etkilemek için bir teklifte bulunabilirim. Bu kitap, beni en çok etkileyen kitaplardan biri. Senin de keyifle okuyacağına inanıyorum. Bir yerlerden okumaya başlaman güzel bir şey. Bu konuda geç kaldığını asla düşünme. Bugün de bunu söyleyip klişe deyiş kotamı doldurayım; okumanın yaşı yoktur!
Kendini sadece düz bir doğruda geliştirme, çapraz yönlere doğru da geliştir. Artık böyle olmak gerekiyor bu zamanlarda. Demek istediğim, hep benzer kitaplar okuma. Ama bunlar ileride tartışılacak şeyler. Şimdilik, elindeki kitapla iyi vakitler geçirmeni diliyorum.
Tek sayfalık yazının sonuna gelen Tayfun, kağıdı tutmuyordu o an, kağıt düşmek istemediği için tutunuyordu. Önce bir süreliğine boşluğa, sonra da bir süreliğine kitabın kapağına bakan adam kafasını koltuğa yasladı.
Boyası sökülen tavana baktığı sırada tek bir cümle sarf etti:
“Bu herif benim adresimi nereden bulmuş?”
Aslı
2020-08-17T16:20:18+03:00Merak duygusunu tetikleyen, akıcı bir öykü olmuş. Bazı kısımları tekrar tekrar okudum, etkileyiciydi. Devamı gelecek gibi sonlandırmışsınız sanki, umarım gelir. :) Emeğinize sağlık.